Merhaba kâinat!
Saatli Maarif Takvimi’nin söylediklerine harfiyen riayet edip tohumları, fideleri dikmeye başlamış, fasulye ile hıyarı ise Mayıs’a bırakmıştık. Birimiz enginarların kökten süren liflerini kopartır, diğerimiz de yaprağını dökmeyen ağaçlardan daldırma yaparken Nablus’a girildiği haberi geldi. İsrail, Ramallah, Beytüllahim, Tulkarim, Kalkilya, Cenin ve Salfit’ten sonra Batı Şeria’nın henüz (yeniden) işgale uğramamış en büyük şehri Nablus’a da girmişti. Yüzden fazla tank ve zırhlı araç... Birleşmiş Milletler personeli, İsrail’in işgal ettiği yerlerde aklına estiği gibi, nedensiz bir yıkım peşinde olduğunu söylüyorlarmış.
İsrail ise, malum, terörün altyapısını ortadan kaldırıncaya kadar işgali sürdüreceğini söylüyor. ‘Operasyon’ diyor İsrail; ismi de: Savunma Kalkanı (Defensive Shield). Geçen günlerden birinde, bir gazetede ‘Savunma Duvarı’ olarak geçiyordu. ‘Duvar’ kelimesine müracaat edilmesi pek de isabetsiz olmamış esasında. İsrail Cumhurbaşkanı Moşe Katsav, İsrail ile Batı Şeria arasına duvar örülmesinden yana olduğunu, böylece Filistinli intihar bombacılarının engellenebileceğini söylemiş. Şaron’a da açmış bu fikrini ve “Bu duvarın etkinliği, maliyeti ve inşaat süreci üzerinde çalışmak gerekir,” cevabını almış. Duvarcı ustalarının bileceği iş... Ancak, geçen yaz bizim bahçenin dutlarına dadanıp kökten ayırmak suretiyle çoğalttığımız krizantemlerin canına okuyan çocukların duvarı nasıl kolaylıkla aştıklarını hatırlayınca, Batı Şeria Duvarı’nın cesameti herhalde daha değişik olacaktır, diye düşünüyoruz. Duvar iyidir, aslında. Her iki tarafını da resimlerle, yazılarla süsler; hem insanların manzarasını değiştirmiş olursunuz, hem de asap bozucu olayları görmemelerini sağlayabilirsiniz. Zaman gazetesi manşetten, “Filistinli, ölüsünü bile gömemiyor,” diyordu. Beytüllahim’deki operasyonlar sırasında Filistinli bir ailenin iki ferdi, İsrailli askerler tarafından öldürülmüş, ancak defin için izin çıkmamış İsrail askerlerinden. İki gündür, evin salonunda kokmaya başlamış cesetler. Ev halkından biri, “Evdeki çocukları,” demiş, “Bu fecaati görmemeleri için banyoya kilitledik.” Duvarların ardında kalmak daha iyi değil midir, banyoya kilitlenmekten?
Ezcümle: Batı Şeria’da yaklaşık 1 milyon Filistinli İsrail’in pençesinde bulunuyor. Gitgide daralan bir pençede. Hz. İsa’nın doğduğuna inanılan yerde inşa edilen kilisenin içinde sarılmış 200 kişi, rahibelerin bahçelerinde tanklar, sadece iki oda arasında dolaşabilmesine rağmen daha da tecrit edileceği belirtilen Arafat... Ne denebilir ki?
Arafat’ın karargâhında - ya da karargâhtan artık ne kaldıysa orada - kalan Filistinlilere canlı kalkan olarak yardımcı olmak isteyen yedi düvele mensup barış girişimcileri, su ve yiyecek bulunmaması gibi iki küçük ayrıntı dışında orada herşeyin yolunda olduğunu ve kendi hayatlarından değil, Filistinlilerin genel durumundan başka birşeyden kaygı duymadıklarını söyleye dursunlar (bakınız ve dinleyiniz: “günün sözü”), bir kontrol noktasında bakın neler olmaktaydı: Gush Shalom (Barış Şimdi) adlı İsrail kuruluşu üyesi Yehudith Harel anlatıyor: Kadınların öncülüğündeki Yahudi-Arap ortak barış hareketinin yürüyüşüne İsrail'in dört bir yanından insan aktı. 50'den fazla otobüs ve özel araba ile geldiler... 3000 dolayında insan vardı orada: Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında işgale, savaşa ve Filistin halkına karşı girişilen büyük tasalluta karşı protesto sloganlarıyla... Herkese eşitlik ilkesi üzerinde barışçı çözüm ve iki devletin birlikte yaşaması için. Yiyecek ve ilaç yardımı kamyonları beklenirken... “sınır polisinin - ya da üniforma giymiş hooligan’ların - âni taarruzu başladı: Kalabalığın ortasına gözyaşartıcı bomba atmaya başladılar, defalarca ateş edildi... Ortalığa yoğun biçimde yayılan dumandan herkes boğulacak gibi oldu, tabii ben de... Kamyonların gelmesine yakın ikinci bir saldırıda insanlar çamurlar içinde yerlerde sürüklendi ve defalarca coplandı.” Bu ilginç görgü tanıklığı, NTV’den Nevin Sungur'un müthiş tanıklığı ile birleşiyor kafamızda: İsrail Parlamentosu (Knesset) Milletvekili Doktor Ahmed Tibi’nin kafasına aldığı darbe ve boynuna geçirilen boyunlukla TV'deki hali... Milletvekili Muhammed Barake’nin başının yarılması... Göstericilerden Noa’nın elinin kırılması... [‘İsrail'e uzanan eller kırılacak!’ diye bir slogan geçerli mi orada, bunu bilmiyoruz.] Göstericilerin ellerinde pankartlar dışında tek bir madde taşımamasına karşın, olayın İsrail yetkililerince “şiddet kullanılan bir provokasyon hareketi” diye nitelendirilmesi ve bunun İsrail televizyonlarına da böyle yansıtılması “kocaman bir yalan”dı Bayan Harel'e göre... Yiyecek ve ilaç kamyonları mı? Onlar epey bir süre oradan oraya “sürüldükten” sonra hedeflerine ulaşmış.
Bu arada, İsrail askerleri ile Hizbullah gerillalarının iki gündür birbirlerine ateş açtıklarını okuyoruz haberlerde. Başka bir yerden daha silah sesleri yükseliyor yavaş yavaş ve yakına gelmeye başlıyor bu sesler. Guardian gazetesinde, Ewen MacAskill, “Lübnan’da ikinci cephe tehdidi büyüyor,” diye yazmış. Öte yandan, Suriye’nin, 20 bin askerini de Lübnan sınırına yığdığı haberleri de geliyor. Savaşın, burnunun dibine gelmesine karşı tedbir mi alıyor Beşir Esad, yoksa daha başka hesapları mı var? Bilinmez.
Barış yanlılarının gösterileri de sürüyor diğer taraftan. (En büyük gösterinin ise Arafat’ın yanında direnen, çeşitli milletlerden göstericiler tarafından yapıldığını da düşünmemek mümkün değil.) Bir gösteri de İstanbul Taksim Meydanı’nda olmuş, Star gazetesinden öğrendik. Star gazetesinden bir şey daha öğrendik: “Kendilerine ‘gazeteci’ ve ‘öğrenci’ süsü veren 6 İsrailli, göstericilerin ‘portre’ fotoğraflarını çekti.”
Gazetenin “Mossad Taksim’de” başlığıyla duyurduğu haberde, fotoğraf çekenlerin önce İngilizce olarak ‘gazeteci’ olduklarını söyledikleri, sonra mimarlık öğrencisi oldukları için bina fotoğrafı çektiklerini söylediklerini okuduk. En sonunda da, hangi üniversite okudukları sorulmuş gençlere. “İsrail’de” olduğunu söylemişler okullarının.
Sap ile saman, at izi ile it izi birbirine karışıyor, değil mi? Doğaldır; Robert Fisk son yazısında, “propaganda savaşı gemi azıya aldığında hakikat nadir bulunan bir maldır,” diye yazıyor.
Neyse, ‘mimarlık’ lafı geçince bir haberi daha ilave etmeden geçemedik. Arjantin ekonomisinin (istifa ettiği Aralık ayında, 130 milyar dolar borcu olan ve yüzde 20 oranında işsizlik içinde bulunan Arjantin ekonomisinin) mimarı olarak bilinen, ülkenin eski Ekonomi Bakanı Domingo Cavallo, 1990’lı yıllarda Hırvatistan ile Ekvador’a silah kaçakçılığı yaptığı gerekçesiyle tutuklanmış. Buenos Aires askeri hapishanesine gönderilmeden önce bir süre sorgulanmış Cavallo. Daha önce de sorgulanmış aslında, ama bazı sorulara cevap vermek istemeyince, Hâkim Julio Speroni tutuklanmasına karar vermiş.
Bu arada Antarktika sularında "bilimsel amaçlı avlanarak" Uluslararası Balina Avı Komisyonu’nun 1986’da kararını hiçe sayan Japon avcıları, altı aylık “araştırma gezilerinden” geri dönüyorlar. Gemilerinden ilki bugün Nagasaki'ye, katlettikleri 440 balinayla birlikte varmış. Greenpeace Almanya'nın deniz biyologu Thilo Maack'a göre söz konusu 2000 ton balina etinin pazar değeri 48 milyon dolar. Japonlar malum, bu parayla "balina araştırmalarını" finanse ettiklerini savunuyor. Bir diğer ironi, Uluslararası Balina Avı Komisyonu'nun bu mayıs ayında, Japonya'nın liman kenti Shimonoseki'de toplanacak olması...
Kıvırcıkları, top salataları, bezelyeleri ve turpları yenilerken hava serinliyor. Gökyüzüne bakıyoruz; 20 Nisan’dan sonra Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün, çıplak gözle izlenebilecek şekilde aynı hizaya geleceklerini düşündükçe ne kadar küçük olduğumuz aklımıza geliyor. Bazen, kelimenin her iki anlamıyla da...
Devamı yarın...