Merhaba kâinat!
“Ucu bize de dokundu”... Hürriyet gazetesinin manşetinde bu ifade vardı. Bize ‘de’ dokunan, Ortadoğu’da İsrail ile Filistin arasındaki savaştı. ‘Biz’ Türkiye idik. ‘Uç’ ise küçücük bir parçaydı; sivri mi, küt mü belli olmayan, ama can acıtmasa da can sıkan; işlerin ters gitmesine neden olan, yerine göre planları alt üst eden ya da aksatan...
Habere göre, Türkiye, ABD ile birlikte “nitelikli bölgeler” adı verilen teknoloji bölgeleri kurmak istiyor, ancak bunu İsrail ile birlikte yapması gerekiyormuş. Proje, savaş yüzünden ertelenme tehlikesi içindeymiş. Bir de, Türkiye ile İsrail önümüzdeki günlerde bölge güvenliği için ‘Anadolu Kartalı’ isimli yeni bir tatbikata başlayacakken bölge güvenliği açısından önem taşıyan ve Konya’da yapılacak bu tatbikatlar da tehlikeye girmiş.
Dokunan ‘ucun’ ciddi anlamda aksamaya neden olduğu aşikâr. Projeler rafa kaldırılacak gibi olmuş, tatbikat tehlikeye girmiş. Bu işlere zamanlarını, bütçelerini ayırmış insanlar mutlaka bir früstrasyon yaşıyorlardır şimdi. O kadar önemli ki bu früstrasyon, manşete taşınıyor; Türkiye’nin muhtemel kayıpları konuşuluyor. Irak’a müdahale ihtimali üzerine Güneydoğu’daki iş aleminin ve genel olarak turizm camiasının tedirginliğini de unutmuş değiliz ki haklıdırlar mutlaka.
Savaş, ‘normal’ olanın cereyan etmesine, zamanın bazen çok özlediğimiz bir rutin çerçevesinde akmasına izin vermez çünkü. Hele şimdilerde, dünya iyice küçülüp küreselleştiğinden, sadece tarafeyni değil, izleyenleri, seyirci kalanları da etkiler, hatta bazen yakar savaş.
Ama en çok tarafeyni etkiler, günlük hayatlarını sürdümeye çalışırken tankların, topların, mermilerin altında kalan, suları, elektrikleri kesilen, varlıkları yağmalanan, evlerinden olan sıradan insanları etkiler. Hatta onların çoğuna, neye taraf olduklarını bir son kritik anda yeniden düşünmek için zaman bile kalmaz.
Dolayısıyla, iğne(nin ucu) ‘bize’ batar gibi olmuşken başkalarına batan çuvaldızın nasıl bir ıstırap verebileceğini hayal etmeye çalışıp neler olduğuna bakalım mı?
Ramallah’ta elli yaşlarında bir büyükannenin öldüğünü öğrendik mesela... Bacağı alçıdaymış ve onu aldırmak için gitmiş hastaneye. Doktorlar kapıdan uğurlamışlar, sonra arkasından bakarlarken büyükannenin; onun bastonuna dayanarak ağır ağır yürümesini seyrederlerken yere yığılmış büyükanne. İsrailli bir ‘sniper’ın kurşunuyla... Doktor Ahmet Halim diyor ki: “Eteği vardı, başörtülüydü. Yaşlı bir kadın olduğu o kadar belli oluyordu ki yanılmak mümkün değildi.”
Ramallah’ta saatlerce kesikti elektrik, sokaklarda gürüldeyen buldozerler su borularını koparmıştı, çatılardaki su depoları delik deşik olmuştu. Mimar Haldun Kader, çocuklarına süt almak üzere 250 m. uzaklıktaki dükkana gitmek için hayatını tehlikeye atmıştı.
Betlehem’de, Ramallah’taki sokağa çıkma yasağının birazcık gevşetildiği saatlerde, Beit Jala tarafından başladı saldırı. Hz. İsa’nın doğduğuna inanılan Yaradılış Kilisesi’ne sığınanlar oldu, orasının ateşten muaf tutulacağını düşünerek, ama pek öyle değil gelişmeler. Kilise kuşatma altında ve içinde 100 kadar Filistinli bulunuyor. Peder John McGowan, “Sabah, rahibelerden biriyle konuştum; bana, bahçesinde bir tank olduğunu söyledi,” diyor. Robert Fisk ise şunu yazıyor Independent gazetesinde: “İsrailliler, 1982 yılında bir taraftan Arafat’ı aşağılayıp Batı Beyrut’u işgal ettikleri zaman da böyle hissetmiştim. O zaman da ipler Şaron’un elindeydi. İsrailliler, demişti o zaman bana, ‘teröre karşı savaş’ veriyorlar. Binlerce sivil ölmüştü. Ardından Sabra ve Şatila katliamları gelmişti. Öyleyse, dedim kendi kendime Kudüs’e doğru yola koyulurken, burada katliam ne zaman başlayacak?” (Dikkat ederseniz çeyrek yüzyıllık Ortadoğu muhabiri Fisk, başlayacak mı, diye sormuyor. Katliamın başlangıç saatini soruyor.)
Öte yandan, Ramallah’a dönersek, Arafat’ın bulunduğu iki odaya, Batılı barış girişimcileri hayatlarını tehlikeye atıp yanına girmişlerdi, hatırlayacaksınız. Grup adına konuşan Claude Leostic, İsrail askerleri çekilinceye kadar Arafat’ın yanından ayrılmayacaklarını belirtmiş. Ramallah sokaklarındaki barış yürüyüşünün İsrail tarafının göz yaşartıcı taarruzuna maruz bırakıldığını da NTV’de Nevin Sungur anlatıyordu nefes nefese, biz oturmuş olanların dökümünü yapmaya çalışırken.
Bu konuyu bugünlük kapatırken ‘ucun’ ‘bize’ dokunmayan kısmını da ilave edelim: İsrail ile imzalanan tank ihalesi iptal edilmeyecekmiş. Esasında, Ortadoğu’daki şiddet yatışana kadar ‘geciktirme formülü’ gündeme gelmiş, ama Ecevit “iptal yok,” demiş. Şiddetin yatışacağına dair, iyimser bir öngörü iyi elbette. Tabii, imedya.com’da yer alan "dehşetengiz" bir haberi de söylemeden geçmeyelim: “Günlerdir tank ihalesinin İsrail'in Filistin'i işgalinden sonra iptali tartışılıyor. | Çizim: Ohannes Şaşkal |
Başbakan dün kesin bir dille ihalenin iptal edilmeyeceğini açıkladı. İmedya'ya ulaşan bilgilere göre; 24 Kasım 2001 tarihinde arabicnews.com’da Bakü’ye ait Millet Gazetesi kaynak gösterilmiş haberde Kemal Derviş’in IMF'den kredi sağlarken 170 tankın modernizasyon ihalesini İsrail’li ‘AMA’ firmasına verilmesi konusunda söz verdiği ve IMF kredisinin şartlarından biri olduğu açıklanmış. Haberde IMF’den kredinin Türkiye'nin ekonomik kalkınmasına değil bir kısmının (700 milyon dolar) tank ihalesine yani İsrail’e aktarılacağı yazılıyor.” Tefrikacılarınız susuyor; siz ne dersiniz?
Hazır ‘bize’ dönmüşken mahallî bir haberi de nakledelim. Normandy şirketinin Bergama Ovacık’ta siyanürle altın arama faaliyetine Sağlık Bakanlığı izin vermiş, ancak bu izin İzmir 3. idare Mahkemesi tarafından durdurulmuştu. Sağlık Bakanı Osman Durmuş, Bakanlar Kurulu’nun, şirketin faaliyetini sürdürmesine izin vereceğini açıklamış ve ortalık, tahmin edersiniz, biraz karışmış. Bazı bakanlar, böyle bir karar verilmediğini söylemişler, ama tekrar biraraya gelip konuyu karara bağlamaya karar vermişler. İzmir 3. İdare Mahkemesi’nin fikrini de alacaklardır herhalde.
Bir de, ekonomik krizde son 57 yılın küçülme rekoru kırılınca ve kişi başına milli gelir 2 bin 160 dolara düşünce, Türkiye (biz) ‘üst orta gelir’ grubundan ‘düşük orta gelir’ grubuna düşmüş. ‘Orta orta gelir’ grubunun yanından aşağı doğru akıl almaz bir hızla geçmiş olmalı ki Türkiye, hiçbir şey hissetmedik. Mesela, ‘üst orta gelir’ grubundan ‘orta orta gelir’ grubuna düştük, diye haberler hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsunuz; yazıldığı anda bayatlayan bir haberi kim hazırlar ki?
Ama şöyle bir haberi keyifle hazırlayabilirsiniz: Bir Kenya aslanı, bir antilop yavrusunu evlat edindi. Hem de üçüncü kez. Aslanların genellikle lezzetli bir yemek olarak gördüğü antilopların, nasıl oluyor da bir aslan tarafından evlat edinildiğini anlamakta biraz zorluk çekiyormuş şimdi ilim irfan sahibi olanlar. Doğal hayatı koruma gönüllülerinden Daphne Sheldrick, “Aslanlar,” demiş, “insanlar da dahil bütün diğer türler gibi, yavrulara karşı böyle duygular beslerler.”
İnsanlar da dahil... Oturduk düşünüyoruz; bir antilobu kovalayıp parçaladıktan sonra ısıra çekiştire yiyen bir aslanın başka bir yavru antilobu emzirirken neler hissettiğini kestiremeyeceğimize göre görev için evinden ayrılırken sevdikleriyle kucaklaşan bir askerin, namlusunu aynı türden başkalarına çevirdiği zaman neler hissettiğini kestirebilir miyiz bari?
Devamı yarın...