Merhaba kâinat!..
Dünyanın kalbi için aynı şey söylenebilir mi, bilemeyiz, ama Avrupa’nın kalbinin Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da attığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Avrupa Birliği’nin genişleme süreciyle ilgili önemli kararların verileceği ve bu nedenle ‘tarihî’ olarak nitelenen Kopenhag Zirvesi başlıyor.
Bu anlamda, Türkiye’nin kalbinin de bu zirvede attığını söyleyebiliriz.
İktidarıyla, muhalefetiyle büyükt bir lobi faaliyetinin ve diplomatik girişimlerin ardından Türkiye için AB üyelik müzakerelerine ne zaman başlanacağının belli olması bekleniyor, büyük bir heyecanla.
3 Kasım seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidara gelmesinin hemen ardından Erdoğan’ın başlattığı Avrupa gezileri hamlesi, bu hamleler sırasında günlük konuşmalarımıza yerleşen ‘tarih alınması’ ifadesi, Kıbrıs sorunuyla ilgili adımlar ve akıl almaz bir tempo gelip bugüne dayanmış bulunuyor.
Türkiye bir tarih bekliyor.
3 Ağustos 2002’deki tarihî Meclis kararlarıyla uyum kararlarının kabulünün ardından, AB’ye yönelik kararlılığını ispat etmesinin ardından, fevkalade demokratik bir seçim sürecinin ardından, siyasi ilişkilere giderek daha fazla sinmeye başlayan kalite ve diyalog ortamının ardından, demokrasiyi ve insan haklarını öncelikle Türkiye halkı için arzu ettiğini ilan etmesinin ardından ve uyum yasalarını uygulama konusunda henüz tam anlamıyla kendini ispatlama fırsatını bulamamış olmasına rağmen Türkiye bir tarih bekliyor. ‘Tarih’ diye, tanımlı bir zamanı beklemenin hayal kırıklığı yaratabileceğinin de dile getirilmiş olmasına rağmen Türkiye -artık- bir tarih bekliyor.
Türkiye, galiba, hadi söyleyelim, Avrupa’nın ‘makul’ davranmasını da bekliyor ve bunda pek haksız gibi de görünmüyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın yüksek tempoda cereyan eden Avrupa ve ABD gezileri sırasındaki üslubu, konuşmaları, hal ve etvarı kimimize zaman zaman acemice, tecrübesizce, hatta biraz apar topar gelmiş olabilir, ama bir hususu tespit etmek zorundayız: Genel çerçevede bu ‘acele’, Avrupa’nın sarsılmasına, hatta telaşlanmasına ve bu telaşla da dönüp kendini, kimliğini tartışmaya başlamasına neden oldu. İslamiyet ile demokrasi bir arada bulunabilir mi? Hıristiyan bir kıtanın Müslüman bir üyesi olabilir mi? Türkiye, Avrupa için toplumsal ve ekonomik bir yük olabilir mi? Türkiye ile canımız ihtiyacımız olduğu zaman flört edip ihtiyacımız olmadığı zaman ayrı dünyaların insanları olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Geniş görüşlü, merak hasletine sahip ve çevik Avrupa düşüncesi ne kadar zamandır kendi sınırlarının dışına bakmayı ihmal ediyor?...
Velhasıl, Avrupa’nın kendine sorduğu sorular az değil bu dönemde ve AB Genişleme Uzmanı Cengiz Aktar’ın da belirttiği gibi, bu sorular henüz Türkiye içeriye adımını atmadan sorulmaya başlandı.
Türkiye, bu doğru soruların sorulmasını, hatta Avrupa’nın bilinçaltının dalgalanmasını sağladı. İyidir bu.
Türkiye, Avrupa Birliği’nden beklediği tarihi alamazsa, yani müzakerelerin başlaması için 2005 yılı uygun bulunursa ne olacak?
Doğrusu, değişen bir şey olmayacak. Hatta, buna bir kayıp, bir yenilgi gözüyle de bakmamak gerekiyor. Sadece, Avrupa ya da Batı dünyası hakkında bir şey daha öğrenmiş olacağız. Evet, AB’ye yönelik heyecanda bir tavsama olacak, ancak bunun çok belirleyici olacağını söylemek mümkün değil pek. Çünkü eninde sonunda gerçekleşecek AB üyeliği. Dolayısıyla, ‘üyelik’ bir amaç olmaktan çıkıp bir sürecin adı haline gelecek ve en nihayetinde bundan istifade eden de Türkiye olacak.
Sonuç olarak, kimlik meselesini tartışmaya başladıysa Avrupa, onun da biraz zamana ihtiyacı vardır belki.