No.170 - 'Ben de aynı şeyi yapardım'

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!..

Avrupa Birliği’ne yönelik adımların gümbür gümbür atılmasının neden olduğu ‘telaşkınlık’ devam ederken siyaset sularının ısınmaya başladığı da dikkat çekiyor. Geçen haftanın sonundan itibaren gazeteler neredeyse ortak manşetler atıyorlardı; son bir iki gündür seçime yönelik hazırlıklarda her partinin nasıl hareket ettiği ayrı bir manşet konusu oluyor –ki gayet iyidir bu durum.

Belki bugüne özeldir; gene, hemen bütün gazetelerin manşetlerinde, Başbakan Ecevit ile Devlet Bakanı Kemal Derviş’ten bahsediliyordu: Ecevit, Derviş’e bir an evvel karar vermesini söylemiş. Derviş’in, “il il, kapı kapı dolaşıp politika yapmasının” kabul edilemez olduğunu belirterek “gitmek ya da kalmak” konusunda süratle tercih yapmasını istemiş: “Derviş iyi çalışıyordu, ama son zamanlarda siyasetle biraz fazla ilgilenmeye başladı. Birbiriyle karıştırır hale geldi. Başka partilerle yoğun diyalog kurması örgütümüzü çok rahatsız etti. Tepkiler dayanılmaz hale geldi. Umarım ki tavrını iş iştern geçmeden değiştirir.”

Yani, Radikal gazetesinin de ifade ettiği gibi, “ya siyaset, ya hükumet” çağrısında bulunmuş Ecevit. Bu ikisinin birbirinden ayrılıp ayrılamayacağı konusunda soru sormuyoruz, tıpkı bir vakitler Derviş’in, “Ekonomi ile siyaseti karıştırmamalıyız,” sözlerinin ne anlama geldiğini çok kurcalamadığımız gibi. Mamafih, dikkatinizi çekiyordur mutlaka; bu ‘siyaset’ karıştırıldığı her şeyi bozuyor ya da öyle olduğu kabul ediliyor. Sorunun çözümünün ‘siyaset’çilerde ya da artık bu saatten sonra ‘yeni siyasetçi’lerde olduğunu düşünüyoruz.

Anlamadıklarımız bu kadarla kalsa gene iyi; daha neredeyse 1 hafta önce, Derviş’in ABD’deki uzun (ve tıbbi maksatlı) ziyaretinin ardından Ecevit ile buluştuklarını; Sayın Başbakan’ın Derviş’in (hükumette kalmaya) kararlı görmekten mutlu olduğunu söylediğini nasıl unutabiliriz? Ne oldu ki böyle birden?.. AB’ye yönelik reform adımları atıldıktan sonra hükumetin erken seçime kadar nasıl olsa işbaşında kalacağı kesin sayılabileceğine göre Derviş olmadan da ekonomik programın yürütülebileceğini mi düşünüyor DSP yönetimi? AB’ye yakınlaşmanın getirdiği güven hissi, kurumların kişilerle kaim olmadığı ilkesini mi getirdi akıllara? Yoksa, ekonomik pakete kimin yönetiminde olursa olsun uymak zorunda olduğumuz genel kabul gördüğüne göre Derviş’in şoförlüğü ehemmiyetini mi kaybetti? Ve, en nihayetinde, Derviş’in bir türlü gelmeyen kararı ‘aşık mı usandırıyor’?

İyi de, neden hemen karar vermek zorunda Derviş? İsmail Cem ile Hüsamettin Özkan’ı bilemeyiz, ama kime vaadde bulundu istifa edeceğim ve şu partiye gireceğim, diye? İşin doğrusu, Derviş’ten vermediği bir sözü tutmasını beklemektense söylediklerine kulak vermekte yarar var. Eskişehir Sanayi Odası’nda yaptığı konuşmada, Türkiye’de büyümeye hız kazandırmak için en önemli eksik unsurun iyi yönetişim ve iyi bir yatırım ortamı olduğunu söylemiş Derviş: “Bunu gerçekleştirmemiz için güçlü bir iktidar gerekli. Bunu böyle çok bölünmüş siyasi yapı, 36 bakanlık, örtüşmeyen birtakım programlar, ‘İşte bu benim partim, sen karışma’ gibi yaklaşımlarla yapmak yapmak çok zordur. İyi yönetimi bu ortamda gerçekleştirmek çok zordur.” Bir de neye vurgu yapmış Derviş? Türkiye’nin önündeki en önemli görevin iyi ve şeffaf yönetimi gerçekleştirmek olduğuna.

Naçiz tefrikacılarınıza sorarsanız Derviş’in kararı baştan beri netti. Sadece isminin başında ‘bilmemne partili’ titri eksik bulunuyor ki bu da tamamen onun kabahati midir? Merhaba okur abi, işte sana bir soru (daha)...

Halbuki siyaset, bütün hızıyla ve karışarak hayatımızın her anına, sadece Türkiye’de değil sınırların dışında da sürüyor. Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel, Irak Dışişleri Bakanı Naci Sabri ile Ürdün’ün başkenti Amman’da temaslarda bulunmuş. “Bölgedeki sorunların barışçı şekilde çözülmesi gerektiğini düşünüyoruz,” demiş Gürel ve uluslararası bir mutabakat olmaksızın Irak’a yönelik hiçbir eylemi desteklemeyeceklerini vurgulamış.

Bush’un müstakbel savaşının, müstakbel komutanı General Tommy Franks’in, saldırı planının teferruatını Başkan’a sunduğu söylenirken gazetelerde, Bağdat’taki Birleşmiş Milletler karargâhının önünde 6 Amerikan vatandaşı savaş tehdidine karşı açlık grevine başlarlarken ABD’nin en coşkulu müttefiki Britanya’da da savaş karşıtı seslerin yükseldiği kaydediliyor.

Blair’in kendi elleriyle atadığı Başpiskopos Rowen Williams’ın başını çektiği, 3 bin imzalı bir dilekçenin ardından ülkenin diplomatik, askeri, akademik ve sanat çevreleri de “OLMAMALI” diyorlarmış. Oxford’un saygın hocalarından Richard Dawkins’in söylediği ise yenilir yutulur cinsten değil: “Tony Blair’in, bu seçilmemiş ve alabildiğine aptal petrol hırsızına finoluk ederek kendini yok etmesi bir trajedi olur.”

Lakin, beyhude gayret!.. Neden, diyeceksiniz; DEBKAfile sitesinde yer alan bir habere göre ABD ileri derecede hazırlıklara başlamış bile... Hem de sessiz sedasız, hem de IRAK’IN İÇİNDE!.. ‘Nedir bu faaliyet?’ diye soran olursa ‘inşaat işi, yaklaşmayın’ diye cevap veriyorlarmış. Haber şöyle: “DEBKA-Net-Weekly’nin askeri kaynaklarına göre, ABD ordusuna mensup mühendisler, kuzey Irak’ın Kürt kesiminde, sınırı geçecek Amerikan ve Türk kuvvetlerine ikmal sağlamak için kullanılmak üzere altı ila sekiz arasında küçük havaalanı inşa etmek üzere yirmi dört saat çalışıyorlar. Bazıları genişletilmiş şeritlerden ibaret bulunan bu havaalanları, özel kuvvetlere hava desteği

Kuzey Irak'ta hazırlanan pistlerin Türk savaş uçaklarını da konuk edeceği belirtiliyor.

verecek helikopterler ile savaş uçakları tarafından da kullanılacak.”

Ortadoğu’da ‘ilginçlikler’ bundan ibaret değil elbette. Çünkü, Ortadoğu barışının en cabbar, en çalışkan savunucularından Guş Şalom grubu, İsrail Başbakanı Şaron’un talimatıyla kovuşturmaya uğrayacakmış. İlginç, değil mi? Meğer Guş Şalom grubu aylardır, işgal bölgelerindeki yüksek rütbeli subaylara mektuplar göndererek bölgedeki tanıklar yardımıyla kendilerini izlediklerini; yapılanların, komutanların böbürlenmelerinin kayıtlarını tuttuklarını ve bunları İsrail mahkemelerinden başlayarak Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne kadar götüreceklerini söylüyorlarmış. ‘Haliyle’, vatan hainliğiyle eşdeğer tutulmuş bu yaklaşım.

Halbuki, askerdeki oğlu bir Filistinli savaşçı tarafından öldürülen, Aileler Forumu’nun Başkanı İzak Frankental, 27 Temmuz Cumartesi günü Kudüs’te yaptığı, ‘Ben de aynı şeyi yapardım’ başlıklı konuşmasında çok, çok, çok başka bir perspektiften bakıyor, bakabiliyor meseleye. Özetlemeye kalkışmayalım, ama siz mutlakaokuyun.

Devamı yarın...