Nicky Siano İle Sohbet

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

Sona: İstanbul'a ilk defa mı geliyorsunuz?

 

Nicky: Evet, Türkiye'ye ilk gelişim.

 

Sona: Etrafa bakınacak vaktiniz oldu mu?

 

Nicky: Evet oldu. Bu şehir çok güzel. Tarihi olan yerlere bayılıyorum. Burada da o kadar çok var ki. Bir ay kalıp bütün tarihi yerleri gezmek isteyeceğiniz türden bir ülke bu.

 

Sona: Nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Play dergisi şöyle yazmış: Nicky Siano dans müziğinin ta kendisi. Bu nasıl bir duygu?

 

Nicky: 1971 yılında çalmaya başladım. Ve ben başladığımda New York'ta benden başka sadece dört dj vardı. Beşimiz de yakın arkadaştık ve New York'taki dans müziği hareketinin başlamasında büyük etkimiz oldu. Bu da zaten bütün dünyadaki dans müziği hareketinin başlangıcı oldu. Ama bundan yıllar sonra, 1983'te çok yakın bir arkadaşım AIDS'ten ölünce bir süre uzaklaştım ve 16 yıl boyunca AIDS hastalarıyla çalıştım. Ve hep şunu düşünüyorum, eğer dans müziği endüstrisindeki başarılarımı ve AIDS hastalarıyla yaşadığım başarıları karşılaştırmam gerekirse, AIDS'lilerle yaşadıklarım benim için çok daha önemli. Dans müziği ortamının bir parçası olmak, ve işin daha başında orada yer almış olmak benim için büyük bir onur. Müziğe bayılıyorum, ve çalmayı çok seviyorum. Bu benim için öyle büyük bir eğlence ve o kadar tatmin edici ki, bunun başarısını üstlenmek beni neredeyse utandırıyor diyebilirim. O kadar seviyorum ve yaparken de o kadar eğleniyorum ki. Oraya çıkıp plak çalarken bir yandan da dans ediyorum çünkü müzikten keyif alıyorum. Bu benim için çok farklı bir şey.

 

Sona: İşin en başında oradaydınız ve de çok gençtiniz. Peki işi nasıl öğrendiniz?

 

Nicky: 16 yaşındaydım. Nasıl öğrendiğime gelince, çok şanslıydım çünkü harika bir arkadaşım vardı, abimin sevgilisiydi, o da dans meraklısıydı. Benim de bir sevgilim vardı ve sürekli beraber dansa gidiyorduk. Ama o zaman çok az kulüp vardı. Hepi topu dört dj ve gidilecek iki kulüp vardı. 18 yaşında olmadığımız için girmemiz de zor oluyordu. Biz 14-15 yaşındaydık. Ben de abimin sevgilisiyle bu sıralarda tanıştım ve o bana seni çocukların girebileceği Loft diye bir yere götüreceğim dedi, ve bana bayağı bir gaz verdi. Ben de Loft'a giden ilk şanslı insanlardan biri oldum. Zaten 1969'da açıldı, ben de 1970'te gitmeye başladım. Daha çok tazeydi ve ben de oradan aldığım ilhamla çalmaya ve kendi kulübümü açmaya karar verdim.

 

Sona: Ve de açtınız.

 

Nicky: Evet iki yıl kadar sonra, 1972 yılında. Gene çok şanslıydım. Abime gittim o da yeni sigortadan para almıştı, "ne kadara patlar?" diye düşündük ettik ve küt diye yaptık. Ve öyle bir an geldi ki başka açık hiçbir kulüp yoktu. Biz de çok güzel bir şey çıkarmıştık ortaya, çok çok iyi bir ses sistemimiz vardı ve o zamanlar iyi ses sistemlerine pek rastlanmıyordu. Işığımız, her şeyimiz çok iyiydi. Anında insanlar gelmeye başladılar ve başından itibaren çok başarılı oldu. O konuda da son derece şanslıydım. Aslında bu kulüp de Studio 54'ün temelini oluşturdu. Başlangıçta belli bir yerdeydik, sonra her yer kapandı. Çünkü itfaiye dairesi işleri çok sıkı tutuyordu ve biz de Soho'ya taşındık. 1974'ün başında Soho'ya taşındığımızda hâlâ kimse boş bir mekâna girip bu alanda bir kulüp tasarlayacağım dememişti. Henüz kimse böyle bir şey yapmamıştı. Ve biz bunu yaptık. Boş bir alana dalıp orada bir kulüp inşa ettik. Acayip ışık numaraları yaptık,  3 tane gözyaşı şeklinde ışık yaptık ve bunlar bayağı yüksek olan tavana doğru hareket ediyordu. O zaman için bu büyük bir yenilikti. Sonradan Paradise Garage'ı tasarlayan Larry Levan ve Steve Rebel de yanımızdaydı. Larry o zaman benim için çalışıyordu. Benim ışıkçı ve dekoratörümdü, Steve de Stüdyo 54'ü açmadan yıllar önce zaten çok iyi arkadaşımdı. Her Cumartesi Gallery'ye gelirdi. Kabinin altında durup tavana doğru yükselen ışıkları izlerdi, daha sonra da ışıkları tavana doğru yükselen bir kulüp açtı. Bizim ki ancak yanından geçiyordu diyeyim ama o en güzelini yaptı. Kendi kulüplerini açmaları ve tasarımı da daha ilerilere götürmeleri açısından insanlara ilham vermek harikaydı. Ama ne yazık ki bugün hâlâ her şey aynı. Ben de birilerinin çıkıp bu fikirleri biraz daha ileri taşımasını bekliyorum. Ya da değişik bir şey yapmalarını. Örneğin New York'ta bir parti düzenliyorum, ve bunu kahverengi bir taş evde yapıyorum. Çünkü kulüplerin tasarımından hoşlanmıyorum. Hepsi aynı, hele bazıları resmen dökülüyor. Kesinlikle hiç şık değil. Yeni ve taze bir şey istiyorum artık ve o yüzden de partiyi bir evde yapıyorum. Bütün ışıklar normal ev ışığı şeklinde, normal abajurlar kullanıyorum ama hepsini kabinden idare ediyorum. Kısıyorum, açıyorum. Farklı işte. Farklı ve güzel. Rahat, sıcak, sanki kulüpte değil de birinin evindeymiş gibi hissediyorsunuz.

 

Sona: Bu şevk, eğlence ve yaratıcılığın bir karışımı sanki. Sihiri yaratan da bu zaten. Şimdiki ortama baktığımızda hepsi ticari bir yönde ilerliyor. Bunun kaçınılmaz olduğunu biliyorum ama... bilemiyorum işte..

 

Nicky: Bu tabi kaçınılmaz ama insan neden o kadar da ticari olmayan, o underground duygusunu taşıyan, risk alan bir tek yer yok diye de düşünüyor. Muhakkak olmalı. Öyle yerler hep vardı zaten, ama artık insanlar güvenli olmayan şeyleri keşfetmekten korkuyorlar. Ticari olan tabii ki güvenli de. Nasılsa o şarkıları daha önce dinlemişler, dans edeceklerini biliyorsunuz. Ama hem iyi olup hem de ticari olmayan şarkıları bulup seçmek biraz daha zor. İnsanlar da güvenli ve kolay olanı seçiyorlar. Bunu yapmayanlar zaten dünyayı değiştiren insanlar. Dünyayı sürekli değiştiren insanlar bunlar. Dans müziğinde o kadar değil ama sinemada, her yerde, eğlencenin her alanında en iyi şeyleri yapanlar risk almayı tercih eden insanlar.

 

Sona: Eğlence denince o sihirli anları yaratan bir de naif olma unsuru var. Saf bir şey. Birlikte oynayan çocuklar gibi.

 

Nicky: Yüzde yüz katılıyorum. Benim hayatımda öğrendiğim şey de bu oldu. Ne yapacağımı düşünürken değil, ama düşünmeyi bıraktığım zaman ne yapmam gerektiğini zihnimin içinde duyuyorum. Bu yaratıcılığın, ilhamın ta kendisi. Kaynak bu. Tanrı ya da ne isim veriyorsanız işte onunla bağlantı kuruyorsunuz. Bence müzik son derece ruhani bir olay. Müzikle son derece yüksek ruhsal etkenlerle bağlantı kuruyorsunuz. Bunu yapabilmek için de egonuzdan sıyrılmanız gerekiyor. Çünkü EGO –Easing God Out- demek. Tanrıdan Sıyırtmak. Tanrının olduğu yerin tam karşıtı. Yani egonuzdan kurtulup boş bir tabela gibi olmanız gerekiyor. Bir çocuk gibi. Buddha "çocuk ol gel" diyor. Doğu dinlerinde "boş bir pirinç kasesiyle gel ki tanrı onu doldurabilsin" diyorlar. Böylece başka bir yerlerden ilham gelebilir.

 

Sona: Birkaç ay önce Stüdyo 54'ün o zamanlar fotoğrafçılığını yapan Anton Perich'le tanıştım. Ortak bir kültür projesi için İstanbul'daydı. Onunla da Studio'dan bahsettik ve kendisi için oyun bahçesi, atölye her şey olduğundan bahsetti. Ve de oradaki insanların tam olarak bu dünyada değil de bir nevi Araf'ta olduğunu söyledi. Siz ne düşünüyorsunuz?

 

Bir şeyi anlamak gerekiyor, ben de insanlara hep bunu anlatmaya çalışıyorum; bütün olan biteni o kadar ilginç kılan öncelikle şuydu: insanlar hayatlarında ilk kez böyle bir müzik duyuyorlardı. Hayatlarında ilk kez Studio 54 kadar muhteşem bir kulüp görüyorlardı. Orası önceden bir tiyatroydu ve müziği daha da heyecan verici kılmak için tiyatronun tüm özelliklerini kullandılar. Bütün gece son derece teatral bir şekilde planlanıyordu. Işıklar saniyesine kadar müziğe göre ayarlanıyordu. Her bir ışık ayrı ayrı müzikle hareket ediyordu. Şimdiki gibi öyle içeri giriyorsunuz, 100 tane ışık yanıyor, biri sağa dönse de farkına varmıyorsunuz çünkü 99 tanesine daha bakıyorsunuz, öyle bir şey değil bahsettiğim. Her ışık müziğe göre tek tek ayarlanmıştı ve birer birer yanıp sönüyordu. Müzik değiştiğinde ışık da değişiyordu. Son derece heyecan vericiydi çünkü çok gösterişliydi ve müzik de tamamen yeniydi. Daha önce insanlar hiç öyle bir dans müziği duymamışlardı. Yepyeniydi. Ses sistemi de öyle. O kadar yeni bir şey söz konusu olduğunda da başka şekilde asla olmayacak bir heyecan unsuru devreye giriyor. Uyuşturucu kullanan ya da kullanmayan herkes o kadar havaya giriyor, o kadar heyecanlanıyordu ki çığlıklar atıp şarkı söylüyor, bas bas bağırıyorlardı. Yanlarında tefler ve düdükler getiriyorlardı. O sırada Vietnam Savaşı'nı yeni durdurmuştuk. İnsanlar kendilerini çok güçlü hissediyorlardı çünkü savaşa karşı durmuşlardı ve savaşa son veren de bu oldu. İnsanlar bir şeylere hakim olduklarını hissediyorlardı. Korkmuyorlardı. 70'lerde New York'ta hangi kulübe giderseniz gidin marijuanasını, jointini yakan, ortalıkta içen insanlar görürdünüz. Sorun olmazdı. Şu anda New York'ta marijuana içilen bir tane kulüp bulamazsınız. Zaten artık kulüplerde sigara da içilmiyor ya.. Aslında son 10 yıldır bu böyle, çünkü artık New York'ta korku unsuru, hükümetin sizi izlediği duygusu hayatımıza girdi. Ve 70'lerde durum böyle değildi. Biz radarın altında yaşıyorduk. İzleniyormuşuz gibi bir durum yoktu. Oysa şimdi herkes izleniyor. Herkes korkuyor. Kontrollü hareket ediyorlar. O zamanlar öyle değildi, onlar da çığlık atabiliyor, dans pistinde kıyafetlerini çıkarabiliyor, heyecanlanıp kendilerini bırakabiliyorlardı. Bugün bunu göremezsiniz. Hem bir yenilik yok hem de dünyada o kadar korku var ki.. Aşk yerine korkuyla hareket eden bir toplumda yaşıyoruz. Hayatta iki ana güdü var, aşk ve korku. 60'larda, 70'lerde biz aşktan geliyorduk. Havada o kadar aşk vardı ki. Şimdiyse korkuya döndük. Temelde bunu yapan da liderlerimiz. Bizim ülkemizde Bush, korku yönelimli bir lider. Korkuyla yönetiyor. Bu o kadar yanlış ki.. Tanrı yolunda olduğunu söylüyor. Oysa tanrı aşktır. Tanrı korku değildir. Eğer şeytan varsa o da korkudur. Ben tanrı yolunda olan bir insanın nasıl olup da memlekette böyle korkuyu beslediğini anlayamıyorum. Bu mümkün değil. O tanrının değil, şeytanın yolunda.

 

Sona: Irak savaşına dair ne hissettiniz?

 

Nicky: Başından itibaren bu savaşa karşıydım. Amerika'daki herkes daha savaşı desteklerken Washington'da savaşa karşı bir yürüyüşe katıldım. Çok az kişiydik, Susan Sarandon ve bir avuç insan. Yüz, iki yüz kişiydik ve o sıralarda Amerika'da savaşa karşı olmak hiç de popüler değildi. Bayağı da hırpalandım, adamın teki sokağın ortasında beni yumruklamaya kalktı. O sıralar alacağım birkaç iş vardı ama kulüpte böyle şeyler söyleyemezsin falan filan dediler. Susan Sarandon ve Tim Robbins gibi büyük oyuncular bile savaş karşıtı olunca kara listeye alındılar. Oscar ödüllerinde sunuculuk yapacaklardı, ama sonradan "hayır sizi istemiyoruz" dendi. Çünkü savaşa karşı çıkmışlardı. Ve aleyhinde konuştuğunuz zaman Bush "siz yurtsever değilsiniz" diyor. Halt etmiş. Ben yurtsever bir insanım. Ülkemi seviyorum ve bu yüzden de sana katlanamıyorum, çünkü onu mahvediyorsun. Sadece bütçe açığına baksanız yeter. İnanılır gibi değil. Adam 3 trilyon dolar fazladan bütçe alıyor, sonra da memleket tarihindeki en büyük bütçe açığıyla gelip bize liderlik taslıyor. Kesinlikle iyi bir lider değil. Son derece zayıf bir lider. Umarım birileri çıkıp bunları söyler. Artık birilerinin onun aleyhinde konuşması gerekiyor. Katrina fırtınası hakkında okuduklarım ve haberlerde izlediklerim... İnsanlar ölüyordu. Bizim yurttaşlarımız ölüyorlardı ve hükümet kalkıp da tek kelime etmedi. Hiçbir şey yapmadı. 3. dünya ülkelerine tsunami yardımında, Katrina bizi vurduğunda olduğundan daha hızlı hareket etmişlerdi. Bunlar yanlış. Önyargılı, kesinlikle yurtsever bir insan değil. Bizim insanlarımız falan da umurunda değil. Onun derdi ticaret ve de kendi dostları. Hepsi bu. Of zaten politikaya hiç girmeyeyim bu gece, çünkü o kadar sinir oluyorum ki kulübe vardığımda kafayı yemiş olacağım.

 

Sona: Gece çalmadan önce sinirinizi bozmayı hiç istemem. En iyisi şöyle müzik sistemlerinden falan bahsedelim.

 

Nicky: Mutlu günlere dönelim.

 

Sona: Evet. Şöyle bir şey okudum. Diyorlar ki Larry Levan bir gecede üç farklı ses sistemi kullanırmış. Önce normal bir sistemle başlayıp sonra daha iyisine, en son da en iyi sisteme geçermiş. Hurafe mi bu?

 

Nicky: Sanırım öyle. Ben hiç öyle bir şey duymadım. Ama ses sistemiyle bir takım numaralar çekiyorduk. Zaten Larry de Gallery'den çıkma ve sonraları yaptığı şeyler benim Gallery'de yaptığım şeyleri geliştirmesi şeklinde oldu. Ses sistemi olayı da bunlardan biriydi. Baslarımız, genel hoparlörlerimiz ve tizlerimiz vardı. Şimdilerde basların yanına mid hoparlör ve tizleri eklediler. Bugün basları ve tizleri açtığınızda plağın sesini olduğu gibi duyamıyorsunuz. O zamanlar biz çok daha açık gözlüydük. Genel hoparlörler kullanıyorduk. Basları ve tizleri kısınca plaktaki her şeyi duyabiliyordunuz. Biz de gecenin başında bas ve tiz kullanmadan, sadece genel hoparlörlerle başlıyorduk. Sonra gece ilerledikçe sesleri ekliyorduk. Bu da ses sisteminin gitgide genişlediği hissini yaratıyordu. Bu da önemli bir nokta. Akşam 10:00'da bir kulübe gidiyorsunuz ve  sabahın ikisindeymiş gibi gümbür gümbür çalıyor. Yok böyle bir şey. Asla böyle bir şeye rastlayamazdınız. Saat 10:00'da kulübe girdiğinizde dans pistinde sohbet edebilirdiniz çünkü çalan müzik da caz ya da bazen farklı vokal ağırlıklı parçalar, yani dans müziği olmayan şeyler olurdu. Bilmeniz gereken yeni plaklar işte. Daha sonra gece başlarken yavaş dans plakları çalınırdı. Hemen öyle 130 bpm'le girilmezdi. Şöyle 100'le hatta 90'la, kısık ses ve yavaş parçalarla başlardık. Sonra gitgide yükselir, yükselir, yükselirdi. Böylece de gece kopardı. Ama şimdi içeri giriyorsunuz, zaten olay kopmuş, çıkıyorsunuz gene öyle kopuk. İçinde bir yolculuk yok.

 

Sona: Öykü mü?

 

Nicky: Yolculuk, öykü hepsi aynı şey, evet. Şarkıların sözleri, ve sözlerin anlamı da bizim için önemliydi. Yeni plağım "Kiss Me Again"in de bir kısmı vokalli. Ve vokal çok heyecan verici bir şey. Ne zaman kulüpte çalsam insanlar bayılıyorlar, deli oluyorlar. Çünkü vokalistin heyecan verici bir şey olması için uğraşmasını sağladım. Plaklar artık o heyecanı da yitirdi. Franki Knuckles "plato müziği" derdi. Bütün plak boyunca tek bir beat var ve neredeyse hiç değişmiyor. Bunun nesi güzel canım, hiç de heyecan verici değil. Ben böyle dansetmem ki, heyecanlanmak için dans ederim.

 

Sona: Boyutlar çoğaldıkça öykü ortaya çıkıyor... Düşünüyorum da, böyle büyük bir efsanenin parçası olmak çok çılgınca geliyor.

 

Nicky: Bu bir şeref. Bunun parçası olmak onur verici. Söylüyorum işte, şu anda burada olmak yerine o zaman orada olduğum için memnunum çünkü olağanüstü şeyler gördüm. Bugün gördükleriniz eski olayların yenilenmiş halleri. Ve o kadar iyi de değil. Ben de o zamanlar takıldığım için memnunum. Bugün beni iyi bir dj yapan da bu. Birçok insan beni dinlemeye geliyor ve "vay canına" diyorlar, "bu inanılmazdı!". Çünkü insanlar plakları gerçekten de heyecanlı bir şekilde çaldıklarında ben oradaydım. Bugün olay artık bu şarkı oturuyor bari çalayım şeklinde. Hayır öyle değil işte. En güzel plağı çalmalısın. Evet mix önemlidir, ama plak seçimi daha önemlidir. Bugün işin teknik yanı, plakların oturması daha önem kazandı. İyi de doğru plak değilse niye ben bunu çalayım? Doğru plak olması şart. Ondan sonra artık miks oturmuyorsa uyması için biraz büyü yaparım, biraz ses efekti.. Bugün atık canlı looping yapabiliyoruz, ses efektlerimiz var. İnsanı çıldırtsın diye hızını değiştirebiliyoruz. Bazen plağı tersine çeviriyorum, öylece geri dönerken ardından başka bir duyguya geçiyorum. Neden olmasın? Biraz ilginç olmalı. Aynı gece bütün plağı dinlemekten hoşlanmıyorum. Uzun tek bir plak gibi geliyor.

 

Sona: Peki çocuklara ne söylemek istersiniz?

 

Nicky: Risklerle başlamıştık. Bu endüstride olmak isteyen insanlara şunu söylerim: risk alın! Güvenli ve kolay olanı seçmeyin. Rüyanızı, kalbinizi izleyin. Başka türlü olursanız insanların sizi seveceğiniz düşünerek performansınız ya da yapmak istediğiniz şeyi aşağıya çekmeyin. Hayır, ancak kendinize karşı dürüst olursanız sizi severler. Ve eğer kendinize karşı dürüst olursanız sonunda mutlaka bir gün yerinizi bulursunuz. Sonunda diyorum. Söylemek istediğim bu. Kendinize karşı dürüst kalın. Bir de şunu söylemek istiyorum, vazgeçmeyin! Çoğunlukla en yetenekli olan insanlar değil de vazgeçmeyen insanlar başarıya ulaşır. O yüzden vazgeçmeyin. Ve de yeni CD'mi alın :D.. Souljazz'dan yeni bir CD çıkarıyorum. Bir toplama albüm: "The 45's That Made Disco Happen". Bütün o 7 inç plaklar.. Gerçekten harika. Acayip cool underground şeyler var. İlk CD "The Gallery Compilations" o kadar popüler oldu ki Souljazz benden bir toplama daha yapmamı istedi ben de bundan çok mutluyum. Sonra yeni plağım "Kiss Me Again" var ve 1975'te Gallery'de bir film çekmiştik, hiç yayınlanmamış canlı bir film ve o da bu yıl yayınlanacak. Bununla ilgili de çok mutluyuz.

 

Sona: Başka neler yapmayı planlıyorsunuz?

 

Nicky: Bol bol seyahat ediyorum ve 21 Mart'ta New York'ta doğum günü partim olacak. Dediğim gibi evlerde ve işte kulüp olmayan yerlerde partiler veriyorum. Muhteşem bir ses sistemim var. Baslar vesaire hepsi özel yapım ve benim tasarımım. Ve New York'ta çaldığımda o da benimle dolaşıyor. Sonra işte plak var, film var, yeni toplama albüm var. Eh daha ne olsun? Menejerim neden web sitende bir radyo yapmıyorsun diyor. Bilemiyorum, gerçekten çok fazla..  Beni daha çok tanımak isteyenler www.nickysiano.com adresine bakabilirler. Gerçekten de eğlenceli bir site. Filmlere şunlara bunlara bakarak saatlerce takılabilirsiniz. Bol bol ses ve müzik de var. Sitede 14 tane miksim var. Direk beleşe indirebilirsiniz. Birer saatlik müzik miksleri, bu da 14 saatlik müzik eder.

 

Sona: Bir şey sormayı unuttum. İnsanlar diskoyu gerçekten gömdüler. O kadar..

 

Nicky: Evet anti-disko oldular.

 

Sona: Neden böyle olduğunu anlayamıyorum.

 

Evet gene söylüyorum, orada olman gerekiyordu. 1977'de plak şirketleri herhangi bir plağın üzerine disko yazdığında direk satıyordu. Hem de yüzlerce ve binlerce, ne olursa olsun. Böylece plak şirketleri gitgide daha hırslandılar. Kötü kötü eski şeyleri çıkartıp üzerine disko yazıp satmaya başladılar. İnsanlar da buna gerçekten sinirlendiler. Sonra Studio 54 de son derece berbat bir politika izledi; giriş politikası. İnsanlar kapıya kadar gidip davetiyeleri olsa bile dışarıda kaldılar. Eğer Steve tiplerini beğenmediyse içeri giremiyorlardı. 3 yıl boyunca dünyanın en iyi kulübünde milyonlarca insanı sebepsiz yere, sırf görünüşlerini beğenmedik diye kapıdan çevirirseniz, ve başlığına inanıp da alanlara kötü kötü plaklar satarsanız birçok insanı kızdırırsınız. Tabii ki insanlar tepki vermeye başladılar ve biliyor musunuz o dönemde ben de onların yanındaydım. Yüzde yüz yanlarındaydım çünkü insanlar sorumsuzca davrandılar. İşin başında ben oradaydım ve bizim yapmak istediğimiz şey bu değildi. Biz insanların gidip kendi iç benliklerini serbest bırakabilecekleri, kendine özgü, underground bir ortam yaratmak istedik. Ama olay bu ticari, parıltılı saraylara dönüştü. İyi o da tamam ama bunlar bizim baştaki fikrimizin ölümü oldu, çünkü bizim düşündüğümüz şey asla bu kadar büyük bir şey değildi. Dilden dile dolaşan bir şeydi, öyle gazetelere falan çıkmak yoktu aklımızda. Halbuki Studio da tam böyle bir şeydi. Kapıdan girdiğiniz anda fotoğrafınız çekilirdi, bu olayın bir parçasıydı. Her gece fotoğrafçılar olur, her gün gazetelerde Studio'dan fotoğraflar çıkardı. Sanırım o sırada insanlar da bunu istiyorlardı.

 

Sona: Hiçbir şey sonsuz değildir.

 

Nicky: Hiçbir şey sonsuz değildir. Hayatın akışıyla gidiyorsun işte. Hayat heyecan verici bir şey. Ne olursa olsun. Benim röportajlarımda olduğu gibi politikadan, şundan bundan bahsetmek, bir şeyler söylemek, bir şeyler yapmak çok heyecan verici. Bir etki gücüne sahip olmak ve bunları söyleyebilmek çok güzel. Zaten hayatta önemli olan da bunlar. E biraz da eğlenelim ama tabii.