'Müzik Hayatımın Anlamıdır'

-
Aa
+
a
a
a

Tom Harrell, “onu dinlemeye gelenlere daha fazla işkence çektirmemek için” solosunu kısa keser ve kendini can havliyle sahnenin en arkasındaki karanlık noktalardan birine atar, meydan artık tamamen gruptaki müzisyen arkadaşlarına kalmıştır. Henüz yeni başlamışken, aniden kesilen trompet solosu, dinleyicileri gafil avlamıştır elbette, ama çok da şaşırtmamıştır, ne de olsa çoğunluk, trompetçinin şizofreni hastası olduğunu biliyordur, bilmeyenler de zaten ikinci parça başlamadan durumu çoktan kavrayacaklardır.

 

Ben kendisini 2003 yılında New York’un nispeten daha az tanınan jazz kulüplerinden birinde dinleme fırsatını bulmuştum. Ertesi gün piyasaya çıkacak olan “Wise Children” isimli albümünün tanıtım konserlerinden biriydi. Belki o gece sadece beyninde varolan ve ona sürekli ne yapması gerektiğini dikte eden seslerden birine kapılıp, -ablasının bir röportajda anlattığı gibi- solosunu aniden keserek sahneden inmemişti ama, çok tedirgin olduğu her halinden belli oluyordu. Baştan aşağı siyahlara bürünmüş bir şekilde ne dinleyicilerle, ne de ona eşlik eden müzisyenlerle göz temasında bulunuyor ve sürekli yere, önüne bakıyordu. Sahnede adeta çok ağır bir suç işlemiş birinin ezikliği içinde sessiz ve hareketsiz, başı iki omzunun içine iyice gömülmüş, sırasını bekliyordu. Bir parça bittiğinde ise, arka sıralarda oturanların katiyen duyamayacakları kadar hafif bir sesle üçe kadar sayıp, sıradaki parçanın startını veriyordu. Solo atarken çok acı çekiyormuşçasına yüzü bumburuş oluyor, solosu bittiğinde ise, başı yine önüne eğiliyordu. Konser bittiğinde ne çalanların ismini anons etti ne de alkışlara bir yanıt verdi. Gece boyunca bir Japon kadının ona gösterdiği ilgi ve yakınlık dikkatimi çekmiş ve onu menajeri zannetmiştim. Meğerse on küsur yıllık eşi Angela imiş. Konser biter bitmez sahnede öylece hareketsiz ve ne yaptığını bilmez halde duran kocasının yanına geldi ve onu dikkatli bakışlardan adeta kaçırırcasına alıp arkaya, kulise götürdü.

 

Sahnedeki o çekingen haline bakınca dinleyicileriyle iletişim kurmak istemediğini düşünüyor insan ister istemez. Ama 2 sene evvel Philadelphia Inquirer gazetesine vermiş olduğu röportajda söylediklerinden anlıyoruz ki  aslında müzisyen ile dinleyicisi arasında bir iletişim olması gerektiğine inanıyor. Böyle çekingen davranmasının nedeni ise dinleyiciyi farkında olmadan yapacağı yanlış bir davranışla veya bakışla rahatsız etmemek. Bir de, müziğin en iyi kapalı gözlerle dinlendiğine inanıyor, böylece grup olarak icra ettikleri parçalara daha iyi konsantre olabildiğini düşünüyor.

 

Konseri birlikte izlediğimiz kişilerden biri, trompetçinin şizofren olduğuna inanmadığını ve sahnedeki tüm o garip davranışlarını, belki de dikkatleri üzerine çekmek için yaptığı fikrini ortaya attı. Tom Harrell’ı ilk kez o gece tanıyan birinin böyle düşünmesini ben hiç de yadırgamadım. Çok önemli bir beyin hastalığı olan bir kişi nasıl olur da bu kadar muhteşem eserler besteleyebilir ve hadi bir şekilde besteledi diyelim, bu eserleri, bedenine hükmeden ve yakasını hiç bırakmayan bu amansız hastalığa rağmen, nasıl bu kadar mükemmel icra edebilirdi?

 

Aslında geçen yıllarda “en iyi film” oskarı almış olan “A Beautiful Mind” ismindeki film sayesinde kitlelerin tanıdığı, Nobel ödüllü, ünlü matematikçi ve aynı zamanda şizofreni hastası John Forbes Nash, Jr. örneği olmasa, bu yıl 57 yaşına basan trompetçinin içinde bulunduğu durumu anlamamız belki çok daha zor olabilirdi. Ama sanırım Tom Harrell’ın jazz’ın John Forbes Nash, Jr.’ı olduğunu söylemek hem pek yanlış olmayacak, hem de onu tanımayanlar için epeyce ipucu verecek.

 

Ama örnekleri çoğaltmak yine de çok kolay değil. Şizofreni öyle bir hastalık ki, genelde henüz 30 yaşına gelmemiş genç insanları vuruyor ve tabi bu da ünlü olmak için oldukça erken sayılabilecek bir yaş grubu. Hastalığını ilaçlar ve azim sayesinde kontrol altında tutarak sanatını sürdüren ve bir başarı yakalayabilenler ise parmakla sayılacak kadar az. Ama farklı, eksantrik ve aykırı davranışların kabul gördüğü, hatta tercih edildiği  öteki bir dünya olan jazz’da, eminim örnekler yaşamın diğer alanlarına kıyasla çok daha fazladır.

 

Mesela, jazz müziğinin ne zaman ve kimin kucağında doğduğu süregelen bir tartışma olmasına rağmen, pek çok müzik tarihçisinin üzerinde birleştiği isim olan kornetçi Buddy Bolden, jazz müziğinin bu hastalıktan muzdarip olduğunu bildiğimiz ilk müzisyeniydi. Henüz 23 yaşında New Orleans’ın en popüler müzisyeni olmayı başaran Buddy Bolden, kendinden sonra gelen kornetçileri en çok etkileyen isimlerin de başında gelmiştir. 29 yaşında ağırlaşan şizofrenisinden dolayı hastaneye kaldırılan kornetçi, ölene dek 24 yıl boyunca orada adeta kayıp bir hayat sürmüştür. Jazz müziğinin büyük ve etkileyici isimlerinden saymaya devam edersek, Charles Mingus’u, Bud Powell’ı anmadan geçemeyiz. Bu isimlere, hep başka bir gezegenden olduğunu iddia etmiş Sun Ra’yı ve böyle bir iddiası olmadığı halde, yaşamı süresince kesinlikle başka bir gezegendenmiş
intibaını vermiş olan Thelonius Monk’ı da rahatlıkla ekleyebiliriz. Rockçulardan ise bu hastalığa yakalandığı bilinen en ünlü müzisyenler olarak akla hemen Fleetwood Mac’in gitaristi Peter Green ve Pink Floyd’un gitaristi Syd Barrett geliyor.

 

 ABD’nin en eski ve saygın jazz dergilerinden Downbeat tarafından 90’lı yıllarda tam 3 kez üst üste “yılın trompetçisi” unvanını kazanan Tom Harrell, aynı zamanda 100’e yakın kaydedilmiş bestesi ve 300 civarı da kaydedilmeyi bekleyen eserleriyle çok üretken bir besteci, big band şefi ve de bir aranjör. Çalışma Psikolojisi üzerine ders veren bir profesör babanın ve istatistikçi bir annenin oğlu olarak San Francisco’da doğan Tom Harrell’ın üstün zekası, küçük yaşlarda ortaya çıkmış. Kendi kendine okumayı öğrenmiş, ilkokulda sınıf atlamış. Trompet çalmaya 8 yaşında başlayan Tom, kendi grubunu kurduğunda ise henüz ortaokuldaymış. Bu yaşlarda hiç bir uyumsuzluğu olmayan Tom’un, 17 yaşında Stanford Üniversitesi’ne gitmesiyle birlikte hal ve tavırlarında oldukça çarpıcı gelişmeler gözlenmeye başlanmış. Birdenbire o eski hayat dolu çocuk gitmiş, yerine içine kapanık, çevresiyle uyumsuzluk yaşayan, sinirli, aksi biri gelmiş. Hemen bu değişimin arkasından gelen bir intihar girişimi ise paranoid şizofreni hastalığına yakalandığı gerçeğini su yüzüne çıkarmış. Bu hastalığın en büyük belirtisi sadece hastanın beyninde varolan ve birtakım kötü niyetli insanların onun peşinde olduğunu söyleyen sesler. Bir başka belirti ise hastanın kendini ifade etmesindeki bozukluk. Örneğin onunla röportaj yapanların birleştikleri bir nokta, Harrell’la konuşmanın çok zor olduğu. “Bir bakıyorsunuz cümlenin ortasında ne konuştuğunu unutabiliyor, aniden sessizleşebiliyor ve o gün bir daha ağzını açmıyor veya çok duygusallaşabiliyor,” deniliyor. Kendisiyle röportaj yapan siyahi bir Amerikalı gazeteciye  sohbetin ortasında “Sizinle daha fazla konuşabileceğimi sanmıyorum. Çünkü şu anda karşınızda dünyaya bir siyahi olarak gelmediğim için kahroluyorum. Jazz, siyahların müziğidir, bu nedenle bir beyaz olarak müziğimin takdir edilmesi beni küçültüyor, bundan utanç duyuyorum,” dedikten sonra ağlayarak içeri kaçtığını, ama 20 dakika sonra da elinde bir bardak süt, sanki hiç bir şey olmamış gibi davranarak geri gelip, kaldığı yerden sohbete devam ettiği de bilinenler arasında.

 

Şizofreniyle beraber yaşamanın önemli riskleri var elbette. Çünkü kafanızın içindeki bu sesler kimi zaman size hayatınıza mal olabilecek şeyler yapmanızı da dikte edebilirler. Kendisiyle yapılan bir röportajda ablası Sue Abrahamson, bir gün Tom’u evde kanlar içinde bulduğunu anlatır. Tom’un açıklaması basittir: Portakal suyu içerken bir takım sesler ona pencereyi kırıp aşağı atlamasını söylemiştir. Harrell o gün gerçekten şanslıdır, çünkü cam kırılmış ama kendi içerde kalmıştır.

 

Depresyona girmemek, panik ataklarını azaltmak ve sakinleşmek için Harrell her gün bir takım ilaçlar alıyor. Fakat bunlar oldukça kuvvetli ilaçlar ve aralarından biri, bir kaç yıl önce, bünyesinde toksik bir reaksiyon yaptığında, Harrell ilacı almayı kesiyor. Sonuçlar ilginç olduğu kadar korkutucu da oluyor. Öncelikle, ruh hali gün içinde sürekli değişip duruyor; çok mutluyken bir anda çok kederli bir hale bürünebiliyor, kendinden gayet emin gözükürken aniden güvensizliğin ezikliğini hissedebiliyor. Bu arada iyi şeyler de oluyor; iki büklüm duruşu düzelirken, titremeleri de geçiyor, hatta zaman zaman rahat ve girişken bir kişiliğe de bürünebiliyor. Karısı Angela, böyle durumdayken, apartman komşularını memnun etmek için hediyeler alıp gizlice kapı önlerine bıraktığını, başka bir zaman, sahnede solo yapma sırası geldiğinde falsetto bir şekilde skat söyleyerek dinleyicilerini şaşırttığını anlatıyor. Karakterindeki bu değişim kimi zaman böylesine sevimli ve ümitlendirici de olsa, bazen çok endişe verici de olabiliyor. Angela buna örnek olarak bir gece yarısı uyandığında kocasının evde olmadığını ve ancak 5 endişe verici saatten sonra “Canım çok yürümek istemişti” kısa açıklamasıyla geri döndüğünü, veya bir gün eve geldiğinde tüm muslukların “Su Tanrısı”na bir saygı ifadesi olarak Tom tarafından açık bırakıldığı için  evi su basmış bir halde bulduğunu anlatıyor.

 

Amerikan CBS Televizyonu’nun Tom Harrell hakkında yapmış olduğu bir programda Angela’nın verdiği bu örneklerin hemen ardından muhakkak akıllara gelen, ama en ufak bir saygı ifadesinden payını almamış şu soruyu soruyor düşüncesizce: “Peki ama tüm bunlar olurken hiç mi durup da ‘Yahu, benim işim ne burada?’ demediniz?” Angela tüm zarafetiyle yanıtlıyor: “Evlendikten sonra yaşadığımız krizler esnasında kendime sorduğum sorular oldu elbette. Ama hiç bir zaman ‘Ben burada ne yapıyorum?’ değil, tam tersine her zaman ‘Ne yapabiliriz, bir ümit var mı?’ şeklinde sorulardı bunlar.”

 

Bu kadar olumsuz etkilerine rağmen, Tom Harrell, hastalığının yine de iyi bir yönü olduğundan,  onu çok daha üretken kıldığından bahsediyor. Hastalığının onu daha içe dönük yaptığını ve sosyal açıdan izole ettiğini, bu yüzden de beste yapmak için eskisine nazaran çok daha fazla zaman bulabildiğini anlatıyor. “Beste yaparken yeni fikirler bulmakta hiç zorlanmıyorum. Zorluk, yeni fikirlerin akışının hızına uyum sağlayabilmekte”. Onunla görüşen hemen herkes trompetçinin en rahat, müzik konusunda konuştuğunda hemfikir. “Müzik hayatımın anlamıdır” dediğinde bunu sadece duygusal anlamda söylemediğini, ağzında, kol, bacak ve kalçasında  istenç dışı meydana gelen garip hareketlerin, titremelerin, müziğine konsantre olduğunda önemli ölçüde azaldığını, yani müziğin fiziksel anlamda da ona çok şeyler kattığını eşinden öğreniyoruz.

 

Kendisi de bir piyanist olan ve jazz müziğindeki yaratıcı süreç hakkında yazıları bulunan psikiyatrist Danny Zeitlin, yaratıcı sürecin olmazsa olmaz iki yönünden bahsediyor. “Birincisi ve daha bilineni sanat disiplinidir. Daha az üzerinde konuşulanı ise yaratıcılıktır. Jazz müzisyenleri “İlk kez bu gece çalarken her şey yerli yerine oturdu” veya “Konserde adeta bambaşka bir yerde çalıyordum” gibi yorumlar yaptıklarında bu aslında onların sanatı ile yaratıcılıklarını bir araya getirmeyi başardıkları bir üst seviyeye eriştiklerinin göstergesidir. Bu yaratıcı ifadenin en müthiş anlarından biridir. Ama şizofreni hastalarını bu alanda pek göremezsiniz. Çünkü sanatsal bir fikri devam ettirebilmek, tamamlayabilmek için onu kavramsallaştırabilme yetisinin olması gerekir; bunlar da ne yazık ki bir şizofrenin sahip olduğu özellikler değildir. Tom Harrell’ın istikrarlı bir şekilde müziğini kavramsallaştırabilmesi ve bunu da mümkün olan en yüksek estetik normlarda başarması, psikolojik standartlar açısından tek kelimeyle hayranlık  vericidir.”

 

Bence bu ifade bile söz konusu Tom Harrell olunca, çok hafif kalıyor. Davulcu Elvin Jones ve saksofoncu Phil Woods’un “kusursuz bir dahi”, tenor saksofoncu Joe Lovano’nun ise “şiirsel bir müzisyen” olarak nitelendirdiği dünya çapındaki bu trompetçi, sadece psikolojik standartlar açısından değil, jazz standartları açısından da en üst düzeyde hayranlık uyandıran ve jazz dünyasına imzasını atmış büyük bir müzisyendir. “Peki ama bunu nasıl başarıyor?” derseniz,  belki bunun cevabı da şu sözlerinde saklıdır: “Ben mi müziği çalıyorum, müzik mi beni, bunu gerçekten bilemiyorum.”

(Jazz Dergisi'nin 30. Nisan-Haziran 2004 sayısında yayınlanmıştır.)