4 Nisan 2010
AK Parti’nin hazırlamış olduğu Anayasa değişikliği paketi, tahmin edilebileceği gibi, yoğun ve ateşli tartışmalara yol açtı. Şu anda Türk siyasal hayatında mevcut olan siyasi kutuplaşma göz önünde bulundurulduğunda buna hayret etmemek gerekir. Gerçekten, normal bir Batı demokrasisinde tartışma konusu bile olmayacak, en fazla rasyonel ve uzlaşmacı diyaloglarla kısa zamanda çözülebilecek hususlar, Türkiye’de derhal şiddetli ideolojik çatışmaların konusu haline gelmekte, önerilerin içeriği
değil, kimin tarafından önerildiği ön plana çıkmaktadır. Konuya ideolojik gözlüklerle bakıldığı için de, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, parti yasakları, çoğulcu demokrasi gibi evrensel kavramlar, Batı demokrasilerindekinden çok farklı anlamlarda çarpıtılmakta, bu önerileri getiren partiye karşı kapatma tehditleri (Sayın Baykal’ın deyimiyle “masanın altında kalma”) savrulmakta, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Anayasa Mahkemesi (AYM) yönlendirilmeye çalışılmaktadır.
Anayasa 82’den beri tartışılıyor
Taslağa yöntem bakımından getirilen eleştiriler arasında ise, konuların yeterince tartışılmayıp aceleye getirildiği, geniş çapta uzlaşmaya dayanmadığı, bir yıldan biraz fazla ömrü kalmış bir parlamentonun anayasa değişikliği yapmaması gerektiği, seçim barajı ve yasama dokunulmazlığı konularına yer verilmediği, referandumun anayasa değişikliklerinde meşru ve demokratik bir yöntem olmadığı, hattâ -ciddiyet sınırlarını zorlayarak- (AYM tarafından) “irticai faaliyetlerin odağı” olarak nitelendirilmiş bir partinin çoğunlukta olduğu bir parlamentonun anayasa değişikliği yapamayacağı gibi, kimisi ciddiye alınmaması gereken, kimisi de en azından tartışılmaya değer nitelikte hususlar vardır.
Konunun aceleye getirildiği iddiasından başlarsak, bunu haklı bulmak mümkün görünmemektedir. Bir anlamda 1982 Anayasası üzerindeki tartışmalar, daha bu Anayasanın kabul edildiği anda başlamış, 1990’lı ve 2000’li yıllarda yoğunlaşmış, çeşitli sivil toplum kuruluşlarınca (TÜSİAD, TOBB, tümüyle yeni anayasa taslakları hazırlanmış, Anayasa 15 defa değiştirilmiş, 2007’de sivil anayasa taslağının hazırlanmasıyla bu tartışmalar daha da yoğunlaşmıştır. Türkiye’de son üç yıldan beri hemen hemen her gün anayasa sorunları tartışılmaktadır. AK Parti’nin hazırladığı taslağın belki de en ihtilâflı unsurunu oluşturan yargı reformuna ilişkin maddeler de, Adalet Bakanlığı’nın yargı reformu projesini açıklamasından bu yana, birkaç aydır en yoğun biçimde tartışma konusudur. Dolayısıyla, aceleye getirildiği ve yeterince tartışılmadığı itirazı, herhalde bu pakete yöneltilebilecek en son itirazdır.
Taslağın geniş çaplı bir uzlaşmaya dayanmadığı ise, bir anlamda elbette doğrudur. Ancak burada da, böyle bir uzlaşmanın mümkün olup olmadığı ve uzlaşma ya da oydaşmanın (consensus) kapsamının ne olması gerektiği soruları sorulmalıdır. Uzlaşma, her şeyden önce, ilgili tarafların açık bir zihinle bir masaya oturup konuşmalarını gerektirir.
Muhalefet karikatürize ediyor
Oysa, ana muhalefet partisi, TBMM Başkanlarının bir partiler-arası uyum komisyonu kurulması hakkında defalarca yaptıkları öneriyi her seferinde reddetmiş ve “kediye ciğerci dükkanı emanet edilemeyeceği” gibi, çok hayatî bir sorunu tümüyle karikatürize eden bir cevap vermiştir. Günümüzdeki ideolojik kutuplaşmanın derinliği ve boyutları düşünüldüğünde, görüşme masasına oturulsaydı dahi, üzerinde her tarafın oybirliğine varabileceği bir çözüm bulmak imkânsız olacaktı; çünkü tarafların anayasal tezleri birbirlerinin tam zıddı niteliktedir.
Bu gözlem bizi, bir anayasa değişikliğinde veya yeni bir anayasanın yapılmasında, uzlaşmanın hangi noktaya kadar aranması gerektiğine götürmektedir. Elbette, mümkün olduğunca geniş oydaşmaya dayanması, siyasi bir temenni olarak değer taşır.
Temenniler ve zorunluluklar
Ancak siyasî temennilerle hukuki zorunlulukları karıştırmamak gerekir. Yürürlükteki Anayasanın 175’inci maddesi, anayasa değişiklikleri için nitelikli çoğunluk (üye tamsayısının en az beşte biri ve zorunlu referandum veya üye tamsayısının en az üçte ikisi ve ihtiyarî referandum) aramak suretiyle, belli ölçüde uzlaşma ya da oydaşmanın varlığını zorunlu kılar. Normal bir kanunun kabulü için Anayasanın (m. 96) öngördüğü asgarî kabul yetersayısının üye tamsayısının dörtte birinden bir fazlası (139 oy) olduğu düşünülürse, anayasa değişiklik kabulünün hiç kolay olmadığı ortaya çıkar. Bunun ötesinde oydaşma aramak, hele Türkiye’nin içinde bulunduğu kutuplaşma ortamı nazara alındığında, güzel bir hayal olmaktan öteye geçemez. Zaten bir anayasa değişikliğinde, hattâ herhangi bir konuda, toplumun yüzde yüz mutabakatı, hiçbir ülkede gerçekleşemez. Son on yıllarda mümkün olan en uzlaşmacı yöntemlerle yapılmış olan 1978 İspanya Anayasası bile referandumda ancak 87.87 oyla kabul edilmiştir. Referandumun anayasa değişikliklerinde meşru ve demokratik bir yöntem olup olmadığına gelince, elbette referandum, yasama meclislerinde görüşülme ve nitelikli çoğunlukla kabul şartlarının yerini tutacak veya ona alternatif olacak bir yöntem değil, ancak onun tamamlayıcısıdır.
Gerçekten, yasama meclisinde nitelikli çoğunlukla kabul edilen bir metnin, nihaî olarak aslî kurucu iktidarın gerçek sahibi olan halkın onayına sunulmasını antidemokratik gören bir anlayışı anlamak mümkün değildir. Pek çok Avrupa ülkesi, anayasa değişikliklerinde nitelikli çoğunluk şartına veya diğer güçleştirici yöntemlere ek olarak, referandum yöntemini de benimsemiştir. Zaten bu yöntem, 1982 Anayasası’nın ilk şeklinde de vardır, uygulama alanı 1987 değişikliği ile daha da genişletilmiştir. Anayasa değişikliğinin birden fazla maddeyi içermesi halinde de, referandumda Anayasa’nın 175’inci maddesine göre, bu hükümlerden hangilerinin birlikte, hangilerinin ayrı ayrı oylanacağını karara bağlamak, tamamen TBMM’nin yetkisindedir. Son tartışmalarda dile getirilen, paketin her maddesinin ayrı veya gruplar halinde oylanması, temenni niteliğinde olup, TBMM’nin yetkisini değiştirmez. Kaldı ki, meselâ 150-200 maddelik bir anayasa yapılıp referandum’a sunulduğunda, seçmen, 150-200 defa mı oy kullanmak zorunda kalacaktır?
Parti kapatma kriteri
Taslağın içeriğine girersek, bunun demokratik standartlarımızın yükseltilmesi için olumlu bir adım oluşturduğunda kuşku yoktur. Şahsen en önemli çekincem, siyasal partilerin kapatılması konusunda, yöntem yönünden güçleştirici bir değişiklik tasarlanmasına rağmen, 68’inci maddenin dördüncü fıkrasındaki parti yasaklarına hiç dokunulmamış olmasıdır. Oysa, uzunca bir zamandan beri, AK Parti sözcüleri de dahil, birçok yazar, siyasetçi ve akademisyen, bu konuda Venedik Komisyonu kriterlerinin kabulünü savunmuştu. Komisyon, bir demokraside son derece istisnai bir durum olması gereken parti kapatmayı, ancak bir partinin şiddet yöntemlerine başvurması veya savunması hallerinde meşru görmekteydi. Komisyon, 1999’daki raporundan sonra, 2009’da münhasıran Türkiye’ye özgü olmak üzere bir rapor daha kabul etti. Burada Türkiye’deki siyasal parti rejimi, hem yasakların çokluğu ve muğlak ve yoruma açık niteliği yönünden, hem parti kapatma sürecini başlatmanın sadece Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın inisiyatifine bırakılmış olması yönünden eleştirildi. Gerçekten bugün 68’inci maddedeki parti yasaklarının çok değişik şekillerde yorumlanabileceği, dolayısıyla AYM’ye çok geniş bir sübjektif takdir hakkı tanındığı açıktır. Siyasal partileri rejimimizin normal bir demokrasideki kadar güvenceli işleyebilmesi için 68’inci maddenin de mutlaka değiştirilmesi ve Venedik Kriterlerinin esas alınması şarttır.
Hesap veren sorumlu olsun
Venedik Komisyonu’nun 2009’da Türkiye’deki siyasal partiler rejimine yönelttiği ikinci eleştiri ise, usulî yöndendir. Komisyon, bir parti hakkında kapatma davasının açılmasının bile önemli siyasal sonuçlar doğuracağı, ciddi siyasal huzursuzluk ve endişelere yol açacağı gerekçesiyle, süreci başlatma yetkisinin yargısal bir makama değil, seçilmiş siyasal makamlara bırakılmasını tavsiye etmiştir. Avrupa’da parti kapatma müeyyidesine yer veren iki önemli demokratik ülke, Almanya ve İspanya’da süreç, hükümetin veya yasama meclisinin iki kanadından birinin talebiyle başlatılmaktadır. Taslak da ise, süreç tersine çevrilmiş, yani talebin Başsavcıdan gelmesi, ancak buna izin verilip verilmemesinin, tüm partilerin beşer üye ile temsil edilecekleri özel bir Meclis komisyonunca kararlaştırılması öngörülmüştür. Bu çözüm, çeşitli açılardan sakıncalıdır. Bir defa, Başsavcının başvurusunun Meclis komisyonunca reddedilmesi, kamuoyunda, suçlanan bir partinin siyasal saiklerle kurtarıldığı gibi bir izlenim yaratabilecektir. İkincisi, Meclis’te grubu bulunan bütün partilere eşit temsil hakkı verilmesi, 350 milletvekili olan partiyle 20 milletvekili olan bir partinin eşit tutulması, hakkaniyet ve orantılılık ilkelerine aykırıdır. Üçüncüsü, partilere yeterli güvence sağlamamaktadır; çünkü birkaç küçük partinin birleşerek büyük bir partinin kapatılması yolunu açmaları mümkündür.
Partilerin kapatılmasında inisiyatifin siyasi organlara bırakılması, bazılarının sandığı veya takdim etmeye çalıştığı gibi, siyasetin yargıya müdahalesi değildir. Parti kapatma hukuki olmaktan çok siyasidir. Önemli siyasal sonuçları olan bir sürecin, hiçbir siyasal sorumluluğu ve halka hesap verirliği olmayan atanmış bir bürokratça değil, siyasal sorumluğunu üstlenecek ve halk önünde hesabını verecek bir siyasal organ tarafından başlatılmasının gerekliliğidir. Bence süreç, TBMM’nin nitelikli çoğunlukla vereceği bir kararla başlatılmalı, Başsavcı bu karara uyup dâva açmakta veya açmamakta serbest olmalıdır. Yargılama, her halükârda AYM’ce yapılacaktır. Taslakla ilgili diğer çekincelerim, AYM ve HSYK’nun oluşum tarzıyla ilgilidir. Bunları başka bir yazımda ele almayı ümit ediyorum.