11 Şubat 2007Radikal Gazetesi
Konuşan Türkiye patlamasının hayatımızın hangi ergen düşkırıklığı sonrasına rastladığını hatırlayanımız çoktur. 12 Eylül'ü hazmedip artık bu konuda bir şey yapamayacağımızı anladığımız, aynı zamanda yaralı ama gururlu bir halk olarak başı dik, üstelik uygar bir duruşla kavgayı bir yana bırakıp tartışmaya karar verdiğimiz bir noktada buluştuk o arenada. Bu kararı verenin kendimiz olduğundan kuşku duyduğumuz anlar olmuyor muydu, elbette oluyordu, lâkin işte artık her şeyi canımıza kast edenlerle açık seçik tartışıp halkın önünde boy ölçüşebilirdik. Siyaset Meydanı ve ondan mülhem bütün programlarda sabahlara kadar uzun uzun konuşuyorduk. Maç seyri kadar heyecanlı, maç seyri kadar zevkli bir hale geldi münazara. O gün bugündür Türkiye konuşuyor. Bu arada 'ağzı olan konuşuyor' savsözüyle münazara atmosferini tiye alanlar haksız sayılmazdı. O arenada fikir çalıma, hakikat stratejiye, hayatımızın açmazları eğlenceli bir seyirliğe dönüşüvermişti. Yanına kolay şöhret ile yıka-çık demokratlığı da kattığınızda berbat bir kakofoni ile klişeler savaşından başka bir şey kalmıyordu. Ama Türkiye artık konuşuyordu. Hepimiz konuşmanın şehvetine kapılmış gidiyorduk. Geçenlerde çok sevgili bir çocukluk arkadaşımla yemeğe oturduğumuzda üniversiteli oğlunun münazara 'şampiyonasında' olduğunu söylemesiyle içim ürperdi. Kendi çocukluğumda kaldığını sandığım münazara ve benzeri müsamerelerin hâlâ genç dimağları çağırmakta olduğuna nedense şaşırdım. Oysa tam zamanı. Siyasetin tükendiği çoktan ilan edildi. Fikir çatışmasının inançsız laf ebeliği, bir strateji oyunu olarak tanımı artık kimseyi şaşırtmamalı. Geçen gün televizyonda kimi değerli katılımcılarıyla insanı cezbeden bir münazara izledim. Konu, sığını görmüşüz gibi yine derin devletti. İzlediğim program da insanı derin bir bezginlik hissine gömüyordu. Değerli ve demokrat bir profesör ezcümle linççi olmayan milliyetçiliğe saygı duyduğunu, ancak aynı saygıyı onlardan da beklediğini dile getiriyordu. Özenle, uzlaşmaya barışmaya yatkın bir duruş sergiliyordu. Daha geçen gün şaibeli partisini yeterince şahin bulmayarak fanfar eşliğinde daha da şaibelisine katılmış en yiğit milliyetçilerden eski kültür bakanı ile çatışmadan anlaşmaya çalışıyordu. Çoktan hacir altına alınması gereken yaşlı MİT'çiye de resmi faili meçhullerde ve ASALA ile yurtdışında sürdürülen suikast yarışmasında neden katil, kirli isimleri kullandınız, devletin onca asker polisi beklerken, diye soruyordu. Seyirci, puanını verirken profesörün bu eylemlere değil de kullanılanların şahsiyetine itirazı olduğunu düşünecekti. Profesör mutlaka öyle düşünmüyordu. Ama münazaraya çıkmış olduğu için stratejik duruş belirliyordu. Alttan alıyordu. Karşısındaki kanlıları faka bastırmaya çalışıyordu. Büyük hayranlık duyduğum bir başka yazar-akademisyen, başbuğ adayı siyasetçinin yanında oturmuş sükunetini korumaya çalışıyordu. Bu arada inceden 'bakalım kimin vatanseverliği en uzağa gidecek' havası da oluşuverdi. Akademisyenlerin bir süredir, hangi konu tartışılırsa tartışılsın soğukkanlı bir reel politika diline sıkı sıkıya sarılmakta olduğunu görüyorum. Kimse kimseyi incitmek istemiyor. Demokrasinin şefkatli kollarında katil şebekelerinin önde gelenleriyle memleketin menfaati için bir tartışma zemininde buluşmayı hazmedebilmek aklın, demokrasi ve insanlık mücadelesinin kaçınılmaz adımı olarak değerlendiriliyor. Onlara demokrasi telkininde bulunuluyor. Vahşiler de saygıdeğer ve soğukkanlı akademisyenlerin karşısında poz vererek meşruiyetlerine meşruiyet katmış oluyor. İyiniyetli demokratların kanımca yeterince sorgulamadıkları gerçek şu: Bir tarafına oturdukları tahterevalli hileli. Demokrat olma gibi bir derdi hiç olmamış insanlarla halk önünde demokrasi adına tartılırken hep havada kalıp çırpınan olmak kaçınılmaz. Dolayısıyla birbirleriyle, asıl Müslüman benim, asıl milliyetçi benim diye itişen döküntü Meclis siyasilerine dönme tehlikesi bekliyor, akla hizmet ettiğini sanarak zorbalığın açık ideologlarıyla tartışmaya kalkanları. Üstelik kendi mahremine sadık, hiçbir konuya kişiselleştirerek yaklaşmama çabasındaki akademisyen karşısında kendini ve inançlarını olduğu gibi ortaya koyuveren vatan öztürkleri münazarayı kazanıyor. Soğukkanlı siyaset uzmanı gazeteciler ve akademisyenler ilkeler üstünde tartışadursun, ekran kısa zamanda zorbaların gözü dönmüş propaganda aracına dönüşüveriyor. Orada oturup uzun uzun saygıyla o propagandayı dinlerken 'bir yerde yanlış yapıyoruz' hissine kapılan yok mu acaba? Uzlaşma misyonuyla tartışırken tabuları belirleyen, tehdit ve tazyikle dokunulmazlığını kazanmış olanların çizdiği çerçeveden dışarı adım atılamıyor. İslam konuşulurken herkes inançlı, milliyetçilik tartışılırken herkes vatansever oluyor. Kürt sorunu tartışılırken Kürtlerin bir kısmı kurucu unsur olma peşinde yırtacağını sanıyor. Dikkat ederseniz kimse çıkıp ben Müslüman değilim, kaldı ki bütün dinlerin insanlığa derin zararları olduğuna inanıyorum diyemiyor. Buna rağmen türban hakkını savunuyor olmam şu anlama geliyor diye bağlamıyor meseleyi. Türk doğmuş olmakla asla ve hiçbir zaman gurur duymadım. Gurur duymak aklıma bile gelmedi. Sevdiklerimi, dostları, birlikte eylediklerimi seçerken milliyetlerini sorgulamak aklıma bile gelmez. Kaldı ki sek Türk olduğunu iddia edene de güler geçerim. Ermeniler de, Süryaniler de, Pontuslular da bu topraklarda Türklerden çok eski. Demek mümkün değil mi? Taha Parla, iki hafta önceki olağanüstü önemli ve her zamanki gibi acımasızca berrak yazısında şöyle diyordu: "İyi niyetli birçok insan çeşitli hegemonik bagajları esaslı ölçüde atamadıkları için empatili fakat paternalist, hamiyetli ve elitist, moralist-hümanist tutumlarda, bazen kendilerinin de istemeyeceği derecede, tevkif olup kalıyorlar. İş bununla da bitmeyebiliyor: Tarihi ve ahlaki asimetrileri, eşitsizlikleri, kusur dağılımını, şiddetin baskın yönünü göremeyip, fiili-faili-mef'ulü birbirine karıştırıp düzleyebiliyorlar. Bu bir analiz zaafından ibaret değil; objektif ve somut bedelleri de olabiliyor. Sorunlara daha ciddi çözümler getirebilecek başka rasyonel müzakere opsiyonları eleniyor; fazlasıyla ödüncü-uzlaşmacı diskurlarla ve aşırı genişlikte cephe mantıklarıyla hareket etmekle, statükonun dilinin birazcık ötesinde bir dil kullanmakla yol alınabileceği zannedilebiliyor. Sonuç, statükonun hep yeniden üretilmesini koruyan ve kollayan yönetici sınıfların ve onların baskı ve ideolojik aygıtlarının itiraz etmeyeceği, karşısında istifini bozmayacağı bir duruştan öteye gidemiyor. İstenen herhalde bu değil, ama fiili ya da beklenmedik sonuç bu olabiliyor." ..................................................... Hepimiz günün siyasetini üreten, halkın karşısına çıkmış gladyatörler mi olmalıyız? Ben, barışmak istemiyorum. Yarım akıllı, tam inançlı bir MİT eskisini uzun uzun ve saygıyla dinlemek istemiyorum. Cinayetlerinin dökümünü yüzüne vurup hesap soramayacaksam neden zorbaların yanında uslu uslu oturayım. Münazara adına mı? Münazaradan çekiliyorum.