Fotoğraf: AP/ Emrah Gürel (İstanbul, Fransa Konsolosluğu'nun önü)
11 Ocak 2015
Fransa’da hiciv dergisi Charlie Hebdo’ya karşı girişilen terörist saldırı, ifade özgürlüğüne ilişkin değildi. Radikal İslam’la da ilgili değildi. Kurmaca bir medeniyetler çatışmasını da göstermiyordu. Ufukta beliren bir distopyanın habercisiydi bu saldırı: Sınaileşmiş Batı’nın şaşaa, debdebe ve miskinliği içinde hayat süren imtiyazlılar zümresi tarafından hunharca denetlenen, küçümsenen ve aşağılanan, hayatta kalmaları için gerekli kaynaklardan mahrum ve umuttan yoksun bırakılmış yeryüzü lanetlilerinin, nihilist bir gazapla şamarı vurdukları bir distopyanın habercisi.
Mülksüzleştirilmişlerin gazabını yaratmış bulunuyoruz. Yağmacı küresel kapitalizm ve imparatorluk canavarı, terörizm canavarını dünyaya getirdi. Ve biz de, bu gazabın kökünü, kaynağını anlayıp onu iyileştirmeye çalışmak yerine gayet gelişkin güvenlik ve gözetleme mekanizmaları kurduk, hedef gözeten suikastlere ve âcizlerin işkenceden geçirilmesine cevaz veren yasalar geçirdik ve dünyaya hükmetmek için modern ordular toplayıp endüstriyel savaş makinaları inşa ettik. Konunun adaletle alakası yok. Özgürlük veya demokrasiyle de alakası yok. İfade özgürlüğü ile de alakası yok. Konu, imtiyazlıların, yoksulların sırtından ayakta kalmak için giriştikleri o manyak kapışmayla alakalı. Ve yoksullar da bunu biliyor.
Siz de benim gibi Gazze’de, Irak’ta, Yemen’de, Cezayir’de, Mısır’da, Sudan’da, ve ayrıca Paris ve Lyon gibi Fransız şehirlerini çevreleyen ve yoksullaşmış Kuzey Afrikalı göçmenlerin yığıldığı o iç karartıcı, ayrımcılığa uğramış banliyö (varoş) denen sosyal konut projelerinde bulunduysanız, geçen Cuma Fransız polisi ile silahlı çatışma sonucu öldürülen Şerif Kuaşi ve Said Kuaşi kardeşleri anlamaya başlardınız. Bu sefalet yuvalarında işi gücü olan pek bulunmaz. Irkçılık barizdir. Umutsuzluk kol gezmektedir; özellikle de hiçbir amaçları olmadığını hisseden erkekler arasında. Genellikle kimlik kontrolleri sırasında polis tarafından yapılan göçmen tâcizleri, neredeyse aralıksız bir şekilde sürüp gider. Bir keresinde polis, benim de içinde seyahat ettiğim Paris metro vagonuna daldı, gözle görünür bir sebep olmaksızın Kuzey Afrikalı bir göçmeni dışarı çekti ve platformda acımasızca dövdü. Fransız Müslümanlar, Fransa’da hapishane nüfusunun yüzde 60 ila 70’ini oluşturmaktalar. Uyuşturucu ve alkol, yoksul Müslüman mahallelerinde yaşayanların acılarını dindirmek üzere söylenen cazip siren şarkıları gibidir.
Fransızlar Fransa’daki 5 milyon Kuzey Afrika’lıyı Fransız saymıyor. Bu insanlar belki de doğmuş ve kısa bir süre yaşamış oldukları Cezayir, Tanca, Tunus gibi yerlere döndükleri zaman kendilerine orada toplum dışı yabancı muamelesi yapılıyor. İki dünya arasında kalan bu insanlar, Kuaşi kardeşler gibi, basit suçlar ve uyuşturuculardan oluşan gayesizlik ve başıboşluk âlemine sürükleniyorlar.
Kutsal savaşçı yani cihadî olmak ve böylelikle mutlak ve saf idealin, katıksız ülkünün şampiyonluğunu yapmak, insanı sarhoş eden bir dönüşüm, insana kudret ve ehemmiyet hissi bahşeden bir tür yeniden doğuş getiriyor – basübadelmevt. Bir İslam cihadîsinin bu hâle duyduğu yakınlık, bir zamanlar Kızıl Tugaylar mensuplarının veya eski faşist ve komünist parti üyelerinin hissettikleri ile aynı. Bir düş ülkenin –ya da ütopyanın– gelişini müjdeleyen herhangi bir mutlak ülküye bağlananlar, tuhaf komplo teorileriyle dolup taşan Maniheist bir tarih görüşünü benimserler. Burada karşıt kuvvetler, iyicil bile olsalar, gizli bir kötü niyetle donatılmış haldedir. İhtida edenler iyilerle kötüler, iffetlilerle iffetsizler arasında bölünmüş ikili bir evrende yaşadıklarına inanırlar. İyiliğin ve iffetin savunucuları olarak kendi mağduriyetlerini kutsarlarken tüm imansızları da şeytanlaştırırlar. Kendilerinin tarihi değiştirmekle görevlendirilmiş olduklarına inanırlar. Ve, dünyayı öteki inanç sistemlerine, ırklara ve kültürlere ait insanları da dahil ettikleri tüm pisliklerinden arıtma aracı olarak gördükleri hiper eril bir şiddete kucak açarlar. Fransa’da göçmen düşmanı Front National (Ulusal Cephe) lideri Marine Le Pen etrafında örgütlenmiş aşırı sağın, Le Pen’in imha etmek istediğini söylediği cihadîlerle bu kadar çok ortak noktası bulunması, işte bu yüzden.
Umutsuzluk batağına saplanıp kalmışsan, İsrail’in devasa açık hava hapishanesi Gazze’de kapana kısılmış yaşıyorsan, bir mezbelede beton zemin üzerinde 10 kişi bir arada yatıyorsan, her sabah kalktığında, musluğundan akan su zehirli olduğu için bir şişe su almak üzere mülteci kampının çamurlu sokaklarında yürüyorsan, iş güç olmadığından ve ailen de aç olduğundan, azıcık yiyecek almak için BM bürosu önünde kuyruğa giriyorsan, ardında yüzlerce ölü bırakan düzenli İsrail hava bombardımanlarına katlanmak zorundaysan, elinde kalan tek şey dindir. Günde beş vakit namaz, sana yapı ve anlam duygusunu ve bundan daha da önemlisi, özsaygı kavramını kazandıran tek şeydir. Ve dünyanın imtiyazlıları sana onur ve haysiyet kazandıran tek şeyle dalga geçtiklerinde, içinde âniden büyüyüveren kaotik bir öfkeyle tepki gösterirsin. Çevrende bulunan herkes gibi sen de buna cevap vermekte kendini âciz hissettiğinde bu öfke bunaltıcı bir hal alır.
Paris’te yayınlanan Charlie Hebdo adlı haftalık hiciv dergisinde çıkan Peygamber karikatürleri saldırgan ve çocukça. Hiçbiri komik değil. Ayrıca, Müslümanlar sözkonusu olduğunda çirkin bir çifte standart sergiliyorlar. Fransa’da Holokost’u inkâr eden biri, ya da Ermeni soykırımını inkâr eden bir başkası bir yıla kadar hapsedilebilir ve 60 bin dolar tutarında para cezasına çarptırılabilir. Fransa’da Charlie Hebdo’nun İslam’la dalga geçtiği tarzda Holokost’la dalga geçmek kanunen suç sayılmaktadır. Fransız lise öğrencilerine Nazilerin Yahudilere yaptığı eziyet ve zulmün okutulması zorunludur; oysa aynı öğrencilerin ders kitaplarında yaygın Fransız mezalimi hakkında neredeyse hiçbir bilgi yoktur; sömürgeci Fransa’ya karşı Cezayir’in giriştiği bağımsızlık savaşında kimi kaynaklara göre 1 milyon kişiyi aşan ölü sayısı da bu bilgi eksikliğine dahildir. Fransız kanunları, kadınların yüz kısmını bir file ile örten ve vücutlarını da kapatan burqa adlı örtünün kamu içinde giyilmesini yasaklar; sadece gözleri dışarıda bırakan küçük yarıktan oluşan niqab adlı peçe de aynı şekilde kanunen yasaktır. Bunları halk içinde giyen kadınlar tutuklanabilir, yaklaşık 200 dolar para cezasına çarptırılabilir ve toplum hizmetinde zorla çalıştırılabilirler. Geçen yaz İsrail Gazze’de yüzlerce sivilin ölümüne yol açan gündelik hava bombardımanlarını gerçekleştirirken Fransa’da Filistinliler lehine gösteri yapmak yasaklanmıştı. Müslümanlara verilen mesaj çok açık: Sizin geleneklerinizin, tarihinizin ve ıstırabınızın bir önemi yok. Sizin hikâyenizi duyan olmayacak. Joe Sacco, Guardian gazetesi için hazırladığı çizimlerde bu noktayı ortaya koyacak cesareti gösterdi. Sacco’nun işaret ettiği gibi, bu hikâyeleri işitemezsek, sonsuza kadar terör alır, karşılığında da devlet terörü satarız.
“Özgürlük, insanların en kutsal bildiği kavramları aşağılama, bunlara hakaret etme, bunlarla alay etme serbestliği anlamına geliyorsa, ortada hayli üzücü bir durum var demektir.” California’da yaşayan Hamza Yusuf adlı Amerikalı bir İslam bilgini, bana yolladığı email’de böyle diyordu. “Bazı Latin ülkelerinde öldürdüğü kişi sanığın anasına sövmüşse sanığın beraat ettirildiği görülmüştür. Buna yıllar önce İspanya’da tanık olmuştum. Cinayet için bir gerekçe olamaz elbette, ama meseleleri onur ve şeref açısından izah eden bir durum bu; oysa Batı dünyasında onurun artık hiçbir anlamı yok. İrlanda, bu kavramın bazı kalıntılarını hâlâ barındıran bir batı ülkesi: Amerikan Birliği’nde düelloyu yasa dışı ilan eden son Eyalet olan Kentucky’de geçerli olan düello kanunları İrlanda’nın düello kanunlarından alınmıştı. Bir zamanlar, Batı’da onur kavramı erkeklerin ruhunun derinliklerinde önemli bir yer tutarken düello gayet öncelikli bir yer tutmaktaydı. Oysa şimdilerde ırkçı hakaretler dışında hiçbir şeyin bizi rencide etmesine izin verilmiyor; ama bu hakaret, derinlemesine dindar bir erkek ya da kadın için, dinine küfredilmesinden daha az anlamlı birşey. Sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi Müslüman ülkeler günümüzde hâlâ utanç ve şan - şeref kodları ile yönetiliyor. ‘Ben de Charlie’yim’ diyen tweetler ve pankartlar beni hüzünlendirdi, çünkü şu pusulasını şaşırmış aptallara [Charlie Hebdo’yu basan tetikçilere] kesinlikle sempati beslememekle birlikte, alay edenlerle de dayanışma duyguları içinde değilim.”
Charlie Hebdo, herkese ve her şeye eşit mesafede olduğunu ısrarla belirtmesine rağmen, 2008’de bir yazarını Yahudi-düşmanı olarak nitelendirdiği bir makalesi yüzünden işten çıkarmıştı.
11 Eylül saldırılarından hemen sonra, Paris’te yaşar ve New York Times gazetesi muhabiri olarak çalışırken La Cité des 4,000 (Dörtbinler Sitesi) denen yere gitmiştim. Burası pencereleri tuğlalarla örülmüş dairelerde Kuzey Afrika’dan gelmiş göçmenlerin yaşadığı kurşunî renkli bir toplu konut sitesiydi. Merdiven aralıkları çöplerle doluydu. Duvarlara sprey boyayla yazılmış sloganlarda Fransız hükümeti faşist diye topa tutuluyordu. Orayı mekân tutmuş belli başlı üç çete vardı ve bunların elemanları, otoparklarda yanık araba hurdaları arasında kokain ve esrar satmaktaydılar. Birkaç delikanlı bir yandan beni taşa tutarken, bir yandan da slogan atıyordu: “ABD’nin AMK! ABD’nin AMK! ABD’nin AMK!” Ardından da haykırıyorlardı: “Usame Bin Laden! Usame Bin Laden! Usame Bin Laden!” Yaşlıca bir Yahudi kadının dairesinin kapısına birisi sprey boya ile “Yahudilere Ölüm!” yazmış, kadıncağız da beyaz badana ile onun üstünü örtmüştü.
Banliyölerde Usame Bin Laden bir kahramandı. İnşa edildiği sırada 4 bin toplu konut dairesine sahip olduğu için böyle bir adı olan Dörtbinler Sitesi’ne 11 Eylül saldırılarının haberi ulaştığında delikanlılar dairelerinden dışarı fırlayıp “Allahüekber!” diye bağırmaya ve tezahürat yapmaya başlamışlardı. Bundan birkaç hafta önce, Cezayir bağımsızlık savaşının 1962’de sona ermesinden sonra bir Fransız milli takımı ile bir Cezayir milli takımı arasındaki ilk futbol maçı oynanmıştı. Stadyumdaki Kuzey Afrikalılar Fransız milli marşı çalınırken yuh çekip ıslıklamışlar, topluca “Bin Laden! Bin Laden! Bin Laden!” diye tezahürat yapmışlardı. Stadda bulunan iki bakana –ki ikisi de kadındı– yağmur gibi şişe yağdırmışlardı. Fransız milli takımı maçı kazanmaya doğru gidince Cezayir taraftarları da oyunu durdurmak için topluca sahaya inmişti.
“Amerikalılar her Allah’ın günü Filistinlileri ve Iraklıları bombalayıp öldürürken oturup onlar için ağlamamızı mı istiyorsun yani?” 2001 yılında Dörtbinler Sitesi’ni ziyarete gittiğimde iki arkadaşıyla bir bankta oturan Fas göçmeni Mohaam Abak bana böyle dedi. Ve ekledi: “Daha çok Amerikalı ölsün istiyoruz ki, bunun nasıl birşey olduğunu onlar da anlamaya başlasınlar bakalım.”
“Amerika Müslümanlara uzun zaman önce savaş ilan etmişti zaten.” Böyle diyen de, yıllarca demiryollarında teknisyen olarak çalışmış bir Cezayir göçmeni olan Laala Teula idi. “Bu da ona verilmiş bir cevap işte.”
Bu öfkeyi görmezden gelmek tehlikelidir. Çıkış noktasını ve kaynaklarını inceleyip anlamayı reddetmek ise bundan daha tehlikelidir. Bu gazap Kur’an’dan ya da İslam’dan kaynaklanmıyor. Kitlelerin umutsuzluğundan, elle tutulur, gözle görülür yoksulluk şartlarından ve bunların yanı sıra Batı’nın emperyal şiddetinden, kapitalist sömürüsünden ve kibrinden kaynaklanıyor. Dünyanın kaynakları tükendikçe, özellikle de iklim değişikliğinin taarruzu ile birlikte, yeryüzünün bahtsızlarına gönderdiğimiz mesaj çırılçıplak ve apaçıktı: Herşey bizim ve bizden birşey almaya kalkarsanız sizi öldürürüz. Mülksüzlerin cevabî mesajı da aynı derecede çırılçıplak ve apaçıktı. Paris’te elden teslim edildi.
İngilizce aslından Türkçe'ye çeviren: Ömer Madra