Türkiye'deki yaygın medyaya dair analizlerde özellikle iki konu öne çıkar; sahiplik yapısı ve iktidar ile ilişkisi... Bu analizlerin ortak paydası -sahiplik yapısıyla da bağlantılı olarak- yaygın medyanın "gazeteciliğin doğası" gereği iktidarlara yönelik sorgulayıcılığının öne çıkmaması veya bu sorgulayıcılığın hiç gözükmemesi. Aslında akademik incelemeleri taramaya bile gerek görmeden herhangi bir yurttaşın medyaya dair bu kanıya varması hiç de zor değildir. Ne de olsa görünen medya kılavuz istemez.
Yaygın medya organlarının büyük sermayedarların elinde olduğu açık, gazetecilerin "bağımsız" ve mesleklerinin gereği olan sorgulayıcılığı yerine getirmelerinin önündeki en büyük problemlerden biri de bu. Bu ön kabullerle hareket edildiğinde Türkiye yaygın medyası hakkında gerçekten de önemli ipuçları elde edebiliriz. Bunun hayati bir önemi var, zira bizim bilgilendiğimiz en güçlü kanal bu yaygın medya... Nasıl ki bizi "yöneten" devletin nasıl bir yapısının olduğunu bilmemiz gerekiyorsa bizi enforme eden yapının da nasıl işlediğini bilmeden gerçek anlamda "bilgilenmemiz" mümkün değil.
Medyaya dair değerlendirmelerin bu ön kabullerden bağımsız ele alınamayacağını düşünüyorum, ancak bu ön kabullerle yetinmenin de büyük eksiklik olacağına inanıyorum. O nedenle önemli bir başka unsuru görmemiz gerekiyor; bu da medyanın iç işleyişi. Ancak Türkiye'de bu mevzu çok fazla üzerinde durulmayan bir alan olarak duruyor.
Bir okur, izleyici veya dinleyici olarak hepimizin bizi haberdar eden yapı hakkında bir fikrimizin olması gerektiği gibi, bizi "bilgilendiren", haberdar eden insanları da tanımamız, nasıl çalıştıkları, ne tür insanların bu işi yerine getirdiği hakkında da bir fikrimizin olması gerekir. Çünkü her ne kadar mesleklerini “ideal” ölçüde yapmalarını engelleyen birçok faktör olsa da, bize ulaşan enformasyonda öncelikli etkinliği olan insanlar onlar.
Bu yazıda, hem bir iletişim fakültesi öğrencisi, hem de bir "çiçeği burnunda muhabir" olarak bizi "bilgilendiren" yaygın medya muhabirleri hakkında -içlerinde arkadaşlarımın da olduğu- bazı izlenimlerimi (naçizane) aktaracağım, ve bu izlenimlerimin muhabirler ve bize ulaşan enformasyon hakkında bazı ipuçları vereceği kanısındayım...
Gazetecilik mi, katiplik mi?
Yeni kuşak muhabirlerin –80 sonrasını kastediyorum- nasıl bir durumda olduğunu tahlil etmenin ülkenin genel siyasi ve ekonomik yapısından bağımsız ele alınamayacağı kesin. Bu değerlendirmelerde şimdiki muhabirlerin de diğer akranları gibi 12 Eylül darbesinin ve sonrasındaki liberal politikaların uygulandığı koşullar altında büyüdüklerini göz ardı etmemek gerekecektir.
Nitekim benim için hayli ilginç olan bir durum var ki; yeni muhabirlerin veya gazetecilik bölümü öğrencilerinin önemli bir kısmı hiç mi hiç politika veya sendika/işçi muhabirliği yapmak istemiyor (acaba neden?). "Trendler" spor muhabirliği, ekonomi muhabirliği ve magazin muhabirliği yönünde. Eklemeden olmaz diye düşünüyorum, çok revaçta olan bir muhabirlik biçimi olarak da "yaşam" muhabirliği görülüyor. Ne oluyorsa!
Herkesin malumu; gazetecilik alanı aynı zamanda bir işsizlik alanı. Muhabirlerin haleti ruhiyesini belirleyen en temel etken de haliyle iş bulmak, bulunan işi "sağlamlaştırmak" veya “rakiplerine kaptırmamak" çabaları çerçevesinde şekilleniyor. Sorumluluğunu asla tekil olarak gazetecilerde arayamayacağımız bu durum da bize ulaşan enformasyonun niteliğini çok önemli ölçüde etkiliyor. Çünkü bu yapılaşmada gazetecinin içine düştüğü durum medya yöneticilerinin çok rahat yönlendirebileceği bir biçim alıyor. En sonuçta da gazetecinin davranışları önemli ölçüde bu belirleyenler çevresinde ortaya çıkıyor.
Gazeteciler, bu durumda herhangi bir iş güvencesinden mahrum oldukları ve bunun sonucu olarak işlerine "hakim" olamadıkları için "cesur" girişimlere yanaşmıyorlar. Bunun biz okurlara, izleyicilere yansıması da hergün hergün "piyasa işi" dedikleri "haberler" oluyor. Tüm bu yaşanmış ve hâlâ yaşanmakta olan deneyimler yeni muhabirler için ve tabii ki iletişim fakültesi öğrencileri için büyük hayal kırıklıklarının nedeni aynı zamanda.
Yaygın medyanın "çarklarına" yeni dahil olan çok az öğrenci uyum sorunları yaşamaz. Çünkü okulda öğretilenlerle "gerçek hayat" arasında hiçbir benzerlik yaşanmaz. Hiçbir yeni muhabir herhangi bir haberini önüne alıp -okulda yaptığı gibi- bir muhasebeye girişmeye ne vakit bulabilir ne de cesaret. Cesaret bulanlar bir daha muhasebe olanağı bulamayacaktır ne de olsa. Otosansür mekanizmasının nasıl işlediğini daha net görmek için bir Amerikalı muhabirin aktardığı şu deneyimi hatırlatmak gerekiyor: "Yeni gazeteci ilk günlerinde bir haber önerisinde bulunur. Öneri kabul edilir ama haber yayınlanmaz. Gazeteci ikinci defa bir haber önerir. Editörler "aslında bu meseleye biraz temkinli yaklaşmak gerekir" yanıtı verir. Gazetecinin üçüncü haber önerisi ise reddedilir. Böylece gazeteci neyi önerip neyi önermeyeceğini bundan sonra daha iyi anlar, önceki önerilerine bir daha geri dönüp bakmaz."
Ignacio Ramonet'in yıllar önce vurguladığı üzere medyadaki "anındalık" kompleksi de yeni muhabire araştırma yapma olanağı bırakmaz. Bir muhabire günde en az iki-üç haber yaptırılır. Bunların hemen hiçbiri herhangi bir araştırmaya dayanmaz. Muhabirden istenen yalnızca basit bir aktarıcılığı, içinde herhangi bir sorgulamayı da barındırmayan bir aktarıcılığı yerine getirmesidir. Bu konuda Ragıp Duran'ın şu sözü kulaklarımızdan çıkmamalı; "Gazeteci artık sıradan bir katip haline geldi. Herhangi bir uzmanlığa ihtiyaç kalmadı. Çaycı çocuğu da göndersen, yetkilinin söylediklerini not alabilir, teybe kaydedebilir hatta kamera ile görüntüye de alabilir."
Bu bizim için çok karamsar bir gerçeklik, gazetecisi bile sorgulayıcı olmayan bir toplumu tahayyül edebiliyor musunuz?
Bunlara ek olarak şu söylenebilir ki hiç maaş almadan veya çok az bir para ile çalıştırılan, herhangi bir sosyal güvencesi olmayan onlarca gazeteci var. Aldığı çok az maaşla geçim sıkıntısı yaşayan bir insandan kim nitelikli bir enformasyon bekleyebilir ki?
Tüm bunlar -en azından benim görebildiklerim- bir araya getirildiğinde bizi enforme eden muhabirin yaşadığı olumsuz koşullar nedeniyle “ister istemez” sürekli bir dezenformasyonu veya yetersiz enformasyonu tekrar tekrar ürettiğini düşünüyorum. Böylece "önce eğiticinin eğitilmesi gerektiği" esprisi burada karşımıza "önce bilgilendirenin bilgilendirilmesi veya önce sorgulayıcının/gazetecinin sorgulanması gerektiği" şeklinde çıkıyor.
Buradan hareketle ortaya karamsar bir manzara çıkıyor olabilir ancak bu karamsar tabloyu kırmanın yolu mevcut yapıya angaje olmaktan geçmiyor. Ancak lafı burada kesmek de basit bir çözümün gözüktüğünü göstermez, ne yazık ki muhabirin "alternatif" addettiği kurumlar da yetersiz imkânlarıyla bu durumu -muhabirin araştırma yapamayarak, insanca bir yaşam süremeyerek nitelikli enformasyonda bulunamamasını- "karşı taraftan" da olsa tekrar üretiyor.