20 Şubat 2009
Futbol, özellikle ulus inşa sürecinde ve milliyetçi söylemde, 'biz' ve 'onlar' ayrımının yeniden üretildiği alanlardan biri. Türkiye'de futbol kültürü son yıllarda ideolojik söylemlerin yoğunlaştığı bir alan haline dönüştü.
Özellikle Kürt Sorunu'nun tırmanmaya başladığı 90'lı yıllarda her karşılaşmadan önce milli marş okunmasıyla iyice açığa çıkan bu ilişki, son zamanlarda tribünlerde Ermenilere yönelik hakaretlerle gündeme geliyor.
Futbol, milli kimliklerin kuruluşunda etkin, saldırgan, fetheden, güçlü erkeklik mitinin vücut bulmasında önemli bir rol oynarken, sınıfsal, etnik, dinsel, ataerkil kimliklere eklemlenerek 'ötekilik' formlarının yeniden üretilmesine de katkıda bulunuyor.
Bu ilişkiler üzerine çokça kafa yoran eski Beşiktaş yöneticisi, işadamı ve Radikal yazarı İbrahim Altınsay'la futbol kültürü ve milliyetçilik üzerine sohbet ettik:
Eric Hobsbawn, "milyonlarca insanın oluşturduğu hayali topluluk, on bir kişilik bir takımda daha gerçekmiş gibi görünmektedir" diyor. Futbolun, "Ben ve ötekinin, hayali cemaatin kollektivitesi içerisinde 'biz' ve 'ötekiler' olarak yeniden üretildiği alan" olduğu tanımı üzerine konuşarak başlayalım isterseniz.
Futbol, toplumun yansıdığı, kültürün yeniden üretildiği bir alan ve toplumda olmayan herhangi bir şey futbol alanına ya da tribünlere yansımıyor. Bu yeniden üretim çok çabuk, çok heyecanlı bir süreç olarak tribün kolektifi içerisinde yapılıyor. Futbol ayrıca çok büyük bir mecra. Toplumsal kültür burada büyütülüyor ve yeniden bu mecra üzerinden topluma aktarılıyor.
Futbol hiç bir şeyi olmayanların eğlencesi. İki taş bulup, bir de mesela gazete kâgıdını dürüp top şeklini verirseniz futbol oynayabilirsiniz ve sonuçta çıkan oyun şampiyonlar ligi finalinden çok da farklı olmaz. Acizlerin oyunu, çünkü belki de insan olma yolunda en önemli evrimsel aşamalardan biri olan ellerinizi kullanmadan oynadığınız tek oyun. Bu yüzden herhangi bir özellik, fiziksel bir üstünlük olmadan çok kolay adapte olabileceğiniz bir oyun. 1.50 boyundaki bir adam da 2 metre birisi de futbol oynuyor. Bugün kutuplarda da, Avrupa'nın merkezinde de bu oyunun meraklıları aynı şeyi düşünüyor, aynı şeyi hissediyor maç izlediğinde. Dolayısıyla küresel bir oyun.
"Futbol bağımsız hukuku ve ideolojisi olan toplumsal bir alan"
Futbol 1840'larda İngiltere'de işçi sınıfı arasında doğmuş…
Futbol modern toplumun bir ürünü, ama daha belirgin olan, işçi sınıfının ya da alt ekonomik koşullarda yaşayan insanların oyunu. 'Ayaktakımı'nın 'ayaktopu' yani.
Futbol ya fabrikalardan ya halk okullarından ya da kiliselerin yoksul çocuklar için düzenlediği faaliyetlerden türemiş. Televizyonlarda futbol yayını yapılana dek İngiltere'de bütün maçlar cumartesi günleri saat üçte oynanırdı. Bundan neyi anlıyoruz? Hafta içi işçi sınıfı "pub'a (public house) gidiyor. İşgücünün yeniden üretimi için Pub'lar 23.00'te kapanıyor. Hafta sonu ise işçi sınıfı cumartesi öğleden sonra maça, pazar günü kiliseye gidiyor. Arsenal, West Ham United hepsi fabrika takımı. Herkes kendi kasabasında kendi takımını tutar, bir saat mesafede dahi olsa bir diğer takımı tutamaz, çünkü bu mesafe bile işçi sınıfı için bir seyahat demek. Ekonomik yük demek. Sistem işçi sınıfının kendi mahallesini terk etmesine izin vermiyor.
Mesala 'rugby' burjuvazinin sporudur. Çünkü rugby fiziksel güç, gelişmiş insan vücudu gibi kriterlere dayanır ve bu kriterler de kaçınılmaz olarak ekonomik bir standarda sahip olmayı gerektirir. Futbolda ise böyle bir şey yok. Örneğin Maradona, sokakta nasıl yürüyor diye düşünebileceğiniz fiziksel özelliklere sahip ama dünyanın en önemli futbolcularından biri.
Futbolun avam sporu olmasından rahatsızlık duyanlar, futbolu elit bir hale sokmak için pek çok kuralla disipline etmeye, ehlileştirmeye çalışmışlar. Mahalle futbolundan koparılmaya çalışılan futbolun böylece işçi sınıfı kökeni de silinmeye çalışılmış diyebiliriz. Sonuçta futbol bir şekilde mahalle takımları arasında oynanan bir oyun olmaktan çıkıp, bir kısım insan tribünde, bir kısım da sahada olduğu andan itibaren artık kendi başına bir ekonomisi olan eğlence endüstrisinin bir parçası haline dönüşür.
Özdeşleşme ve katarsis gibi ruhsal mekanizmalarla büyük bir sosyal kolektif oluşur maçlarda. Normalde bireysel olarak yapılamayacak şeyler bu kolektivite içerisinde yapılabilir bir hal alır. Neden futbola ve bir takıma böyle bağlanıyor o zaman insanlar? Tüm bu sürecin rasyonel bir tarafı yok aslında. Tıpkı aşk gibi bir şey. Ya da cinsel içgüdüleriniz gibi bir şey.
Futbolun toplumsal sınıfların mücadele alanı olduğu tespiti üzerine neler söyleyeceksiniz?
Elbette modern futbol endüstri devriminin, burjuva devriminin ürünü… Burjuva devrimiyle birlikte gelişiyor, toplumsal katmanlar iç içe geçiyor. Ancak burjuvazi iktidarını pekiştirmeye başlayınca, kendi kültürüyle diğer toplumsal sınıflar arasına özel mülkiyet gibi, aşılmaz sınırlar koyuyor. Burjuvazi, tenis gibi, yarışmacıların bir ağla ayrıldıkları bireysel sporlara yönelir. Futbol ise bir taraftan bu sınırların ortadan kalktığı bir alan, diğer taraftan ise sınırlar arası mücadelenin en keskin gözlemlenebildiği bir alan olur.
Futbol toplumsal bir güç olduğu andan itibaren kendi dilini oluşturarak mevcut toplumsal çelişkileri yeniden üretiyor. Toplumsal ve siyasal mücadeleler için uygun bir alan haline geliyor. Ulusal kimliklerin birbiriyle boy ölçüşmeye girdiği bir alan oluyor. 1960'larda Orta Amerika'da, sanırım Honduras ile Kosta Rika arasında savaşın kıvılcımını iki ülke arasındaki bir futbol maçı çakmıştı.
Futbol söylemi militarizm ve ataerkil şiddet kültürüyle besleniyor. Örneğin Galatasaray'ın UEFA kupasını aldığı dönemde gazete manşetlerine bakarsanız tarihsel göndermelerle 'Fatih Avrupa'yı fethetti', ya da 'Fatih'in aslanları' ya da 'Türkler Viyana kapılarına dayandı' gibi söylemlerle haberleştirilir. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Bu dediğinizi şöyle de okuyabiliriz. Osmanlı'nın dağılmasının ardından bir tür 'şizofreni' bu topraklara yerleşmiştir. Biz bir taraftan batılı gibi olmak isterken, diğer taraftan "batı bize düşman ve bizi bölmeye yok etmeye çalışıyor" gibi hezeyanlarla besleniyoruz. Bu tetikte olma halini, bugün güçlenen Kürt hareketinin yarattığı ortamda, 'beyaz Türkler' diye tanımlanan Türk orta ve küçük burjuvazisi içinde de görüyoruz. Beyaz Türkler, batılı gibi olmak için her şeyi feda edebilir, onlar gibi giyinir, çocuklarına Batılının da rahatlıkla telaffuz edebileceği isimler verir ancak iş demokratikleşme gibi hassas konulara geldiğinde, mesalâ Kürtlerin özgürlük ve eşitlik mücadelesine geldiğinde, "AB ülkeyi bölüyor" feveranlarıyla milliyetçi söylemlere sığınırlar. Türkiye, Batı'yla bütünleşme ve Batı'dan kendini koruma arasında gidip gelen yarılmış bir toplum. Futbolda da aynı şey geçerli, bir yandan kupaları almak isterken diğer yandan da Batılıya ayak seslerimizi duyurmak, oraları fethetmek gibi duygular içerisindeyiz.
Bu ikili duygular sanıyorum bir tek Türkiye'ye özgü bir sizofreni değil. Futbol oyunun kurgusu ve mantığı zaten savaşmak ve fethetmek üzerine değil mi?
Evet, ancak Türkiye'de tarihsel nedenlerle bu dediklerimiz belki daha görünür oluyor. Türkiye Osmanlı'dan devraldığı Kürt, Ermeni, ya da Kıbrıs meselesi gibi meseleleri çözebilmiş değil. Milli sınırlarla mutlu olamadığı gibi hep bir toprak kaybetme korkusu içinde yaşıyor, ya da yaşatılıyor. Türkiye hâlâ Türk-Sünni kimliği üzerinden mi, yoksa çağdaş yurttaşlık ve temel hak ve özgürlükler üzerinden mi gideceğine karar vermiş değil. Bu hayatın her anında karşımıza çıkan bir şey. Hal böyle olunca hassasiyetler bir Batılıdan daha farklı olabiliyor. Nitekim en son örnek, Erdoğan'ın Davos'taki İsrail serzenişine, hemen "sen kendi Filistin'ine bak" diye uyarılar ve itirazlar geliyor.
Batı'da ise bu türden meseleler günlük sorunlar olarak tartışılmıyor. Günlük sorunlar daha çok post-endüstriyel sorunlar... İşsizlik, göçmenler, göçmenlere yönelik ırkçılık ... Bugün gerçek anlamda uluslararası kapitalizmin doğuşuna şahit oluyoruz. Sermaye büyük bir süratle hareket ediyor. Kar maksimizasyonu dürtüsüyle olmadık yerlere gidiyor. Başka bir tür emperyalizm ortaya çıkıyor. Zamanında İngiliz Emperyalizmi'nin dokuma tezgâhlarını tahrip ettiği Hindistan artık İngiltere'nin ucuz işgücü deposu değil, dünyanın en büyük şirketlerinin muhasebesini elinde tutan bir ülke pozisyonuna geçiyor. Sermayenin küreselleşmesi bir taraftan büyük belalar yaratırken öte taraftan işgücünün küresel dolaşımı gibi tırnak içinde bir hayra vesile oluyor. Ulusal pazarlar kırılıyor. Evet, endüstriyel devrimin başında olduğu gibi çocukların ve kadınların ucuz işgücü olarak çalıştırılması ve bu yolda telef olması gibi bugün işgücünün küresel dolaşımı benzer trajik sonuçlar doğuruyor. Derme çatma teknelerle Avrupa'ya geçmeye çalışan kaçaklar boğulup ölüyor. Ama diğer taraftan Paris'te bir metroya bindiğinizde kırık bir Fransızcayla konuşan 77 milletten insanları görüyorsunuz. İngiltere'ye geçtiğinizde aynı 77 milletten insan bu kez kırık bir İngilizce konuşuyor. Tüm bunlar ulusal önyargıları, milliyetçi ayrımları kaçınılmaz olarak kıran bir süreç.
Telef olmayanlar, Batının zenginlik figürleri olarak hayata katılıyor yani. Küresel ekonominin futbola yansıması nasıl peki?
Bugün Arsenal tipik bir fabrika takımı olarak çıkmasına rağmen, Arsenal'da bir tek adalı futbolcu bulamazsınız. Fildişili, Togolu futbolcular Arsenal bayrakları altında yeni bir aidiyet kazanıyor.Ben bunu helezonik bir gelişmeye benzetiyorum. Arsenal başta İngiliz işçi sınıfının takımı olarak ortaya çıkıyor, bugün çok daha büyük ölçekte bütün dünyada yoksulların sempati duyduğu bir takıma dönüşüyor. Aynı şey diğer ülke futbolları içinde geçerli.
Irkın ya da herhangi bir etnisiteye ait özelliklerin de futbolcular üzerinde karakterize edildiğine dair tespitler var. Örneğin İngiliz soğukkanlılığı, ya da Alman rasyonalitesi gibi karakteristikler futbolcuları tanımlarken kullanılırken aynı zamanda da yerleşik bir söylem halini alıyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Irk ve etnisite temelli söylemler kendi üstünlüğünü her alanda yeniden ürettiği gibi futbolda da yeniden üretmeye çalışıyor. Milliyetçilik aynı zamanda ben ve öteki arasındaki farklılıkları hiyerarşik olarak algılama üzerine kurulu.
Tüm bunların yanında futbol öyle bir dil ki etnik kimlikleri, dilleri aşarak küresel bir ortak dile dönüşebiliyor .
Bugün "üç büyükler" olarak andığımız Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın kuruluşu 1900'lü yılların başları. Bu aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun ulus-devlet olma yoluna girdiği zamana denk düşüyor.
Üç büyüklerin kuruluşu, Beşiktaş'ta 1903'e, Galatasaray'da 1905'e, Fenarbahçe'de 1907'ye tarihlendiriliyor. Bu takımlar İstanbul aydın çevresi içinde doğuyor. Takımlarda bugün azınlık olarak nitelendirdiğimiz unsurlar kurucu bir işleve sahip. Çünkü bu insanlar Batı'yla daha içli dışlı. Tüm bu çerçeve batıya çok yakın. Zaten Batı'nın sporlarını yapıyorlar.
"İttihatçılar Turan'ı futbola soktu"
Zaten bizim modernleşme maceramız da Fransa'daki gibi özgül koşullara dayanmıyor. İthal edilmiş bir modernizasyon projesi var. Bizim ulus devlet projemizin kurucuları olan İttihat Terakki mensupları farklı kökenlerden gelmelerine karşın, Türkçülük ideolojisinde buluşmuşlar. Bu kişiler aynı zamanda, Auguste Comte gibi düşünürlerden etkilenmişler; dolayısıyla sizin entellektüel olarak tanımladığınız hareketin menşei Batı.
Ben o zamanki dinamikleri sizin gibi değerlendirmiyorum. Jön Türk hareketinin esas itibariyle bir yeni Osmanlıcılık hareketi olduğunu ve bunun temeline hürriyet kavramını koyduğunu düşünüyorum. 1800'lerin ortalarından itibaren içe kapanık toplumlardan bahsedemeyiz artık. Elbette ki 'hürriyet' Fransız devriminin yarattığı bir dalga ve ben bunda bir sakınca da görmüyorum. Osmanlı, Fatih döneminden itibaren uluslararası bir güç olma kaygısı içerisinde ve Lale Devri dediğimiz süreç de ciddi bir Rönesans girişimi...
20. yüzyıl yaklaşırken yerli bir hürriyet hareketinden bahsediyoruz. 1908'i de ben bir hürriyet devrimi olarak görüyorum. Türklüğün baskın olmadığı bir süreç o. 1909 Anayasası bugün bile demokratik bir anayasa. Irk ve mezhep temelli olmayan bir anayasa. Bunun arkasında işçi grevleri, kadın hareketi var. Devlet eliyle, toplumsal mühendislik faaliyeti olarak yaratılmamış yani bu hareketler.
1908 devriminin ve İttihat Terakki'nin 'turancılık ideolojisi' ile şekillenmeye başlaması Balkan savaşlarının ardından başlıyor. Enver Paşa'nın Bab-ı Ali baskını resmen bir darbe… Bu baskının temsil ettiği süreçte, Balkan savaşlarının yarattığı travma sonucu ırkçılık 'Turancılık'a dönüşüyor. Enver, Talat ve Cemal cuntasıyla birlikte Turancılık resmi ideoloji oluyor ve topluma Türkçülük giydirilmeye çalışılıyor. Bu, bugüne kadar da her darbede yeni biçimler alarak varlığını sürdürüyor.
Üç büyükler ise aslında hürriyet dalgasıyla kurulmuş. Kuruluşunu ilk tescil ettiren Beşiktaş 1910'da örgütlenme serbestliği getiren Dernekler Yasası'yla legallik kazanıyor. Fakat, İttihat Terakki diktatörlüğü döneminde, futbol resmi ideolojinin yeniden üretildiği bir alan olarak görülüyor. Turancılık buralara da yansıyor. Adlarını Turan'dan alan takımlar, mesela Altınordu, Altay böyle kuruluyor. Altınordu'yu Talat Paşa kurmuş. O kadar ileri gidilmiş ki millet savaşlardan kırılırken, bir ailenin bütün erkekleri yıllarca cephelerde savaşırken, Altınordulu futbolculara askerliklerini İstanbul'da yapma imtiyazı tanınmış.
Hürriyet dalgasıyla yaratılan kulüpler devlet eliyle yaratılan milliyetçi bir dalgayla karşı karşıya kalmıştır. Ankara'da yine 'güneş-dil teorisi'ne bağlı olarak Ateş-Güneş kulubü kurulur. Özelikle Galatasaray kulübü oyuncuları hedef alınır ve futbolcular buraya transfer edilir. Tarihin bir cilvesi olarak Beşiktaş ve Ateş-Güneş aynı puanla bitirir ligi, ancak tarihte görülmemiş bir averaj hesabıyla Ateş-Güneş şampiyon ilan edilir. Bu zihniyet hâlâ devam eder. Özellikle, 1950'lerde Demokrat Parti bakanları ve milletvekillerinin her biri, bir kulup başkanlığına seçilirler.
"Millet-i sadıka olmakla,reddedilen bir millet olmak arasında fark yok"
Peki üç büyükler içerisinde bugün 'azınlık' olarak tanımladığımız grupların durumu nasıldı?
Balkan Savaşı'yla birlikte ciddi bir kıyıma uğrayan azınlıklar o dönemin tüm takımlarında yer alıyor. Kendi isimleri ve kendi kimlikleriyle oynuyorlar. Mesala Beşiktaş'ta Niko vardı…. Azınlık futbolcuları çok sevilen, herhangi bir ayrıma uğramayan bir pozisyondaydılar. Trübüne de sempatik gelirlerdi. Bugün ise biliyoruz ki azınlıklardan gelen futbolcular Türk adlarıyla oynamaya özen gösteriyorlar. Çünkü gelecek milliyetçi tepkileri göğüslemek istemiyorlar ve bu konuda haklılar da. Ancak bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, o dönemde kendi ismiyle oynayabilmeyi, çok demokratik ya da özgürlükçü bir toplumda yaşıyor olmanın göstergesi olarak okumamak gerekir. Bugünden hareketle Osmanlı üzerine bir mitoloji yaratıldı, hoşgörü toplumu gibi tanımlamalar yapıldı. Ancak o dönemde, bugünkü anlamıyla demokrasiden bahsetmek mümkün değil. Milleti sadıka denilen mevhum, sizin sadakatinizle ölçülür, özgürlük alanınız sadakatinizle doğru orantılıdır yani. Çizmenizin rengi belli olduğu sürece özgürsünüz, ama hiçbir zaman milletin asli unsuru olamıyorsunuz. Sonuçta 'millet-i sadıka' olmakla reddedilen bir millet olmak arasında çok bir fark yok. Farklılıkların eşitliği temelinde bir ideolojiden bahsetmemiz Osmanlı'da mümkün değil.
Tekrar futbola dönersek, tribünler toplumsal gerilimlerin yansıdığı bir mecra aynı zamanda. Trabzon tribünlerinin beyaz bere takarak 'Hepimiz Ogün'üz' diye bağırması üzerine neler söyleyeceksiniz.
Bir grup taraftar hakem kararlarını protesto ediyor; Merkez Hakem Komitesi başkanı Oğuz Sarvan'a atılan slogan 'Ermeni Oğuz sana da soykırım'! Kıyım zihniyetinin bitmediğinin en bariz örneği. Yine futbolun yarattığı dokunulmazlık alanı içerisinde, sansürsüz olarak tüm şiddet potansiyeli dışa vurulabiliyor. Ogün Samast'a işlediği suç nedeniyle aleni olarak destek olmak mümkün değilken Trabzon tribünlerinde beyaz bereler vardı. Trabzon'da o kadar beyaz bereli yoktu belki. İşte konuşmamızın başından beri söylediğimiz milliyetçiliğin sansürsüz olarak dışa vurulduğu alan futbol.
"Devletin Kürt hareketine karşı tavrı, futbol alanlarında açıklıkla görülebilir"
Etkin, saldırgan erkeklik mitinin ve cinsiyetçi söylemlerin yeniden üretildiği alan olarak tribünler üzerine neler söyleyeceksiniz?
Futbol kültürü çok seksist bir kültür. Kadınlara ve eşcinsellere karşı oldukça saldırgan bir kültür bu aynı zamanda. Küfür sloganları bu kültürün dili. Küfür bazen bir zenginliktir ve sözlü edebiyatın parçası olabilir. Ancak kadınlara tecavüz temelinde bir kültür ciddi bir hastalığın göstergesi. Erkeklerin tatminsizlik, iletişimsizlik, işsizlik ve kadınsızlık kaynaklı hastalığın mikrobunu taşıyor olmalarının belirtisi.
Üretim ilişkilerinde yer edinemeyen insanların tatmin alanı tribünler oluyor. Muktedirlerin söylemi de bu tatminsizliğin istismarı üzerine... Erkek şovenizmi ile milli şovenizm arasındaki geçişlilik, savaş ve futbol söylemi örtüşüyor.
Son 30 yıla damgasına vuran Kürt hareketine karşı devletin tavrı futbol alanlarında açıklıkla görülebilir. İstiklal marşıyla başlayan maçlar, şehitler için saygı duruşları, futbol tribünleri üzerinden gençlerin galeyana getirilmesine, askerlik çağı gelmemiş çocukların belki gidip hayatını yitireceği bir savaş üzerine düşünmeden militarist çığlıklar atmasına yarıyor.
Sistem kendini, bulduğu her fırsatta ve alanda üretiyor. En son örnekte Gazze üzerinden yükselen dini şovenizme şahit olduk. Elbette İsrail'in yaptıkları hoş görülebilir ya da azımsanabilir şeyler değil. Ancak bunlara birer insanlık suçu olarak mı karşı çıkıyorsunuz, yoksa Müslümanlara karşı yapıldığı için mi? Darfur'da insanlar katledilirken ya da Güneydoğu'da köyler yakılırken aynı tepkiyi gösteriyor musunuz? Sorun burada. Bizim vicdanımızı sızlatan Müslüman kardeşlerimiz mi, insan kardeşlerimiz mi? Bu ayrımı yapamayınca, beyaz bereli ırkçı saldırganlar Ankara'da Türk Telekom ve bir İsrail takımı arasındaki basketbol karşılaşmasını basıyor, konuk sporcuları linç etmeye çalışıyor ve böylece kendilerine meşruiyet arıyor.
Elazığ-Malatya maçında, Elazığ tribünleri Malatya'ya 'Ermeni Malatya' diye slogan atıyor Ardından Elazığ başkanı gidip Malatya'dan özür diliyor. Ermenilerden özür dilenmiyor. Ermeni'nin bir hakaret sözcüğü olarak algılanmasında herkes hemfikir.
Tıpkı Abdullah Gül'ün, Ermeni olduğu iddialarına karşı Erme- ni olmadığını ispata çalışması gibi.
Federasyonun ceza yönetmeliğinde ırkçılık suç. Ama bu madde konulurken "Türkiye'de ırkçılık yok, bizde siyahlar çok sevilir. FİFA istedi de bu maddeyi koyduk"" şeklinde açıklamalar yapıldı. Yani bizde kadınlara, azınlıklara karşı yapılanlar ırkçılık değildir, ırkçılık sadece siyahlara karşı yapılan bir suçtur gibi bir algılama söz konusu.
"Futbol ortak yaşama ve yarışma kültürünün her hafta yeniden sınanmasıdır"
Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin diyalog sürecine girmesinin başlangıcı yine bir futbol karşılaşması oldu? Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Öncelikle Ermenistan devleti ile Türkiye devleti arasındaki ilişkiler başka bir şey, benim Kirkor'la olan ilişkim başka bir şey, bunları birbirine karıştırmamak gerekir. İlişkide karşı tarafın ne istediğinden çok senin ne istediğin belirleyici... Ben NewYork'ta Müslüman'ım, Londra'da Türk'üm, İstanbul'da Kürdüm, Diyarbakır'da Ermeni'yim, Erivan'da da belki Azeri'yim. Bu şehirlerde azınlık ya da "öteki" olduğu için haksızlığa uğramış ya da uğramakta olan insanlar en az benim kadar serbest ve rahatsa ben o zaman bu kimlikleri boş veriririm.
Ermeniler ya da Kürtler benim hayatımın ve tarihimin bir parçası. Benim komşum olan esnaf bir Ermeni. Benim karşı komşumla olan ilişkimi, Erivan'ın ya da Ankara'nın ya da Diaspora'nın üzerinden belirlemem kadar saçma bir şey olamaz.
Ancak Ermenistan-Türkiye maçı tarihsel önemi olan bir maç oldu. Bizim aslında aynı tribünlerde oturduğumuzu, aynı sahada top koşturduğumuzu görme ve tabii gösterme şansımız oldu. Genç Siviller Hareketi bu şansı kullanarak "Gül maça" kampanyası açtı ve etkili oldu. Buna bağlı olarak Sınır Tanımayan Taraftarlar hareketi "Sınır açılsın, taraftar maça gitsin" sloganını ortaya attı. Sonunda, bizim hep kötülüğümüzü istediğini düşündüğümüz UEFA, yani Avrupa, Türkiye ve Ermenistan'a '2008 Fair Play Ödülü'nü verdi. Burada Ermenistan'ın katkısı tartışılmaz, çünkü maç orada oynandı. Şimdi Eylül'deki rövanş karşılaşmasında Türkiye bu ödülü hak edip etmediğini gösterecek.
Ulusal sınırlamaları aşan küresel dilini de bir yana bırakıp en yalın haliyle bakalım futbola. Öteki takıma ihtiyaç duyulan, ötekinin varlığıyla oynanabilen bir oyundan söz ediyoruz. Ötekini yok ettiğiniz zaman kendinizi de yok ederseniz. Benim Kirkor'la, Aret'le, Şiwan'la bir problemim yok. Karşı takımlarda top oynayabiliriz. Maç biter evlerimize gider, bir sonraki maçı düşünmeye başlarız. Baskılar, adaletsiz gelir dağılımı, işsizlik, yoksulluk, sağlık hizmetlerinden yoksunluk, çocuklarımıza düzgün bir eğitim verememek ise ortak rakibimiz. O zaman aynı sokaklardan geçip aynı ya da ayrı tribünlere gidebiliriz. Futbol ortak yaşama ve yarışma kültürünün her hafta yeniden sınanmasıdır aslında.