Ömer Madra: Günaydın Mikdat Bey. TBMM’de Küresel Isınma Komisyonu önünde yaptığınız açıklamalara ilişkin bilgi vermenizi rica edebilir miyiz?
MK: Nisan ve Mayıs’ta “yağış bekliyoruz” diyorlardı bakanlar, müdürler, vs. Geçenlerde DSİ’nin özel kalem müdürünü gördüm, o da bana aynı şeyi sıralamaya başladı. “Akdeniz iklimi olan bölgelerde Mart’ta Nisan’da yağış fazla olmaz, ancak karasal iklimin bozulmuş hali olan, yani yarı-kara iklimi olan, İç Anadolu, Doğu Anadolu gibi yerlerde olur. İlkokuldan beri öğretmiyorlar mı size, “Akdeniz ikliminde yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı” diye dedim. Akdeniz bölgesine kışın yağarsa yağar, başka türlü az yağar, onun da kıymet-i harbiyesi olmaz. Hem yağışın da, yağmur olmasının da anlamı yok; yağmur değil kar yağması gerekiyor. Kar daha önemli su bakımından, yeraltı sularının beslenmesi, vs. bakımından. O treni kaçırdık, adamlara anlattık ama dinleyen yok. Türkiye’de biliyorsunuz herkes doğuştan meteorolog olduğu için herkes kafasına göre bir şeyler diyor, Mart-Nisan diyor ama ayrıntılarından haberi yok.
MK: Türkiye’de “her Türk meteorolog doğar” diyebiliriz. O yüzden meteoroloji mühendisine ihtiyaç yoktur, hava durumunu takip ederekten barajları işletir, inşaatına karar verir, seyahatine karar verir, her Türk meteorolog doğar. Bunun mühendislik kısmına ihtiyacı yoktur. Siz de vardınız İstanbul Sanayi Odası’ndaki panelde, bizim meslektaşlarımız bile ne diyor, “karlar azalacak güneydoğuda ama önemli değil bunun yerine yağmur alacak” diyor! Meteorolojinin de kendi içinde 12 tane dalı var; orada bile adam farklı disiplinlerden olduğu için, su kaynaklarından, haberi yok, karla yağmurun aynı şey olmadığını, Türkiye’de barajların aynı suyu sürekli tutamadığını bilemiyor. Mesela Yuvacık barajı öyle, yanlış yapılmış baraj, küçük, az su depoluyor, fazlasını bırakmak zorunda kalıyor, o yüzden, “bir kere su geldi, baraj doldu, tamam bütün yıl işimiz iyi” diyemiyorsunuz. Suyun düzenli ve sürekli gelmesi gerekiyor, yağış miktarlarına bakarak olmuyor.
Meclis’te de bunlar karşıma çıktı. Çarşamba günü ilk defa Meclis’e girdim, hayatımda ilk defa bu kadar milletvekili ile karşılaşıyorum, milletvekilleriyle bir işim olmadı şimdiye kadar. Meclis’e gittik, ama onlar önce “11.30’da sizi alsak” filan gibi konuştular, baktık yarım saatte bizi halledip gönderecekler, “olmaz başka randevum var” dedim. 14.00 dediler, sonra 14.30’da anlaştık, gittik. Aynı anda Genel Kurul toplantısı da var, o yüzden herkes yok, yarısı neredeyse orada, ama “çoğunluk var” dediler, pazarlık yapmağa başladık, “kaç dakika anlatacaksınız” vs.
ÖM: Genel Kurul’a mı bilgi veriyorsunuz.
MK: Yok Küresel Isınma Komisyonu’na. Ama pazarlığa başladılar, genel kurul varmış, oraya gitmek istiyor bazıları.
ÖM: E, daha önemli tabii!
MK: O zaman niye beni çağırdınız kardeşim? “10 dakika mı konuşursun, 20 dakika mı konuşursun?” “Ben 145 tane slayt getirdim, hepsini anlatacağım” dedim. “Olmaz, biz daha çok soru-cevap seviyoruz” dediler. “O zaman ben sunuma başlayayım, nerede sıkılırsanız, nerede dur derseniz orada duracağım” dedim. Böyle pazarlıklarla başladık işte.ÖM: Bir meydan muharebesi şeklinde geçmedi yani, uzlaşma ağır bastı?
MK: Uzlaşma kültürü, milletvekillerimiz tabii ne de olsa. Ben başladım konuşmaya, 2 saat kimse “sus” demedi. ÖM: Biraz da şaşkınlık içindeydiler herhalde?
MK: Hayret ettiler, bir de “siz şimdiye kadar bize çoğu yerde söylenenlerin hep tersini söylüyorsunuz, hangisine inanalım?” dediler. Meclis binasına girerken ben kendi kitabımdan getirdim birer tane okusunlar diye. Kitabı içeri sokmak zor oldu.
ÖM: Öyle mi? Neden?
MK: Tabii, kitabın içeri girmesi, Meclis içtüzüğünün bilmem ne maddesine göre yasakmış kitap sokmak Meclis’e.
ÖM: Bomba gibi, patlayıcı madde gibi bir şey yani?
MK: Vallahi öyle. “Ben bunu satmayacağım, dağıtacağım” diyorum.
ÖM: Ama sizin kitabınız da patlayıcı madde muamelesi görebilir yani.
MK: Tehlikeli. Neyse komiser çağırdılar, komiser geldi baktı. “Komisyondakiler benden belge istediler, yazılı doküman istediler. Yahu bu kitap doküman işte, yeniden bir kitap mı yazıp vereceğim onlara, kitabı vereceğim o doküman yerine.”
Avi Haligua: Meclise kitap sokmak mı yasakmış yoksa sizin kitaptan mı şüphelendiler?MK: Kitap sokmak yasak diyorlar, kitaba bakıyor, okuyor polis memuru.
ÖM: Bildiğiniz Havaların Sonu gibi bir alt başlığı da var; o da tehlikeli!
MK: Ben sırtıma 19 tane kitabı yüklenmişim, gitmişim oraya, zaten sıcaktan da terliyorum.
AH: Taksitli satış zannettiler bence.
ÖM: Sizi işportacı zannettiler!
MK: Bir yandan mendille siliniyorum, zaten sıcak, neyse Komiser acıdı bize herhalde yüzümüze gözümüze bakarak. “Hocam ne oldu?” diyor, diyorum “Küresel ısınma var, ne olacak? Terliyoruz.” Yani zorla geçtik kapıdan. Çok ilginçmiş Meclis meğerse.
AH: Daha da yeni silah düşüren milletvekilleri haberleri falan veriyoruz Meclis içinde, ama neyse, o ayrıntı!
MK: Biz de kitap düşürdük işte. X-ray’den geçtik, adam dedi ki “ne var bunun içinde, ağır?” “Kitap var” dedim, “kitap varsa o zaman aç” dedi. Bilmem kaçıncı maddeye göre kimse kitap getirip dağıtamazmış. Neyse bize müsaade ettiler. Sonra bu iklim değişikliğini anlatırken, dedim ki, “Türkiye’de Meteoroloji Genel Müdürlüğü kurulduğundan beri hiçbir zaman başına bu işten anlayan birisini getirmediniz. Muhasebecileri, gazetecileri, inşaatçıları, bilgisayar programcılarını, ilgisiz adamları getirdiniz, yine ilgisiz adamları genel müdür yardımcısı vs. yaptınız, bütün daire başkanları ilgisiz insanlar. 3000 kişi çalışan yerde 100 meteoroloji mühendisi çalıştırıyorsunuz, sonra da ‘niye bunlar bizde olmuyor, biz bunları niye bilmiyoruz?’ diyorsunuz.
ÖM: İyi ki, halkı kin ve nefrete teşvikten suçlanmadınız?
MK: Bilemiyorum, orada konuşmak serbest değil mi? Kürsü değil mi? Bilmiyorum artık benim içimde 27 yıllık birikim vardı, içimdekilerin hepsini söyledim. Siz Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nü meteoroloji mühendislerine bırakmayacak kadar çok seviyorsunuz, çok önemli bir kurum burası. Kuraklık, afet yok, her gelen kafasından yalan yanlış şeyler söylüyor, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nden gelen adamlardan birisi makine mühendisi... gelmiş iklim değişikliğini anlatmış, birisi matematikçi, bunlar iklim değişikliğini anlatmışlar. “Niye meteoroloji mühendisi yok?” diye sorduk gelenlere diyor, kimsiniz diye, ben oradan fark ettim; yok iki kişi bu uzmanlar geldi diyor, CHP’liler bizi hemen sahiplendiler orada. Ben de dedim ki “A partisi gitse, B partisi de gelse fark etmeyecek, bu meteorolojinin işi değişmeyecek gibi gözüküyor, hepiniz aynısınız” diye. Çünkü bu Türkiye’nin meteorolojiye bakışı, havadan sudan işler! Epey anlattık, buraya gelen her kafadan birileri bir şeyler söylüyor, gitmiş birileri bunlara anlatmış, “8 yılda hafif kuraklık, 12 yılda şiddetli kuraklık olur Türkiye’de” diye. Böyle bir şey yok, havanın böyle aklı yok, hava demiyor ki “a, 8 sene oldu, gelin şurada bir kuraklık yapalım, zamanı geldi arkadaşlar”. Böyle planlı, programlı çalışmıyor, havanın böyle bir hafızası yoktur.
Biliyordum böyle söyleyeceklerini, koydum oraya bir kaç grafik. Mesela 50 yıllık yağış grafiğini, harmonikleriyle geçirdiğim zaman, diyelim ki 8 yıllık bir periyot çıkıyor. Ben bunun 5 yılını atsam veriden, bu periyot 6,5 yıl oluyor. Yani değişiyor...yıllar değiştikçe bu periyotlar değişiyor. Bunların istatistiksel bir yalan olduğunu da söyledim. Bu periyotlara bakarak, buna güvenerek politikalar filan düzenleyemeyiz, öyle olsaydı bütün dünya bunu böyle yapardı. Bunun yerine siz kuraklığı afet sayın, kuraklığı kurumlarda izlemek için bir birliktelik sağlayın. Türkiye’de biliyorsunuz yağmuru Meteoroloji Genel Müdürlüğü ölçüyor, akan suları DSİ ölçüyor, karı elektrik işleri idaresi ölçüyor, vs. Böyle şey olur mu? Bunları bir yerde toplamak gerekiyor, böyle bir toplama yok, dağınık görevler ve bunları yapan insanlar da, yöneten insanlar da ehil değil. Bu kişilerin bizimle kurumsal bir ilişkisi de yok. Çeşitli insanların kafalarına göre kanun çıkmış zaten 1959 yılında, kuraklığı afet dahi saymıyor. Nasıl olacak bu mücadele?
ÖM: Meteorolojinin tekel olmaktan da çıkarılmasını istemişsiniz Anadolu Ajansı kaynaklı habere göre.
MK: Öyle mi? Ben o haberi görmedim.
ÖM: Biz, bütün programcılarımız gibi sizin de faaliyetlerinizi yakından izliyoruz, Mikdat Bey.
MK: Türkiye’de meteoroloji bilimini, kurumunu alaylı-mektepli çekişmesine kurban ettiniz gittiniz dedim. Adamlar meteoroloji mühendisi çalıştırmamak için meteoroloji meslek lisesi açtılar. Siz de çok iyi bir şey sandınız bunu, a bak meslek lisesi açtılar, ara eleman, vs. ama dünyanın hiçbir tarafında meteoroloji meslek lisesi yoktur. Matematik gibi, fizik gibi bir şey bu, matematiğin, fiziğin meslek lisesi var mı? Bu zanaat değil ki, Amerikalılar bile şu anda artık üniversite mezunu almıyorlar, master, doktora istiyorlar. Belirli konularda uzmanlık isteyen bir şey meteoroloji, yüksek teknoloji kullanırsınız, büyük bilgi birikimi gerekiyor burada. Bunlar olmadığı zaman da ne yaparsınız? “Etkili yağış”, “etkisiz yağış” vb. saçma sapan ayrımlara, kategorilere gidersiniz... bunları uzun uzun anlattım onlara.
ÖM: Peki Kyoto konusunda ne dediniz?
MK: “Kyoto deyince sürekli ‘emisyon’ deyip duruyorsunuz, alın bakın, burada Kyoto’nun 6 maddesi var. Tamam hadi emisyon konusunda hiçbir şey yapmayın, ama çevreyi korumaya yönelik şu 5 tanesini yapın bari” dedim.
ÖM: Meteoroloji 101 dersi verdiniz yani?
MK: "Bari şu 5 tanesini uygulayın" dedim, "bırakın bu emisyon azaltmayı, yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirin, sürdürülebilir tarım için tarım alanlarını kurun, bunları yapın bari" dedim, "bunlara ilişkin politikalar geliştirin."
ÖM: İstanbul Sanayi Odası’nın toplantısında da söylemiştiniz, Kyoto’yu onaylayarak belli bir indirim zorunluluğuna uymak mecburiyetinde kalmayacağını Türkiye’nin.
MK: Hatta belki artırım da alabilecek Türkiye, orada da söylediler. Türkiye’ye belki de % 8-12 artırım şansı vereceklerdi ama bunların başında işin ehli kimseler olmayınca böyle oluyor Türkiye’de. Hindi gibi kabarıp kendimizi büyütüyoruz, Bu işte bilim ve teknikten yoksunluk, kurumsallaşamama, kopukluk... Beni de mahkemeye verip duruyorsunuz, benden 500 milyar istiyorsunuz, ne demişim ben? “Meteoroloji Genel Müdürü hava tahminlerini dışarıdan alıyor”, demişim. "Almıyor musunuz, 580 bin sterlin vermiyor muyuz hava tahminine, veriyoruz. Kapatın meteoroloji genel müdürlüğünü o zaman" dedim.
ÖM: Evet, onu da yazdılar Anadolu Ajansı haberinde.
MK: “Ben size tek başıma Meteoroloj'inin yaptığı hava tahminini yapayım” dedim.
ÖM: “Kim daha iyisini yapıyorsa, o yapsın,” demişsiniz.
MK: Onların hepsini yazdılarsa o zaman beni tekrar mahkemeye verirler!
ÖM: Dün de DPT’den Sosyal ve Fiziki Altyapı Dairesi Başkanı Niyazi İlter de Kyoto Protokolü’ne taraf olunmasının Türk ekonomisine 38 milyar dolara mal olacağının tahmin edildiğini bildirmiş. Bu hesabı kaç yılda, neden ödememiz gerektiğini bildirmemiş, ama anladığım kadarıyla Kyoto’nun onaylanmasını pek istememiş, yani 168 ülkenin taraf olduğunu, Türkiye, Amerika, Avustralya, Hırvatistan ve Kazakistan’ın da aralarında bulunduğu 29 ülkenin ise henüz protokole imza koymadığını hatırlatmış. Ama o 29 ülkenin de çok yoksul bazı Afrika ülkeleri ve küçücük ada devletçikleri olduğunu söylemiş.Burada sorun şu: Mesela 20 yıllık bir emisyon kısıtlama uygulamasının 1.100 trilyon Euro tutarında maliyeti olacağını da hesaplamışlar. Yani 1 trilyon küsur Euro’dan bahsediyoruz, ısrarla böyle bir hesap çıkarıyorlar, Kyoto’yu imzalamak Türkiye’nin müthiş belini bükecek bir şey gibi gösteriliyor...
MK: İmzalamamanın maliyetinin ne olacağını hesaplayan var mı?
ÖM: O yok işte, işin tuhaf tarafı o. Bu konuda iki nokta var, bilmiyorum siz nasıl değerlendiriyorsunuz ama Oxford Üniversitesi’nden iklimbilim profesörü Mark Maslin küresel iklim değişikliği ile mücadelede iki büyük engelden söz ediyor: “ulus devlet ile küresel sorumluluklar arasında bir uyumsuzluk ve siyasi liderlerimizin bütün dünyada vizyonlarının biraz dar olması, kısa vadeli bakıyor olmaları” diyor.
MK: Bir de etik meselesi var, bilimsel bir açıklama yapıldığında, bunun kaynağı bir referansı olması, bunun bir çalışmaya dayalı olması gerekiyor, ezbere konuşmanın çok ayıp olması gerekiyor ama Türkiye’de böyle değil işte. Koskoca adam çıkıp hiçbir kaynağa dayanmadan bir şey söyleyebiliyor... Biliyorsunuz biz üniversitede etik dersi koydurduk: "Mühendislik ve Etik" diye.
ÖM: ABD’nin üst düzey iklimbilimcisi sayılan bir adama, “geçmişi şaibeli” diyebilecek ve bunu hiçbir kanıt göstermeden diyebilecek öğretim üyelerimiz de olduğunu hayretle müşahede ediyorum.
MK: Düşünebiliyor musunuz, “şaibeli” olsaydı, öyle birisini tutarlar mıydı NASA’da yıllardır?
ÖM: James Hansen NASA’nın başında olduğu gibi, sayısız makalesiyle biliniyor, ve “modelleri tutmaz onun, şaibelidir zaten” diyebiliyorlar.
MK: Bazı insanlar Meclis’te, demişler ki, “meteorolojik afetlerde bir artış yok, iklim değişikliği ile afetler arasında ilişki yok”. Bütün sigorta ajansları ağlıyor, iflasa giden sigorta ajansları var. Hayret, nasıl söyleyebiliyor böyle kolay, ezbere, biz söylediğimiz için tersini mi söylüyorlar acaba?
ÖM: Evet, sanki öyle. Mesela Kapital dergisinin son sayısında, Almanların Munich Re ve diğer reasürans kuruluşlarının da dayandığı büyük bir araştırma yapılmış ve yüzyıl sonuna doğru iklim değişikliğine bağlı afetlerden, fırtına ve sellerden vb. gelecek 2 trilyon dolar civarında bir zarardan bahsediyor.
MK: Bütün bunlar zaten kayıtlarda var, kayıtlara göre konuşuyorlar. “Ben böyle düşünüyorum” diye, kendinden menkul konuşmalarda bilimsel etik yok. Kendine göre olsa bile, yine ürettiğin rakama, sonuca, bir çalışmaya göre konuşman lazım. Oturduğun yerde “bana göre şöyle, bana göre böyle” demek olmaz. Bu ne acayip bir memleket, bana çok ayıp geliyor, en büyük bilim adamı bile “bana göre...” filan demiyor hiçbir zaman. Oturuyor, çalışıyor, inceliyor, koyuyor bulguları, sonuçları önüne: “bakın, buna göre şöyledir, ben bunu böyle buldum, böyle gördüm” diyor.
ÖM: Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli'nin çok ayrıntılı yıllar süren araştırmalara dayalı, 600’den fazla insanın yıllarca üzerinde uğraştığı raporlar bunlar.
MK: Onlar yanlış! Sigorta şirketlerinin bütün bu kayıtları yanlış!
ÖM: NASA yanlış!
MK: Ama bu doğru! Bu arkadaş doğru! ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ lafına uygun bir davranışı.
ÖM: Peki Mikdat Bey Sonuç olarak Büyük Millet Meclisi’ni fethedebildiniz mi?
MK: “Biz sizi bir daha çağıracağız hocam, bize şimdiye kadar kimse böyle bilgi vermedi” dediler.
AH: Bence bir daha gitmeyeceksiniz, içime öyle doğuyor.
MK: Ben bir de onlara afet olayını anlattım, “kuraklıkla mücadele, iklimle mücadele bir afet yönetimi gibidir, önce verdiği zararı azaltacaksın sonra hazırlık çalışması yapacaksın” dedim.
ÖM: “Bunun bir kriz ve bir afet olduğunu, hem de büyük bir kriz olduğunu kabulle başlarsanız” belki farklı bir planlama yapabilirsiniz dediniz yani...
MK: “Ama siz kriz yönetimine alışmışsınız” dedim. Bakan da öyle diyor “daha etkilerini görmüyoruz, ortaya çıkmıyor, bizi şu anda etkilemiyor.” Böyle deyip sonuna kadar beklerseniz bir şey olmaz. Ben anlattım, “böyle beklemeyin, Afrika bile terk etti artık bunu” dedim. “Hocam, biz bu afet konusunda da çalışıyoruz, bize yardımcı ol” filan dediler. “Olur, siz emredin biz geliriz” dedik. “İlk defa bizi göreve çağırdınız, bir şey sordunuz, şurada bir meteoroloji mühendisliği bölümü var, ama ona buna soruyorsunuz. Şurada üniversitesi var 1953 yılında kurulmuş, siz bana bir sürü para verdiniz Amerika’da okumam için, niye sormuyorsunuz kardeşim, ‘biz bu kadar masraf ettik, gel şu işi yap, et’ diye? Bizim oğlan, bizim kız” gibi sağdan soldan adamları toplayıp kurumun başına getirip, onlarla bu işleri yapmaya kalkıyorsunuz, yazık günah değil mi bu ülkeye?” diye aklıma ne geldiyse söyledim, ne yapayım?
ÖM: Çok iyi olmuş, bu bilgileri bizimle ve dinleyicilerimizle de paylaştığınız için çok sevindik doğrusu. Çok teşekkürler.
(13 Nisan 2007 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)