Medya Konuşmaları XXXI: Cumhuriyet Gazetesi Örneğinden Yola Çıkarak Türkiye'de Medyanın Sorunları

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’nda bugünkü konuğumuz, tecrübeli gazeteci Hasan Cemal. Hasan Cemal 1998’den bu yana Milliyet gazetesinde yazıyor, daha önce de Cumhuriyet gazetesinde 11 yıl boyunca genel yayın yönetmenliği yaptı. Hoş geldin.

 

Hasan Cemal: Hoş bulduk.

 

 

ÖM: Tank Sesiyle Uyanmak, Demokrasi Korkusu, Tarihi Yaşarken Yakalamak, Özal Hikâyesi, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım ve Kürtler adli kitapların var ki, son ikisi hakkında Açık Radyo’da da seninle konuşmuştuk. Bir de konuşma fırsatı bulamadığımız ve şimdi üzerinde durma fırsatı bulabileceğimiz Cumhuriyeti Çok Sevmiştim: Cumhuriyet Gazetesindeki İç Savaşın Perde Arkası adlı kitabın var. Bizim Medya Konuşmaları’nda esas vurgulamak istediğimiz nokta şu; dünyada ve Türkiye’de bağımsız medyaya ne kadar ihtiyaç var, neden iyi gazeteler, objektif gazeteler olmalı ve bunlar olmazsa demokrasi ne ölçüde zedelenir ya da gelişemez? Böyle bir aks üzerinde yapıyoruz konuşmaları. Senin deneyimlerine dayanarak sormak istediğimiz de, genel yayın yönetmenliğinin ya da genel yayın müdürlüğünün nasıl bir iş olduğu.

 

HC: Ben Cumhuriyet’te 11 küsur yıl genel yayın müdürlüğü yaptım. Cumhuriyet çok farklı bir gazeteydi benim dönemimde, çünkü patronaj denen müessese, çok sınırlıydı. Ben 12 Eylül’de başladım genel yayın yönetmenliğine, gazetenin sahibi de rahmetli Nadir Nadi idi ve aynı zamanda gazetenin başyazarıydı. Örneğin, ben genel yayın müdürü olarak Nadir Nadi’nin yazısı için, “bunu koymayalım gazeteyi kapatırlar” dediğimde, O da “nasıl istersen” derdi, biraz kızardı ama bana böyle bir yetkiyi de verirdi. Böyle kendine özgü bir gazeteydi Cumhuriyet gazetesi ama tabii Cumhuriyet’in fikri bir boyutu vardı, o boyutta belirli sınırlamalar getiriyordu. Çok değişik bir deneyimdi.

 

ÖM: Nadir Nadi’nin de senin yazılarını herhangi bir şekilde gözden geçirme yetkisi yoktu anladığım kadarıyla?

 

HC: Hiçbir zaman böyle bir ihtiyaç duymamıştı; Nadir Nadi, ben genel yayın müdürlüğüne başlarken bir iki nokta hakkında görüşlerini söyledi; “Her gazetenin bir oturmuşluğu vardır, fikriyle, şekliyle, bununla çok fazla oynamamak lazım. Sen zaten Cumhuriyet’i biliyorsun” dedi. Bu arada, “Gazetenin kişilerle değil fikirlerle uğraşmasını isterim. Doğrudan doğruya kişileri değil, onların fikirlerini hedef almalıyız. Yazılarında buna çok dikkat et” demişti.

 

ÖM: Cumhuriyeti Çok Sevmiştim adlı kitabında çok belirgin olarak ortaya çıkan bir şey var, en azından kendi izlenimim öyle; genel yayın yönetmenliği, politik dengelerin korunmasına dayanan, bir çeşit politik bir görev gibi.

 

HC: Cumhuriyet’in bir gazetecilik anlayışı vardı, aynı zamanda bu gazetecilik anlayışını çerçeveleyen, dünyaya bakışı, Türkiye’ye bakışı vardı. Ben genel yayın müdürü olduğum vakit bunların hepsinde, bir yenilenme kapısı açmaya çalıştım. Bu yenilenme kapısı hem gazetecilik anlayışındaydı, hem haber ve yorum yelpazesini olabildiğince genişletmek istedim. Yorum yelpazesinde de çok sınırlı bir çerçeve vardı, çok Cumhuriyetçi ya da klasik Kemalist bir çizgiye, bir çerçeveye oturmuştu. Oysa gazetenin iç işleyişini ve gazetede yer alan yorumları demokrasi ile tanıştırmak gerekiyordu. Bunu da genç bir kadro ile yaptık, yazar kadrosunu belki çok fazla genişletemedik ama bunun yerine genç insanlar aramıza katıldı, mesela Şahin Alpay kitap sayfasını yapıyordu, Osman Ulagay iş dünyası ve ekonomi ile ilgili katkıda bulunuyordu, devletçiliğin dışında ekonomide başka bir dünya olduğunu anlatabiliyordu. Cengiz Çandar Ortadoğu’ya, İran’a gidip, alanda çalışarak orada bir başka dünya olduğunu yazıyordu. Nilgün Cerrahoğlu, demokrasiye yeni yeni geçen fakat aynı zamanda AB’ye yürüyen bir İspanya’da, “bu geçiş nasıl oldu? demokrasi nedir, ne değildir?” bunları çok iyi anlatabiliyordu. Bu bir yenilenme, dünyaya ve Türkiye’ye daha farklı pencerelerden bakma olayıydı. Bu kendini tirajda da hemen göstermişti.

 

ÖM: Bir de, muhabirlerin bir gazetenin can damarı olduğu, gazetenin ekseninde objektif, bir kaç kaynaktan beslenen, yorumdan tamamen ayrı olarak haberin bulunduğu fikri esastı.

 

HC: Aynen.

 

ÖM: Hem kitabından anlaşılıyor, hem de o zaman çok yakın bir Cumhuriyet okuru olarak bunu hissediyordum.

 

HC: Milliyet’in Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin, 20 yaşında Cumhuriyet’in Ankara’da diplomatik muhabiri olmuştu, orada çalışıyordu ve müthiş habercilik yapıyordu. Cengiz Çandar, Nilgün Cerrahoğlu, Osman Ulagay, Meral Tamer.... Say say bitmez.

 

ÖM: Ufuk Güldemir.

 

HC: Evet, çok yaygın bir haber kadrosu vardı ve bu haber kadrosunda da yorumu en azda tutuyorduk, fakat habere bir derinlik getirmesi için haber analizini çok kullanıyorduk. Bir habere analiz katmak, sadece haberi vermek değil, “neden böyle oluyor?” sorusunu haberle birlikte sorup yanıtını aramaktır. O dönemde, 80’li yıllarda Turgut Özal, “ben Cumhuriyet gazetesinin yorumlarından hoşlanmıyorum, ama en iyi haberciliği Cumhuriyet yapıyor” diye bir kaç kez söylemiştir. Aslında haberciliğimiz Turgut Özal’ın da canını epey acıtıyordu o tarihlerde, ama bunu önemsiyorum, çünkü Cumhuriyet’in haberciliği hem etkinliğini hem tirajını arttırdı. Bir örnek vereyim; 1982 yılında, İsrail bugünkü gibi, Lübnan’ı işgal etmişti ve Beyrut’a kadar girmişti. O tarihte Suriye üzerinden İsrail işgali altındaki Lübnan’a ve Beyrut’a giden tek Türk gazetecisi Cengiz Çandar’dı. Ve biz her gün birinci sayfayı, bir ara tam sayfa olarak, İsrail’in Lübnan’ı işgaline ayırmıştık. Cumhuriyet gazetesi 20 bine yakın tiraj almıştı o tarihte sırf haberle ve röportajla. Mesela 1980’de sıkıyönetim mahkemeleri yeni başlamıştı, Cumhuriyet, iddianameleri gayet ayrıntılı verdi, fakat genellikle bizim basında yapılmayan bir şey yaparak, savunmaları da hiçbir ayrım gözetmeden, Türkeş’in savunmasını da, DİSK Başkanı Abdullah Baştürk’ün savunmasını da, Erbakan’ın savunmasını da hepsini tam metine yakın vermişti. Bu Cumhuriyet’in haberciliğine, gazetecilik anlayışına ve saygınlığına büyük bir katkıydı. Bunu yaparken de tiraj artmıştı, yani tiraj 70 binlerden, bir kaç yıl içinde 120 bini yakaladı. O arada teknolojik değişim yaptık, iki yıl içinde 81-83’te ofset baskıya geçtik. O zaman çok kötü bir baskısı vardı, hem tirajı hem reklamı olumsuz etkiliyordu. Yani bir reform sürecinden geçmişti Cumhuriyet o tarihlerde.

 

ÖM: Sadece objektif, doyurucu haber ve buna ilaveten ya da bilgili kaynaklardan gelen kuvvetli yorum ve analizlerle beslenerek bir gazetenin tirajını çok yükseltmesinin mümkün olduğunu gösteren önemli örneklerden biri, belki de birincisi Cumhuriyet.

 

HC: Hakikaten öyleydi, biz devraldığımızda 70 binlerdeydi tiraj, ilan gelirleri son derece düşüktü ve aşağı yukarı 4 yıl içinde 100 bini geçti tiraj o tarihlerde. Bunda haber yelpazesinin genişletilmesinin, iyi habercilik yapılmasının, çok değişik köşeler açılarak yorum yelpazesinin genişletilmesinin ve teknolojik değişimin hepsinin payı var. Bunların hepsi bir araya geldi. Şunu da göz önünde tutmak lazım, Yalçın Pekşen, Deniz Som haber merkezinde, Okay Gönensin, Umur Talu, Ümit Kıvanç, Kerem Çalışkan yazı işlerinde.

Yalçın Doğan Ankara’da vs.  Böyle bir kadro ile bambaşka bir hava yarattık. Biz o tarihlerde Bülent Ersoy röportajı da yaptık, İbrahim Tatlıses röportajı da yaptık, Ajda Pekkan röportajı da yaptık.

 

ÖM: Kibariye’yi hatırlıyorum.

 

HC: Futbolu ön plana çıkardık, futbolla ilgili anketler yaptık. Bunlar Cumhuriyet’in çok fazla açılmadığı alanlardı. Bunu yaparken de her zaman belli bir seviye muhafaza edildi. Yani her türlü haberi yapabilirsiniz, cinayet haberini öyle bir verirsin ki onun toplumsal boyutu ön plana çıkabilir, insani boyutu öne çıkabilir. Ama bunu yazacak, yapacak insanların, muhabirlerin, gazetecilerin de formasyonları çok önemlidir. İyi gazete yapmak, kaliteli gazete yapmak için, her sabah o gazetenin mutfağında, sanki Türkiye’yi, dünyayı yönetecekmiş gibi masaya oturulması gerekir. O masadaki insanların seviyelerinin, bilgilerinin, formasyonlarının belli bir düzeyin üstünde olması lazım, başka türlü iyi gazete yapılamaz. Bizde hâlâ bir başyazarlık kişiye bağlı olarak gidiyor. Mesela başyazar tatile çıkıyor, başyazı kalmıyor, oysa dünya durmuyor, dönüyor, Türkiye’de hayat devam ediyor. İkincisi başyazar ne isterse onu yazıyor, oysa dünyada bir sürü değişik olay var. Biz hâlâ başyazı geleneğini çağdaş anlamda oturtmadık. Bir editoryal takım kurup her gün 2-3 farklı konuda başyazı yazdırmak gibi bir şey yok. Bu çok tuhaf aslında, dünyanın bin türlü hali var, biz son derece dar bir alana kendimizi sığdırıyoruz, tavır almıyoruz, vs. Bu bir yanı gazeteciliğin.

 

ÖM: Dünyaya bir hayli kapalıydı Cumhuriyet, o açıdan da ilginç bir istisna oluşturuyor, dünyayı Türkiye’nin meselelerinden ibaret olarak gören, içe kapalı bir dünyayı yansıtan bir gazetecilik anlayışı vardı.

 

HC: “İyi gazete” dediğimiz vakit, hangi tür gazeteyi ele alacağız? Almanya’da bir tarafta Bild var, milyon satıyor, öbür tarafta Zeit Deutsche, Frankfurter var, bunlar milyon satmıyorlar, ama mukayese edice çok farklı gazeteler. Biri popüler, yer yer sansasyonel bir gazete, öbürü çok ciddi bir gazete. İngiltere’ye baktığımız vakit, Sun var, Daily Mirrorb filan var, öbür tarafta bir Guardian örneği var. Almanyada’ki Dünya Kupası sırasında bir ay dolaştım, hep futbol yazmaya çalıştım, ama sadece futbol yazmadım, Alman basınını da çok yakından izledim ve futbol sayfalarına baktım. Mesela Die Welt ya da Zeit Deutsche futbolu çok ciddi boyutuyla veriyordu, aynı zamanda rengiyle veriyordu. Bu ikisini bir araya nasıl getirebileceksin? Türkiye’de maalesef bizim basın dünyaya kapalı ve dünyayı izlemeyi tiraj açısından uygun bulmuyor, pahalı buluyor. Bu aslında Avrupa ve Amerikan basınında da yok değil, çünkü hakikaten dış dünyayı bizzat kendi adamlarınla izlemek pahalı bir olay. Öbür tarafta bir de zihniyet meselesi var, Cumhuriyet’ten zamanında tepki de uyandıran bir örnek vereyim; mesela 1990’da Körfez Savaşı sırasında bir Kürt akını olmuştu, Iraklı Kürtler Saddam’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmışlardı. O dönemde Orhan Pamuk’tan bir röportaj yapmasını rica ettik, gitti yaptı bizim için. Yaşar Kemal’in, Yaşar Kemal olarak adını duyurması, 1950’li yılların Cumhuriyet’indeki, orman yangınları hakkındaki röportajları ile olmuştur. Biz bu olaylara daha çok fotoğraf olarak bakıyoruz, “ormanlar yanıyor, Kuzey Irak’ta şu var, bu var” vs. fakat bilgili, formasyon sahibi muhabirleri sistemli bir biçimde çok sınırlı dolaştırıyoruz. Oraya çok farklı bakıyoruz, sadece manşet üretildiği vakit dönüp bakıyoruz ne olup bittiğine ama orada bir sürü insani olay oluyor. Gidip onlara ışık tutmak gerekir, çünkü bir gazete, insani olayı yakaladığı vakit büyük meseleleri çok daha rahat anlatabilir, zaten gazetenin işlevi de o. Kürt sorunu üzerine yazı yazıyorsun, oysa gidip Diyarbakır’da, Şırnak’ta bir kahvede oturup bir Kürt’le hayatın boyunca hiç konuşmamış olabiliyorsun. Bu da senin yazını çok sığ bir hale getiriyor, eğer sen oradaki muhabirlerinle, Şırnak’taki, Cizre’deki kahvede oturan Kürt’ün hissiyatını verebilirsen gazetede o zaman Ankara’daki devlet büyükleri de hiç olmazsa bundan etkilenirler, “yahu böyle şeyler de oluyormuş” diye bakarlar. Gazetenin işlevi çok önemli burada.

 

ÖM: Şöyle bir eksen çizebilir miyiz? Senin genel yayın müdürü olduğun dönemde Cumhuriyet gazetesi, hem ekibiyle bir ekol, hatta bir model olarak, ciddi, kaliteli bir gazete örneğiydi hem de kendisini de geliştirici bir yönü vardı. Mesela bütün personelden istenen gazetenin geliştirilmesine ilişkin raporlar ve anketler var, ve onların üzerinde de düşünülüp tartışılıyor. Tabii bunların tiraja ve reklama yansıdığını görmek de güzel. Bundan sonra Cumhuriyet o döneminin maalesef parçalanması, ince dengenin kırılması, senin deyiminle “vazonun kırılması” ve eski tirajına, prestijine sahip olmayan bir gazete olarak devam etmesi söz konusu. Bugünün medyasındaki durumu da buradan kalkarak biraz tartışmak istiyoruz.

 

HC: Evet vazo kırıldı, onun kendine göre ince dengeleri vardı. Maalesef, özellikle Nadir Nadi’nin ölümünden sonra, gazetenin tarafları arasındaki o kavga vazoyu kırdı. Cumhuriyet, eskiyle yeninin, ya da geleneksel olanla yeni olanın bir sentezinden oluşuyordu; Cumhuriyet’in o zamanki başarısı ve dinamizmi buradaydı. Taraflar o uzlaşmayı sürdüremediler. Buradan şu çıkıyor, bir gazeteyi gazete yapan bir liderlik ve onun altındaki kadrolar biraz da. Onu nasıl götüreceksiniz? Hiç kuşkusuz bir gazetenin dünyaya ve kendi çıktığı ülkeye, Türkiye’ye bir bakışı var, bir de gazetecilik diye bir şey var. Gazetecilikten kopuk götürdüğünüz vakit, o gazete farklı bir şey oluyor. Bunu hem gazete yapacaksınız, hem etkili olacak, hem saygınlığı olacak, saygınlığı ve etkinliği ile birlikte tiraj olacak, tirajıyla birlikte reklam alacak ve büyümeye devam edecek. Ya da sağlam bir yapısı olacak. Bu dengelerinin hepsini bir araya getirmek lazım. Aslında güç bir iş, bir cambazlık.

 

ÖM: Hakikaten devlet yönetmek gibi bir iş. Hem tiraj, hem reklam hem saygınlık da kazandığı bir dönemdi Cumhuriyet’in. En yüksek tirajı nerelere kadar çıkmıştı?

 

HC: Cumhuriyet’in genel yayın müdürlüğünü 81-92 arasında yaptım, gazete yönetimini aldığım vakit sanıyorum 70 binler civarındaydı, ilan gelirleri son derece düşüktü, resmen iflasını ilan edebilecek noktaya gelmişti. Sonra tirajı 100 binin üzerine çıktı, sonra uzun zaman ortalama 120 bin idi, bazen atılımlar yaptık, 140-150 bine kadar çıktık, ama onlar bütün bir yıl içinde olmadı. Yıl içinde en çok sattığımız 120-125-130 gibi oldu. Hatırlarım, Yalçın Doğan’ın “Fenerbahçe Cumhuriyeti” diye sonra kitap da oldu, bir dizisini yayımlamıştık, o zaman 140 bine çıktı tiraj. Alevilik üzerine bir dizi yapmıştık, yine çok artmıştı. Tabii orada farklı bir şey de vardı; gazetenin yönetimini 12 Eylül döneminde üstlendik. Askeri yönetim döneminde dik bir duruşu oldu Cumhuriyet gazetesinin. Bir yandan askeri yönetimle mücadele edip bir yandan demokratikleşme sürecine katkıda bulunma, buna paralel olarak da gazeteyi iyileştirme. Hepsi bir arada iyi bir noktaya götürdü.

 

ÖM: Beklentileri yerine getiriyordu. Zaten bu tarz bir gazete dünyada da, çeşitli Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da da, çok yüksek bir tirajla değil, bu istikrarı ve seviyesi ile temayüz ediyor galiba?

 

HC: Öyle. Demokratik değerleri savunmak, insan haklarını savunmak, hukuku savunmak, o açıdan bütün ihtilallere karşı çıkmak gibi. Askeri yönetim döneminde Cumhuriyet, bir bayrak gibiydi, çok iyi mücadele örnekleri verdi. Bunu habercilikle de yapabilirsiniz, hiçbir gazete, sıkıyönetim mahkemelerinde savunmaları vermezken siz bunu çarşaf çarşaf verirseniz bu bir duruş oluyor, farklılık oluyor ve saygınlık getirebiliyor.

 

ÖM: Bunun bağımsız bir duruşla da bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz herhalde? Herhangi bir sermaye veya çıkar grubuyla ya da hükümetle, orduyla yakın olmamasının rolü olmalı.

 

HC: Cumhuriyet gazetesinin o anlamda bir bağımsız duruşu vardı, ama şunu unutmamak lazım tabii, öyle konular var ki, o konular devreye girdiği vakit, birden, o bağımsız duruşun korunamadığını genel yayın müdürü olarak hissetmişimdir ben. Mesela, Türkiye’de laiklik meselesine yaklaşım farklılıkları varsa, ben orada da yelpazeyi çok geniş tutmak istedim. İslamcılar ne düşünüyorlarsa Cumhuriyet gazetesinde de kendi imzalarıyla yansıtsınlar, haberlerini verelim istedim. Orada hemen güçlüklerle karşılaşmaya başladım ya da Kürt sorunu söz konusu olunca? Bir yandan devletin, Ankara’nın, asker olsun, sivil olsun iktidar odaklarının baskısı oluyordu, bir taraftan da gazetenin içinde “ya, biz bu haberleri vermeyelim” şeklinde tepkiler olabiliyordu.

 

ÖM: Otosansür.

 

HC: Hem öyle hem de yerleşmiş zihniyetten geliyordu. Haber yelpazesini, yorum yelpazesini genişletmek kolay olmuyor. Bu hem zihniyetten kaynaklanıyor, hem gazetenin kendi geçmişinden, geleneklerinden, fikri yapısından gelen sınırlamalar oluyor. Hem Ankara’daki iktidar odaklarının “siz bu sorunlarla fazla uğraşmayın!” şeklinde baskıları oluyor, hem de iş dünyasından kaynaklanan bir takım baskılar da olabiliyor. Mesela biz Cumhuriyet gazetesinde ilk defa, tüketici haklarını gündeme getirmek ve korumak amacıyla “Ev Ekonomisi” adı altında bir tüketici köşesi başlatmıştık Meral Tamer’le, o zaman yoktu böyle bir şey. , Bir bozdolabı, bir araba, vs. hepsinin kalitesi  gündeme geliyor. O vakit belli bir markanın kalitesi ile ilgili bir eleştiri olmuşsa bu köşede reklam ambargosuyla karşı karşıya kalabiliyorsun. Mesela o dönemde, İş Bankası’ndan, Yapı Kredi’den böyle kısa süreli ilan ambargoları gelmişti bazı haberler dolayısıyla. Sadece siyasal odaklardan değil, iş dünyasından da bu tür baskılarla karşı karşıya kalabiliyor gazete. Bunlara karşı bağımsızlığını nasıl koruyacaksın? Burada tamamen bir çeşit diplomatlık, bir çeşit politikacılık da işin içine girmiyor değil. Ben, “biz Cumhuriyet’te her şeyi yazıyorduk, yapabiliyorduk” diyemem doğrusu. Böyle bir şey ideal olarak var ama normal hayatın içinde her zaman mümkün olmuyor, bugün de böyle bu.

 

ÖM: Bugüne gelelim biraz da, artık Cumhuriyet’i bir kenara bırakalım.

 

HC: Benim açımdan da tarih oldu o dönem artık.

 

ÖM: Medya, bugün sözünü ettiğin önemli kısıtlamalar yüzünden bazı konuları, olayları editoryal olarak pas geçmek zorunda, örneğin reklam almak zorundalar...

 

HC: Ya da yeterince üzerinde durmamak, görmezlikten gelmek durumundalar.

 

ÖM: Bugün nasıl görüyorsun medyayı?

 

HC: Bugün gazetelerin bağımsızlık konusunda eleştirilecek çok yanları olduğu açık. “Neden böyle?” dersen, bu temel olarak Türkiye’deki gazete patronunun niteliğinden kaynaklanıyor. Ben kitabımda da bunu belirttim, uzun yıllar boyunca “basın dışı sermaye basına girmesin, bu basının, gazetelerin bağımsızlığını olumsuz etkiler” görüşünü savundum. Basın dışında bir takım işleriniz varsa, ister istemez, Türkiye’de kapitalizm de çok güçlü olmadığı ve devlet ilişkisinde de eli o kadar güçlü olmadığı için bazı konularda en azından etkiye açık olabiliyor. İş dünyası açısından Ankara hâlâ çok önemli, vergi konusunda önemli, kredi konusunda önemli, bankacılık alanında çok önemli, bütün bu alanlarda sizin işiniz varsa Ankara ile, o zaman ister istemez yayınlarınızı siyasal iktidar ve hükümet karşısında dikkatli tutuyorsunuz. Bu da gazetelerin bağımsızlığını olumsuz etkiliyor, bunun bin türlü örneği Türkiye’de vardır. Bir tarafta Doğan grubu, öbür tarafta Sabah grubunda Turgay Ciner, Show TV, Akşam gazetesi Karamehmet vs. Cumhuriyet gazetesine de baktığınız vakit, sponsorlar arasında Turgay Ciner’i de görüyorsunuz, Ülker grubunu da görüyorsunuz. Yine Karamehmetler Cumhuriyet gazetesinde bir bakıyorsunuz. Bunu şunun için söylüyorum, böyle sermaye grupları olunca, ister istemez zamanında Star ve Uzanlar örneğinde olduğu gibi medyanın bağımsızlığı konusunda belirli kırmızı çizgiler olabiliyor. Ama yine de şunu da söylemek istiyorum; bu açıdan bütün eksiklerine rağmen basını Türkiye’de en güçlü sivil toplum kuruluşlarının içine koyuyorum. Mesela Türkiye’nin AB yolunda yürümesini, AB ile ilişkileri konusunda medyanın çok önemli desteği oldu. Bunu çok önemsiyorum, çünkü bu büyük bir reform projesi, eğer Türkiye resmen müzakerelerin açılması noktasına gelebildiyse, bunun gerektirdiği bir takım uyum reformlarına adımlarını atabildiyse burada iş dünyasının büyük desteği gibi, büyük medyanın, bir çok açıdan eleştirdiğimiz büyük medyanın kararlı bir desteği oldu. Yani büyük medyanın blok olarak kararlı desteği olmasaydı AB yolunun açılması çok zordu.

 

Avi Haligua: Büyük iş dünyasının bu desteği ile büyük medyanın desteği arasında da bir korelasyondan bahsedilebilir herhalde?

 

HC: Tabii var.

 

AH: Az önce, “aslında gazete iki eksene dayalı, saygınlık ve etkinlik ile tiraj ve reklam” dediniz. 90’lardan sonra bu saygınlık, etkinlik ayağının biraz daha zayıflayıp tiraj ve reklam ayağının biraz daha kuvvetlendiği bir dönem yaşıyoruz diyebilir miyiz?

 

HC: Tabii bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değil, piyasa ekonomisinin, pazar ekonomisinin mantığına uygun olarak bisiklet pedalının sürekli döndürülmesi lazım ve bunun için de sizin hesabınızın, kitabınızın, iki yakanızın bir araya gelmesi lazım. Büyük kuruluşlarda tiraj olacak, reyting olacak ve bununla birlikte bir ilan geliri elde edeceksiniz, başka türlü ayakta durmanız mümkün değil. Yani işin kuralı bu, bunun dışında yürüyemiyorsunuz ama bunu yaparken nerede nasıl fedakârlık edeceksiniz? Mesela, çok büyük bir banka çok büyük bir reklam kampanyası yapıyor diyelim,  ve onu yaparken de size bazı şeyleri pas geçmeniz gibi telkinlerde bulunuyorsa bu farklı bir şeydir k i bunun örnekleri de vardır Türkiye’de ya da yürüyüp gitmeniz de mümkün. Türkiye’de, özellikle geçen dönemde, çok önemli yolsuzlukların ortaya çıkmasını da yine büyük medya sağlamıştır. Türkiye’nin çok önemli sorunları, Kürt sorunu, Susurluk olayı, bankacılık dahil yolsuzlukların ortaya çıkması gibi konularda büyük medyanın rolü oldu, yani çok siyah-beyaz olarak ele almamak lazım meseleyi. Eksikleri var, ama günahları gibi bir de sevapları da var, artıları da var, bunu da göz önünde tutmak lazım. “Herkesin kafasında bir gazete ideali vardır, kâğıt üstünde, Batı’daki örnekleri vardır, bunlara göre Türkiye basını nerededir?” derseniz, bence kolay kolay sınıf geçemez Türk basını.

 

ÖM: Meseleyi kamusal hizmet önceliği, yani yurttaşların önlerindeki  seçenekleri değerlendirmeleri için bir seçim yapabilmeleri için yeterli ve doğru bilgileri sunmak olarak görürsek bazı inandırıcılık problemleri olduğu muhakkak.

 

HC: Bir de şu var, ben her sabah gazeteye gidiyorum, bir tomar gazete koyuyorum önüme. Mesela Londra’ya gittiğim vakit, Almanya’ya ya da Amerika’ya gittiğim vakit, bilemedin üç tane gazete koyuyorum önüme. Bu yakınlarda Amerika’daydım, Washington Post, NY Times, bir de WS Journal koyduğun vakit ya da ikisini koyduğun vakit yeterli oluyor. Bir de Türkiye’yi düşün, yelpaze ne kadar geniş. İslamcıların bilmem kaç tane gazetesi var, her şeye rağmen şöyle bir düşün, 20-25 tane gazete ile güne başlıyorsun, bu da Türkiye’nin nasıl bir tımarhane olduğunu gösteriyor. Bu değişiklik şuna da yansıyor, İslamcıları düşün, şöyle bir bak, Vakit, Milli Gazete, vs. diye gidiyor. Öbür tarafta olmayan bir şey, hakkında davalar açılıyor filan, ama bir yerde PKK’nın gayri resmi yayın organı bile çıkıyor, bunu İngiltere’de çıkarmazlar, şiddet, terör yapan bir illegal örgütün görüşlerinin bu kadar, lider katı dahil, böylesine yayımlandığı bir ülkeyi de bulamazsın, bu da garip birdurum. O yüzden Türkiye de garip. Herkes kendi sesini ulaştırmaya başladı Türkiye’de. 301’e rağmen de öyleydi, 301 var, ha bire dava açıyorlar, şimdi Elif Şafak’ın davası var romanından dolayı ayın 21’inde. Latife İpek’e de dava açıldı. Bakıyorsun adı Türk Solu olan bir dergi çıkıyor, imza topluyor “bu vatan hainlerinin idamı için” diye! Böyle bir tuhaf memleket.

 

ÖM: Genel gidişatı nasıl buluyorsun? Medyanın genel tavrıyla daha iyi bir açılıma doğru mu gidiyor Türkiye?

 

HC: Bazı insanlar yıllar geçip yaşlandıkça karamsar olurlar, ben tam tersine daha iyimser bakmaya çalışıyorum Türkiye’ye ve iyimserim. Türkiye’de AB bağlamında çok şiddetli bir demokrasi mücadelesi var ve bu demokrasi mücadelesi Türkiye’nin bütün temel kurumlarının içine de girmiş durumda. Mesela yargı kurumuna baktığında, orada da bence bu bağlamda, yani AB bağlamında, müthiş bir demokrasi ve hukuk kavgası olduğunu görüyorum. Çünkü birbiri ile müthiş çelişik şeyler çıkabiliyor. Susurluk’a geçit vermek istemeyenler de var, tam tersi böyle gideni de var. Üniversitenin içinde de yaşanıyor aynı mücadele, üniversitede bilimsel çalışmaya, “vatan haini” kavramlarıyla sınır getirmek isteyen zihniyet sahipleri de var, yöneticiler de var ama öbür tarafta bambaşka üniversiteler de var. Devlet üniversitelerinin içinde çok farklı düşünenler de var, vakıf üniversitelerinin içinde de müthiş farklılıklar var. Ben, Türkiye’nin bundan sonra darbelerle, vs. yeniden yolunun kapatılabileceğine, demokrasinin askıya alınabileceğine inanmıyorum. Türkiye bence AB projesini sahiplendiği ölçüde iyiye gidecek, ki sahipleneceği kanısındayım, çünkü başka bir çıkış yolu yok.  Özellikle iş dünyası AB projesinin önemini görüyor. Çünkü ekonominin mantığı Türkiye’yi AB ile bütünleşmeye götürüyor. Türkiye için bir kalite belgesi bu, o kalite belgesinin içinde hukuk çıtasının yükseltilmesi de var, insan hakları çıtasının yükseltilmesi de var, eğitim çıtasının yükseltilmesi de var, yargı çıtasının da yükseltilmesi var. Bütün bunları göz önüne aldığı vakit o ekonomik mantık, ister istemez büyük iş dünyasıyla birlikte, Anadolu sermayesi ile ağırlığını demokrasi ve hukukun arkasına koyuyor. Çok basite indirgersek, yargı, ya da eğitim sistemini reforme edememiş bir Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye de gelmez. O yabancı sermayeyi çekmek Türkiye’nin aş ve iş sorununu çözmek için, iş dünyasının daha çok para kazanması için gerekli ise o zaman hukuk düzeyini de, eğitim düzeyini de yükseltmek durumundasın, kalite belgesi o. Türkiye’yi böyle ileriye doğru çeken bir güç var. İş dünyasında da bunu görüyorsun, aynı zamanda sivil toplumda da görüyorsun, büyük medyada da görüyorsun. Büyük medyada 50 bin tane farklı görüş çıkıyor, ama ana akım Türkiye’de AB hedefini koruyor, bu çok önemli bir şey, bunu çok önemsiyorum. Bugün büyük medyayı yöneten insanlara, kilit pozisyonda olan insanlara ve medyadaki önemli bir sürü yazara baktığın vakit, AB yoluna, hukuk ve demokrasi yoluna sahip çıkıyorlar. Bir çok köşeden farklı sesler gelse bile son tahlilde, “laik cumhuriyeti korumak için demokrasinin askıya alınmasına karşıyız” diye yazı yazmak durumunda kalabiliyorlar bir takım köşelerde. Türkiye’de yaşanan geçmiş darbeler hiçbir şeyi çözmediği için bütün kavgamızı demokrasi çerçevesinde vermek durumundayız.

 

ÖM: Yani militer çözümlerin bir çözüm olmadığı giderek anlaşılıyor tabii. 

 

HC: O kadar çok sorun var ki Türkiye’de, bir tarafta PKK kayıtsız şartsız silah bırakacak yerde, bütün baskılar o yönde olmasına rağmen, şiddet ve terörü siyaset aracı olarak benimseyip devam ediyor. Müthiş bir ahmaklık örneği, ama bu yolda öylesine devam ediyor ki, “acaba Türkiye’nin AB yolunu torpillemek isteyenlerle bir dolaylı ittifak mı kurdu bunlar?” diye düşündürüyor insanı. Avrupa’da Türkiye’yi istemeyenler, Türkiye’de Türkiye’yi Avrupa’da görmeyenler ve PKK arasında böyle bir dolaylı ittifak mı var? Ben, az önce belirttiğim nedenlerle iyimserliğimi koruyorum. Basın için de son olarak şunu söylemek istiyorum; basının bağımsız duruşu, hem siyasal iktidar odaklarından hem iş dünyasının içindeki iktidar odaklarından bağımsız duruşu konusunda bir çok eleştirilecek yanlar var, fakat bu eleştirilecek yanlarla birlikte, her şeye rağmen büyük medyanın genel tavrı, demokrasi, hukuk ve bu çerçevede AB yolunda Türkiye’nin genel hedeflerinin korunmasını öngörüyor, bu önemli bir şey. Eleştirilerimizi sürdürmemiz lazım, basın kendi kendisini bu çerçevede daha da toparlayacak diye düşünüyorum.

 

ÖM: Evet, inandırıcılık problemi devam ediyor çünkü.

 

HC: Büyük medyanın böyle bir inandırıcılık sorunu olduğu konusunda en ufak bir kuşkum yok ve bunun haklı nedenleri de var, ama aynı zamanda büyük medyayı bu açıdan eleştirenler de yine bu büyük medyanın köşelerinde var ve büyük ölçüde görüşlerini dile getirebiliyorlar. Hem eksileri hem artıları anlatmaya çalışıyorum, yoksa söyleyeceğimiz daha çok şey var. Olumsuz daha pek çok örnek verebiliriz, onlar da var.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz, derin bir tecrübenin içinden süzülen, aydınlatıcı bir sohbetti bizim için.

 

HC: Ben teşekkür ederim.

 

 

(7 Eylül 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)