Medya Konuşmaları XXV: BBC Türkçe Servisi

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’nda bu hafta Murat Nişancıoğlu ile beraberiz, kendisi BBC Türkçe servisi editörlerinden. Hoş geldin.

 

Murat Nişancıoğlu: Hoş bulduk.

 

ÖM: BBC Türkçe bölümünün internet sitesinde, daima, iki sayfalık, günün özeti diyebileceğim bir bölüm var, bu bize “dünyayı nasıl takip ediyoruz?” diye bir kıyaslama imkânı veriyor. Bugün birinci haber, “İsrail Birlikleri Sınırda, İlerliyor” İsrail-Lübnan meselesi üzerine bir forum da var; ondan sonra ikinci haber, Bağdat morguna 1855 ceset gelmiş olduğu; üçüncü haber, Brezilyalı vekillerin ambulans yolsuzluk haberi. ABD’de savaş yanlısı demokrat Lieberman ağır bir seçim yenilgisine uğradı Demokrat Parti içinde ve bunlar kimlere ne mesaj verdi; asıl darbe Bush’a mı? Hindistan’da Kerala eyaletinde başka eyaletlerde de olduğu gibi Coca Cola ve Pepsi’nin tüm ürünlerinin yasaklanması gibi haberler var. Sonradan dünyanın Türkiye’yi de ilgilendiren haberleri ile devam ediyor. Biz çok yararlanıyoruz BBC Türkçe servisinden, özellikle basın özetinden, Açık Gazete programının önemli haber kaynaklarından bir tanesi. Tabii atıf yapıyoruz her seferinde. Biz Türkiye’deki 10 kadar gazeteyi de her sabah önümüze açıyoruz ve dünyada olup bitenler konusunda hiç böyle bilgilenemiyoruz, büyük bir kontrast var. Bu özeti sabahın kaçında kalkıp yapıyorsunuz, zor bir iş olsa gerek.

 

MN: Her şeyden önce BBC’nin Türkçe bölümü, BBC Dünya servisinin bir parçası, dolayısıyla misyonu, tabii ki Türkiye’deki herhangi bir medya organından daha farklı. Türkçe yayın yapan bir bölümüz, fakat asıl misyonumuz Türkiye’ye dünyayı anlatmak ve belki de, Türkiye’ye ilişkin konularda da dünyadaki Türkiye’yi anlatmak bir parça. Türkiye’nin AB macerası ya da diğer uluslararası forumlardaki pozisyonlarını vs.Türkiye ile ilgili konuları biz Türkiye medyası gibi işleyemeyiz, çünkü zaten 3 bin kilometre uzaktayız! Onu yapacak alt yapımız yok, ama Türkiye’nin bizce gündemindeki ana konulara belli aralıklarla dönme ihtiyacını hissediyoruz. Örneğin önemli yasa değişiklikleri, reform paketleri, insan hakları konuları, Güneydoğu meselesi ya da Kürt sorunu, Türkiye’yi meşgul eden ve dünyada da Türkiye’de insanların dönüp ilgilendikleri alanlar bizim de ilgilendiğimiz alanlar, ama biz gündemimizi Türkiye medyası gibi saptayamayız çünkü Türkiye’den yayın yapmıyoruz, İngiltere’den yayın yapıyoruz, böyle bir farkımız var. Türkiye’deki yazılı medya, geleneksel olarak dış haberleri ikinci planda ele alır, bir sayfadır, bazen yarım sayfasıdır, hep ufak ufak haberlerle geçiştirilir. Dış haberler servisleri genellikle üvey evlat muamelesi görür, halbuki dünyayı anlatmak açısından çok önemlidir.

 

ÖM: BBC Dünya servisinin bir parçası olduğunuz için mi, yoksa aslında bütün medyanın esas işlevinin de tanımı gereği dünya hakkında bilgi vermek  olduğu için mi yayınlarınız bu şekilde? Yani Türkiye’de de medya dünyayı izlemek ve okurlarına yansıtmakla aynı derecede yükümlü değil mi?

 

MN: Tabii, bir taraftan bunu derken bir taraftan da BBC’nin iç yayınlarını da dikkate almamız lazım. Şu sırada BBC iç yayınlarının da ana gündem maddesi Lübnan’daki savaştır. Yani bir konu gelir ve bütün dünyayı meşgul etmeye başlar, o zaman ulusal sorunlar ikinci plana düşmeye başlar. Buna tabii ki dikkat etmek gerekir yayın politikası içerisinde. Şu anda dünyayı meşgul eden, hele hele bizim bölgemizi çok meşgul eden önemli gelişmeler var; bir tarafta Lübnan’daki savaş var, öbür tarafta Irak’taki keşmekeş hâlâ sürüyor, İran’la olan itiş kakış sürüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bunlarla daha fazla ilgileniyor olması lazım ve daha bilgili olması lazım. Çünkü Türkiye’yi de yakından ilgilendiren ve etkileyen konular bunlar. Şu anda İngiltere’de İngiltere siyaseti üzerinden verilen haberler de daha çok yine bu olaylar çerçevesindedir. İngiltere hükümetinin Lübnan savaşındaki durumu, Başbakan Blair’in, bu keşmekeş içerisinde işini gücünü bırakıp tatile gidip gitmeyeceği tartışması, İngiltere’nin İran’ın nükleer programı karşısındaki pozisyonu gibi. Bunlar ister istemez öne çıkan konular, hükümetlerin politikaları da bu çerçevede tartışılmaya başlanır. Tabii yine iç sorunlar gündeme vardır, mesela ceza yasası ile ilgili bir takım sorunlar vs. gelir. İngiltere’de bunlar bile yine uluslararası planda tartışılır oldu. Uluslararası terörizm olarak adlandırılan, onların tanımıyla “düşmana” karşı alınan önlemler haline gelmeye başladı.

 

ÖM: Bir ara özellikle, yani Irak’ın işgali ile başlayan BBC’yi de içine alan önemli bir problem yaşandığını hatırlıyoruz. Andrew Gilligan’ın verdiği bir haberden başlayarak, Hutton Raporu ile sonuçlanan gelişmeler BBC’ye epey yüklenilmesine de yol açmıştı. O durumda BBC Türkçe servisi ve diğer servisler nasıl etkileniyor? BBC’nin genel tavrını nasıl değerlendiriyorsun?

 

MN: Bütün servisler etkilenir öyle durumlardan. Detaylarını hatırlamak mümkün değil, ama Andrew Gilligan’ın haberi aslında doğrudur, fakat teknik bazı sorunları vardır ve asıl olarak da o teknik sorunlar etrafından BBC eleştirilmiştir. O eleştiriler de geçerlidir büyük bir oranda, nitekim arkasından BBC tüm editoryal kılavuzunu yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. O örnekte, ismi saklı tutulan bir kaynağa dayanılarak verilen bir haber vardır, ve o haberin bir parça dikkatsizce evirilmiş olması vardır, çünkü canlı yayında aktarılmıştır bilgi; dolayısıyla, gözetilmesi gereken bazı noktalar gözetilmemiştir diyebiliriz.

 

Avi Haligua: Ne gibi?

 

MN: İsimsiz olarak sonradan verilecek olan bir habere ilişkin mülakatın verdiği izlenimler kesin gerçek olarak aktarılmıştır. Bu ikisi arasında bir fark var, özellikle de kaynak gösteremiyorsanız ki, ismini saklı tutuyorsunuz kaynağınızın, o zaman daha dikkatli vermek gerekir. Bunun editoryal dersi ne olmuştur? Bu tür çok hassas konularda anında radyoya ya da televizyona çıkıp canlı haber vermenin belli sakıncaları vardır. Dolayısıyla, editörler bu haberi verecek muhabirden, son dakikada bile olsa bunu yazılı istemek zorundadır ki denetlesin, üstündeki bazı yontmaları yapabilsin ki BBC sonradan sıkıntıya düşmesin. Nitekim o haberin ardından, o kaynağın isminin ortaya çıkması söz konusu oldu. Bir anlamda BBC’nin muhabiri kaynağını koruyamamış oldu. Böyle sakıncaları olabilir. BBC öyle bir durum yaşadı ama BBC’nin savaşa ilişkin ve o andaki İngiltere politikalarına ilişkin haberleri özünde doğruydu, sonradan çıktığı gibi.

ÖM: İşin kötü tarafı, bu teknik detay yüzünden, aslında savaş ve barış gibi hayati önem taşıyan bir konu ikinci plana itilmiş ve BBC çok haksız bir şekilde de yara almış oldu.

 

MN: Bence de bir parça haksız yere yara almış oldu, genel yöneticisi istifa etmek zorunda kaldı o sürecin sonunda. Bundan da çıkarılacak bazı dersler var ve BBC gibi bir kurumun dönüp kendisine bakıp bütün editoryel süreçlerini yeniden gözden geçirmesi gerekiyor ki onu yapmak zorunda kaldı bunun sonunda.

 

ÖM: Öte yandan da tabii BBC’ye belki genelde yöneltilebilecek başka eleştiriler de var; yanılmıyorsam John Pilger yazmıştı örneğini de. Özellikle İsrail-Filistin çatışması konusunda BBC dinleyicileri, izleyici ve okurları arasında yapılan anketlerde kamuoyunun büyük çoğunluğu aslında İsrail’in işgal altında kaldığı izlenimine sahipmiş.

 

MN: Sadece John Pilger’in eleştirisi değil, bu konuda bir rapor da hazırlandı BBC’nin İsrail Filistin gerginliğinde ya da Ortadoğu sorununda bir parça yanlı yayın yaptığı, kasten olmasa bile, ortaya çıkan ürünün İsrail’i daha masum gösteren bir yayın olduğu ortaya çıktı. Bunun arkasından ne yapıldı? Örneğin hepimiz Ortadoğu hakkında nasıl haber verilmeli kurslarından geçmek zorunda kaldık. Böyle olumlu yanları oluyor, ama bu sadece İsrail Filistin sorunu değil, Irak savaşında da yaşanan bir sorun, savaş ortamlarında yaşanan bir sorun. Savaş haberciliği yapılır konusuyla ilgili bir sorun ve genelde Batı medyasının karşılaştığı bir zorluk bu. Düşünüyorum da, Vietnam savaşı nasıl yansıtılmıştı? O da aynıydı büyük bir olasılıkla, hafızamız o konuda artık çok iyi değil, ama birisi My Lai katliamını ortaya çıkarttıktan sonra dünya da uyanmaya başladı.

 

ÖM: Seymour Hersh’tü bu olayı ortaya çıkaran.

 

MN: Evet. Halbuki o vakte kadar “kahraman Amerikan askerleri” diye biliyordu bütün dünya. Aynı şeyi Körfez Savaşı’nda da yaşadık, bu son Irak savaşında da yaşıyoruz, Ortadoğu’da da yaşıyoruz. Dengeli olmak zorundayız, objektif olmak zorundayız, ama bunlar haberin nereden verildiğine de bağlı. Örneğin şimdi “eklemlenmiş muhabirler” –böyle mi deniyor?- var.

 

AH: “İliştirilmiş” diyorlar.

 

MN: Aslında bu bile bir ilerleme, çünkü birinci Körfez Savaşı’nı nasıl izledi Batı medyası? Schwarzkopf’un basın merkezinden, büyük ekranından izledi.

 

ÖM: Bir oyun gibi.

 

MN: Ona göre belki iliştirilmiş muhabir, daha ilginç. Savaşın içerisine giriyorsunuz, ama kimin yanında giriyorsunuz? İşgal eden ordunun birliğine iliştirilmiş olarak giriyorsunuz, dolayısıyla ne görüyorsanız onu anlatacaksınız, savaşın bir yanını görüyorsunuz.

 

AH: Bir de muhabirin psikolojisini de etkileyen bir şey herhalde birlikte yürüyor olmak.

 

MN: Tabii savaş muhabirliği de çok kolay bir iş değil açıkçası ve Irak savaşı da çok tehlikeliydi gazeteciler açısından, kaç tanesi öldü, kaç tanesi kaçırıldı. Sonuç olarak savaşı, İsrail Filistin gerginliğini Kudüs’ten izlerseniz sadece, o tarafın görüşü yansımaya başlar. Beytullah’a geçemezseniz, Ramallah’a geçemezseniz, Gazze’den haber veremezseniz o zaman dengeler bozulmaya başlar. Bunu hissettiğiniz anda düzeltmeniz gerekir. Örneğin şu son sıralarda BBC oldukça özen gösteriyor, Gazze’de muhabiri var.

 

ÖM: Başlangıçta, BBC World’u izliyordum televizyondan, çok kötüydü bana sorarsanız fakat toparladı. Gazze’ye muhabir yerleştirerek daha bir dengeli haber vermeye başladı. Yine de, gerek Gazze’de, gerek Batı Şeria’da uzun süreli bir vahşet var, ama Filistinliler unutulmuş vaziyette, BBC de ilgilenmiyor bilebildiğim kadarıyla.

 

MN: Medyada son yıllarda hepimiz hissediyoruz, kabul edilemez olanın normalleşmesi sorunu var. Kabul edilemez olan şeyler bir süre sonra sanki gündelik olaylarmış gibi, normal, sıradan olaylarmış görülmeye başlıyor ve özellikle ana akım medya dediğimiz büyük kuruluşların gündeminden düşmeye başlıyor. Çünkü daha heyecanlı, daha flaş, daha sansasyonel haberler var, bunlar öne çıkmaya başlıyor. Halbuki yayıncılıkta temel bir ilke vardır, büyük uluslararası sorunlar sürüp gidiyorsa, bunu takip etmek gerekiyor.

 

ÖM: Evet, çok önemli.

 

MN:  Bunlar ikinci plana düşüyor, kabul edilemez olan normalleşmeye başlıyor; BBC sayfasından gösterdiğiniz ikinci haber örneğin, Irak’ta 1850 ceset. Irak’ta her gün 100 kişi kadar ölüyor, ama şimdi Irak haberleri kaybolmaya başladı, oradaki facia sürüyor halbuki, ama onlar ikinci plana düşmeye başladı, çünkü daha flaş haberler var. Bunda, son yıllarda televizyonun yaygınlaşmasının, haber kanallarının artmasının ve son dakika haberi yarışının rolü var. Kim kimden daha önce haber verecek, kim kimden daha önce flaş bir haber patlatacak? Bunu yapmamak BBC’nin ilkesidir, ama BBC de yönlenmeye başlıyor ister istemez, çünkü o da rekabet ediyor uluslararası piyasada. Halbuki BBC iki kaynaktan doğrulatmadıkça haber veremez.

 

AH: BBC bu konuda daha yavaş zaten, görülüyor, herhalde bu dediğiniz gibi kaynak doğrulatmakla da alakalı. Mesela Irak’ta patlama olup “10 ölü var” dendiği zaman başka kanallarda, BBC bunu yaklaşık 20-25 dakika sonra “son dakika haberi” olarak veriyor.

 

MN: Orada kendi muhabiri yoksa, o zaman iki kaynaktan doğrulatmak zorunda; kendi muhabiri varsa onun verdiği haberin güvenirliğinden emin olmak zorunda, haberi alan, haber toplayan dairenin editörüne ait bir sorumluluk bu. Dediğiniz gibi ölüm olayları söz konusuysa ve farklı rakamlar varsa BBC az rakamı gösterir, ama en az bu kadar der, en yüksek rakamı teyid edemez zaten. Fakat içinde bulunduğumuz ortamda bu ilkelerden bile sapmalar oluyor, dolayısıyla BM’nin İnsani Haklar Koordinatörü “Lübnan’daki savaş kabul edilemez” diye feryat ederken, Gazze’de olup bitenleri unutuyoruz bu arada, unutulan savaş diye yansıtmıştı. Büyük medyanın böyle bir sorunu var doğrusu.

 

ÖM: BBC, hep belli bir saygınlığı ve güvenilirliği olan bir yayın kuruluşu olarak bilinir. BBC’den bir haber aldığımız zaman doğrulanmıştır, doğrudur, iki kaynaktan denetlenmiştir gibi bir kanaat var hepimizin üzerinde. Fakat bazen insanın bu güveninin sarsıldığı anlar da yaşanmadı değil. Özellikle Şubat’ta, istilaya giden günlerde dünya tarihinin gördüğü en büyük barış gösterileri yapıldı, bir tanesi de İngiltere’de, Londra’daydı. Bunu çok yakından takip etmeye çalışıyorduk, belki Irak bize çok yakın olduğu için, belki Açık Radyo bu savaş barış meselelerine biraz daha duyarlı olduğu için, çok yakından izlemeye çalışıyorduk. BBC bu büyük dalgayı, savaşa karşı duran insanların gösterilerini yeterince algılayamadı, hiç vermedi doğru dürüst, katılımcı sayısını da polisin verdiği sayıya yakın tuttu, çok düşük gösterdi ve doğrusu kalbimizi kırdı.

 

MN: BBC genellikle düşük rakam verir, ama kaynak göstererek verir, öyle vermesi gerekir. Ben de hatırlıyorum polis rakamı olarak verilmediğini o zaman. Bir de bu tür sorunlar BBC’nin değişik yerlerine değişik biçimde de yansıyabiliyor bazen; mesela iç yayınlar bu derece görmezden gelemez, dolayısıyla belli bir oranda o gösterileri yansıttı ama belki rakamları kaynak göstermeden polis rakamı olarak verdi.

 

ÖM: Orada şöyle bir sorun olduğunu hatırlıyorum, başka internet kaynaklarından, daha liberal diyebileceğim gazetelerden, Independent’tan, Guardian’dan baktığımız zaman verilen rakam 1,5-2 milyona yakındı. Arkadaşımız Roni Margulies’le de konuştuk, o da yaklaşık böyle diyordu. Ama BBC’yi açıyorum bakıyorum, seyrediyorum, böyle bir şey yok, çekilen açılar da tuhaftı, sanki kasten, küçük, önemsiz bir kalabalık gibi göstermeye uğraşılmış gibi bir izlenim vardı. Çok tuhaftı.

 

MN: İngiltere’de de çokça eleştirildi BBC bu konuda, hem de savaşın başladığı aylardaki haberciliği açısından eleştirildi. Örneğin Cardif Üniversitesi’nde yapılmış bir kamuoyu araştırması vardı; uluslararası yayın kuruluşları arasında en savaş yanlısı haberleri BBC vermiştir sonucu çıkıyordu oradan. Dolayısıyla İngiltere içerisinde de eleştirildi, hem savaş açısından hem de bahsettiğiniz savaş karşıtı tepkiyi yansıtmaktaki yetersizliği açısından. Burada Türkçe bölümüne paye vermek için söylemiyorum, ama bazen bir servis içerisinde çalışanların, örneğin Türkçe bölümünde çalışanların da duyarlılığına bağlı olabiliyor bazen yayının niteliği, o zaman genel hattan saparız. Hatırladığım kadarıyla bizim iki arkadaşımız o mitingdeydi bize oradan haber verdiler, dolayısıyla biz önemli olduğunu hissettiğimiz anda, BBC şu kadar veriyor dolayısıyla ben de bu kadar vereyim kaygısına düşmeyebiliriz. Türkçe bölümü yapmıştır bunu, ama tabii Türkçe bölümü denizde damladır BBC kurumu içerisinde.

 

ÖM: Belirleyici olması açısından öyle, ama Türkçe servisini bu açıdan tenzih etmemiz gerektiğini biz de düşünüyoruz kendi payımıza haddimiz değil tabii ama.

 

AH: O halde merkezi bir karar verme mekanizmasından bahsetmiyoruz, benim çıkardığım bu, yani BBC’de, merkezden “bu haberler biraz az görülsün” gibi bir şey söylenmiyor, her kişinin bireysel özgürlüğü var bir şekilde.

 

MN: Her kişinin bireysel özgürlüğü değil tam, ama senin söylediğin gibi direktifler de yoktur. Sonuç olarak ben Dünya servisini daha iyi bildiğim için orayı örnek verebilirim, günün başında sabah 9’da BBC Dünya servisinin editoryal toplantısı olur. O bütün binayı ilgilendirir, sadece haber ve güncel olayları ilgilendirmez üstelik, bazı magazin programları, kültürel programları, vs. de içerir, onların editörleri de gelir. Orada bir tartışma olur, buna bazı önemli BBC büroları da bağlanır, örneğin bazı aralıklarla Brüksel bürosu bağlanır, bazen Moskova bağlanır, bazen Ortadoğu bağlanır. Buralarda ana maddeler belirlenir. Orada gerek o toplantıya katılanların formasyonu, gerek editörlerin formasyonu günden güne değiştirebilir içeriğin ayrıntılarını. Oradan giderek bölgeler gelir, örneğin Türkçe bölümü Avrasya bölgesindeydi, şimdi Avrupa bölgesinde, Avrupa bölgesi içerisinde bir daha editoryal toplantı yapılır, yeniden tartışılır. Kendi bölgenize daha uyarlı hale getirebiliyor musunuz gelişmeleri. Ondan sonra Türkçe bölümünün kendi editoryal toplantısı olur, bir de biz tartışırız, “nasıl yapacağız?” diye. Burada tabii ana toplantıdan farklılaşmalar başlar, biz “tamam, evet Lübnan savaşıdır ama onlar işin bu yanını yapıyor biz ise bu yanını yapmalıyız” diyebiliriz. Dolayısıyla direktiften ziyade kendi içerisindeki farklı editoryal süreçler, farklılaşmalar olmaya başlar. Örneğin, tamamen spekülasyon ama, o büyük gösterilerin olduğu gün editörlerin duyarlılığı yoktur bu konuda, uğraşmamışlardır fazla, ertesi gün ise çok daha farklı biri gelmiştir, farklı işler yapılmıştır. Ya da onun haber programına o şekilde yansımıştır, akşamki analiz programında tamamen o konuya yer verilmiştir. Bu tür farklılıklar olabilir kendi yapısı içerisinde. 24 saat yayın içerisinde de dengelemek mümkün bazı şeyleri, yani denge bir yerde kaçıyorsa başka bir yerden toparlamak mümkün 24 saatteki yayın içerisinde. o şekilde kendinizi savunmanız mümkün. Türkçe bölümünün bu şekilde izah etmesi mümkün değil çünkü Türkçe bölümü zaten 2 saat filan yayın yapıyor.

ÖM: Türkçe yayınlar 2 saat mi?

 

MN: Şimdi aslında 1,5 saate düşürdük, bir takım nedenleri var, Artık multi medya ortamında çalışmak zorunluluğunu hissediyoruz. BBC Dünya servisi o yöne gitmeye başladı. Örneğin internet sayfası son 2 yılda gelişti ve pek bir kaynağı olmadan gelişti. Oysa oraya insan aktarmamız lazım.

 

ÖM: Mesela bugünkü Türkiye’deki gazetelerin bazılarında ve İngiltere’deki bazı gazetelerde, Independent gibi, farklı bir nokta görülmeye başladı; ölümlerin ve çocuk ölümlerinin, korkunç fotoğraflarını nihayet kullanmaya başladıklarını görüyoruz. Bugün Radikal gazetesinde, Yeni Şafak’ta, hakikaten insanın bakmasının ve hazmetmesinin kolay olmadığı bir fotoğrafı vardı. Biz de bundan kaçınılamayacağını epeydir düşünüyorduk, kendi internet sayfamızda da bu katliamın başladığı ilk gününden beri, çeşitli kaynaklardan linkler vermek yoluyla fotoğraflar yayınladık. Siz BBC’de bunları kullanıyor musunuz, bu konuda bir politikası var mı görsel anlamda?

 

MN: Kişilerin mahremiyetlerini ve saygınlıklarını aşağılamayacak şekilde görüntüyü kullanmak zorundayız. O insanlar artık ölmüş ve cansız bedenleri bile olsa, saygınlıklarını zedeleyici, küçük düşürücü şekilde yayınlamamamız lazım, çünkü son derece savunmasız bir pozisyondalar. İkincisi, izleyenlerin infialine yol açmayacak biçimde hareket etmemiz lazım. Üçüncüsü, yaşanan bir olayın vahşetini de mümkün olduğunca yansıtmamız lazım. Bunların arasında denge kurmak zorundayız, dolayısıyla belki her zaman olmasa bile belli anlarda bu vahşeti yansıtmak için haklı gösterilebiliyorsa, diğer bütün sakıncalara rağmen o tür fotoğrafları da kullanmak mümkün, ama her seferinde işe oradan başlamak değil yaptığımız.

 

ÖM: Az önce konuştuğumuz gibi, ilk Körfez Savaşı’nda zaten hiçbir şey görünmüyordu, tamamen bir video oyunu şeklindeydi. İkinci kez, Irak’ta da genellikle ölmüş insan hiç gösterilmemek suretiyle gerçeklikten kopma, biraz da sanitize olma durumu baş gösteriyor. Yani gerçek dünya ile ilişkiniz kopuyor, bir iki ufak kan lekesi var ama onlar da hemen temizleniyor. Özellikle Lübnan’daki Kana’da ve iki gün önce de Sur’da olan dehşet verici katliamda doğrusu artık bundan farklı görüntülere rastlanıyor, gerçek dünyanın da bize anlatıldığından biraz daha farklı olduğunu gösteren fotoğrafların daha sık kullanıldığını görüyoruz. Buna ne diyorsun?

 

MN: Ben bir editoryal politika anlattım, bunlar sonuç olarak bir kılavuz, bunun içerisinde, demin söylediğim gibi, aslında yaşanan vahşeti göstermekle de görevli BBC. Bunu ne yapış şekli tabii daha farklı olabilir, fakat onu da yansıtmak görevi. Şunu da söylemek mümkün; BBC bu konularda eksik davranmıştır, John Pilger bunu çok kullanır, örneğin Birinci Körfez Savaşı sırasında hiçbir şey görmedik ama savaşın sonunda bir analiz programında konuşulurken arkada fotoğraflar gösterildi savaşa ilişkin, Iraklı askerlerin cesetlerinin toplu mezarlara traktörlerle sürüldüğü bir fotoğraf ilk kez gösterildi dünyada. Hep bunu anlatır Pilger, savaş boyunca hiçbir şey görmedik, bir tek orada gördük, bir daha da görmedik diye.

 

ÖM: Çölde, kavrulmuş binlerce cesetti değil mi?

 

MN: Evet. Orada habercilik imkânsızlıkları da vardır ama editoryal sınırlamalar da vardır. BBC doğru mu yapmıştır, yanlış mı yapmıştır, ben o konularda daha eleştirel bakan bir insanım. Burada çalıştığım kurumu kötülemek anlamında söylemiyorum, ama eleştiri hakkımı da kullanarak söylüyorum. Genelde ana medya kanalları bu konularda cesaretli davranmamışlardır. Sürekli kan gölü göstermek zorunda değilsiniz izleyicilerinize her gün ve her yayınınızda. Ama belli anlar olur, belli dönemeçlerdir onlar, onu yansıtmadığınız zaman, aslında olayı da yansıtmamaya başlarsınız. O dengeyi yakalamak lazım ve o noktalarda da kaçınmamak lazım. Çünkü kan örneğini verdiğinizde, İsrailliler de zor durumda kaldılar, izah edemediler, soruşturacağız vs. dediler, fakat kaldı, bitti olay. O önemli bir dönemeç noktasıdır, savaşta sivil hedefin vurulması ve içinde yığınla çocuğun ölmesi. Bunu yansıtmamak hatadır ama yine BBC’ye orada hakkını vermek lazım, o bölgeye ilk giden muhabirlerden biridir BBC muhabiri ve bina çöküntüsünü, onun içerisinden çıkartılan cesetleri ilk gösteren de yine BBC’dir bildiğim kadarıyla.

 

ÖM: Jim Muir de çok tecrübeli bir muhabir, “ömrümde böyle bir şey görmedim” dedi. Bu benim payıma uzun yıllardan beri, son 10 yıldan beri gördüğüm en farklı tavır.

 

MN: Çünkü Güney Lübnan’a gittiler. Jim Muir var, Fergal Keane var, Kana’ya ilk girenlerden biridir.

 

ÖM: Fergal Keane’i gördüğünüz zaman hakikaten gerçek dünyaya inmiş oluyorsunuz, çünkü sarsılmıştı, miğferi bile çarpılmıştı, gördüğünden, sadece gazeteci ve muhabir olarak değil insan olarak da çok sarsılmıştı. Jim Muir de yıllardır seyrettğimiz bir muhabir insan “ben hiç böylesini görmedim, cesetler çıkartılamıyor bile böyle şey olmaz” diyordu mesela.

 

MN: Savaş kuralları içerisinde habercilik çok zor, ama sonuç olarak Güney Lübnan’a gittiler ve Güney Lübnan’da da kimsenin koruması altında da değillerdi, dolayısıyla kendileri gördüklerini yansıtmaya başlıyorlar. Mesela Felluce örneğinde bunu beceremedik.

 

ÖM: Ben de onu soracaktım.

 

MN: Felluce’de olan faciayı, Arap medyası ve internette günce yazanlar günlerce vermesine rağmen BBC’nin muhabiri onu yapamadı, çünkü BBC muhabiri Amerikan birlikleri ile ilişkilendirilmiş bir muhabirdi, bağımsız hareket edemiyordu. Savaş haberciliğinin böyle negatif yanları da var.

 

AH: Peki geçen sürenin ardından bunlar tartışılıyor mu? Mesela Felluce’deki giden BBC muhabiri ile daha sonra bu işin neden böyle olduğu tartışıldı mı?

 

MN: Belli düzeylerde tartışılır, tartışılmaya da devam eder. Örneğin siz tartışmasanız bile tartışmak zorunda kalırsınız. Medialens gibi internet siteleri çıkıp buradan sorgulamaya başlarlar, dolayısıyla tartışmak zorundasınız.

 

ÖM: O tip medya eleştirisinin de son derece önemli bir etkisi var.

 

MN: Tabii.

 

ÖM: Kendi payıma BBC’nin Lübnan meselesinde, son Ortadoğu meselesinde, Gazze de dahil buna, nispeten daha dengeli ve vicdanlı bir yayın yapmakta olduğunu söyleyebilirim; bu benim kişisel görüşüm. Bir de Pilger’ın bir yazısından okudum; bir konuk hanım, “İsraillilerle Arapların fiyatı biraz farklıdır” şeklinde bir konuşma yapabiliyor BBC’de.

 

AH: Hayatlarının değeri konusunda.

 

ÖM: “Çünkü onlar, Arap anneler çocuklarına teröre bulaşmamayı öğretemiyorlar maalesef, eğitimleri zayıf” vs. diye konuşuyor, bu da BBC’de olabiliyor.

 

MN: BBC’nin görüşü yoktur, BBC sadece olanları bildirmekle yükümlüdür. Buna uyar uymaz, buradan kaymalar olur olmaz, o yine tartışılabilir. Onun dışında, yorum ve analizi başkalarına yaptırmak zorundadır. Konuklarını çağırır ve onlarla konuşur, orada mümkün olduğu kadar dengeli olmak zorundadır. Yayın politikasını anlatıyorum, uygulamada bu kadar basit olmuyor. Bir olayın birden fazla yönü var ve gerçeği var, onların en azından bir kaç tanesini yansıtmak zorundadır. Dolayısıyla Araplara fena halde saldıranlar da çıkar, İsrail’e fena halde saldıranlar da çıkar, aynı anda çıkmayabilir, o bir sorundur. Çünkü başka bir programda çıkmıştır, “o şekilde dengeledim bunu” der. Tabii bu da bir tartışma konusudur. Bazen hayati konularda, çok önemli, çok tartışmalı olaylara ilişkin olarak dengeyi anında sağlamak önem kazanır, bazılarında bir parça bir esneklik gösterebilirsiniz. Mesela “şimdi sadece Murat Nişancıoğlu ile konuşuyorum, ama bir sonraki saatte de buraya CNNTurk’ten birini konuk alacağım, o bana başka bir şey anlatacak, o şekilde dengeleyeceğim bunu” diyebilirsiniz. Bazı zamanlarda aynı program içerisinde İsrail yanlısı ile Arap, Filistin yanlısını çıkartmak zorundasınız, çünkü olayın boyutları o ölçektedir. Dediğim gibi 24 saatlik yayınlarda bazen bunlar kayar, ama örneğin Türkçe bölümü bunda çok daha hassas olmak zorundadır, akşam 1 saatlik haber programı vardır, orada dengeyi kuramazsanız sorun var demektir, her zaman da kurmak kolay değildir ama kurmak dürtüsüyle hareket eder herkes, bazen becerir, bazen beceremez.

 

ÖM: Çok dilde yayın yapıyor  BBC, diğer dillere göre Türkçe servisinin durumu nasıl?

 

MN: Yakın bir zamanda 10 dil bölümünü kapattı BBC Dünya servisi. İngilizce ile beraber 43’tü, şimdi 33 oldu.

 

ÖM: Direniş de vardı yanılmıyorsam.

 

MN: Tabii bundan duyulan bir memnuniyetsizlik var, hem insanlar işini kaybediyor diye hem de BBC Dünya servisinin yayın yapma kapasitesini olumsuz etkileyeceği için. Bunlar asıl olarak Doğu ve Orta Avrupa ülkeleriydi, Yunanca bölümüydü, Tayland bölümüydü, bir de bir bölümünün radyo kısmıydı.

 

ÖM: Tasarruf gerekçesiyle mi?

 

MN: Evet büyük ölçüde tasarruf gerekçesiyle, bir diğer yanı da BBC’nin Dünya servisinin Arapça televizyon projesine girmesi. Bunun için hükümetten ek kaynak istendiğinde hükümet projeyi destekledi ama “ek kaynağı siz kendiniz bulun” deyince o zaman bu yöne gittiler. Bunun belli gerekçeleri de var, mesela Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye girmesiyle artık burada özgür medyanın olduğu varsayılıyor, insan haklarına uyulduğu, demokrasinin egemen olduğu varsayılıyor, bu da kapatılmalarına gerekçe oldu.

AH: O zaman BBC’nin yayın yaptığı alanlardaki seçimi, demokrasi olup olmamasına, özgür medyanın olmamasına göre mi?

 

MN: BBC çalışanı hüviyetimin sınırlarını biraz zorlayarak konuşmam lazım bu soruya cevap verirken! BBC Dünya servisi niye ortaya çıktı? Bir hayır kurumu olarak çıkmadığını düşünmek lazım, BBC Dünya servisi asıl olarak Almanya’da Nazizmin yükselişine karşı bir yayın olarak çıkar İkinci Dünya Savaşı’nda, dolayısıyla Nazizme ve İtalyan faşizmine karşı demokratik değerleri savunan bir yayın olarak çıkar. De Gaulle de gelmiştir, bizim binadan yayın yapmıştır Fransız direnişine, vs. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir ara bocalar, ondan sonra da Soğuk Savaş’a karşı Batı’nın değerlerini, demokrasiyi, insan haklarını savunan bir yayın kuruluşu kimliğindedir. Duvar yıkıldıktan sonra da yine bir kimlik sıkıntısı çekmiştir bir ara, ama yine aynı değerleri savunarak yayın yapmaya devam eder: demokrasi, insan hakları özgürlük. Tabii bunlara serbest piyasa da girer bir kenarından, çünkü o kavramın içerisinde vardır, demokrasi, özgürlük, serbest piyasa. Dolayısıyla şimdi bu dürtüyle yayın yapar, dolayısıyla da bunların olmadığını ya da eksik olduğunu ya da sorunların yaşandığını varsaydığı alanlara yayın yapar.

 

ÖM: Epey zamandan beri var değil mi Türkçe bölümü?

 

MN: İlk dil bölümlerinden biri, 1939’dan beri var.

 

ÖM: Zaman zaman çok önemli simaların da çalıştığını biliyoruz, örneğin Can Yücel’i gayet iyi hatırlıyorum. Diğer dil bölümlerine göre, geniş bir tecrübesinin oturmuşluğunun olduğu da söylenebilir mi?

 

MN: Söylenebiliri, ama Türkçe bölümü de büyük değişimler geçirmek zorunda kaldı ve hâlâ geçirmek zorunda, bu da Türkiye’deki değişimle ilgili bir şey. BBC geleneksel olarak niçin önemlidir Türkiye’de onu dinleyenler açısından? Türkiye’de konuşulamayan, tartışılamayan konuları, sorunları zamanında yayınlayabiliyor olmasından dolayı. Örneğin darbe dönemlerinde, herhangi bir sansüre maruz kalmadan yayın yapabiliyor olmasından dolayı çok önemliydi. O zaman asıl olarak da yayın aracı kısa dalgadır. Hem onlar değişmeye başlıyor, başka araçlar kullanmaya başlıyor, hem tabii Türkiye değişmeye başlıyor. Dolayısıyla sürekli olarak yayın politikasını ve ağırlıklarını gözden geçirmek zorunda. Belki son 8-10 yıl içinde daha fazla gözden geçirmek zorunda kaldı. Türkiye’de artık özel televizyon kanallarının, binin üzerinde radyonun ortaya çıktığı, sansürün ve otosansürün bir ölçüde ortadan kalktığı, ifade özgürlüğünde bir takım sınırlamalar olmasına rağmen, bazı şeylerin epey yaygınca konuşulmaya başlandığı bir ortamda, özellikle Türkiye konularını nasıl işleyeceği açısından BBC Türkçe servisi kendisini yeniden tanımlamak zorunda kaldı. Bu süreci şimdi yaşıyoruz biz, bir parça kendimiz karar verdik “başlamamız lazım artık” diye ama şu sırada yaşıyoruz, demin laf arasında geçti, geç bir yayınımız vardı, akşam 10.30’da yarım saat, onu kaldırdık, oradaki kaynakları başka yerlere yönlendirmemiz lazım.

 

ÖM: Mesela Kumru Baş’ın hazırladığı Güneydoğu dosyasının son derece iyi, etraflı ve öğretici, herkes için bilgi verici olduğunu düşünüyorum.

 

MN: O tür projelere özen gösteririz, bu projeleri belli aralıklarla gündeme getiririz, Güneydoğu projeleri yaklaşık 5 yılda bir gündeme gelir, “bir daha bakalım ne oluyor?” diye. Fakat aynı zamanda hem kolaylıklar hem sorunlar var, artık kısa dalgadan yayınlarımız pek dinlenmiyor, asıl olarak FM yayınımız daha fazla dinleniyor. Ama FM yayınının getirdiği bazı başka sorunlar da var, eskisi gibi çok da rahat hareket edemiyor olabiliriz. Sonuç olarak biz de RTÜK’ün denetlemesine bağlıyız, gerçi her ülkenin ulusal yasalarına uymamız gerekir, ama ifade özgürlüğünden, editoryal bağımsızlığımızdan hiç bir şekilde vazgeçmememiz de gerekir. Ama varolan ortamda bazı konularda daha dikkatli olmak da zorundayız.

 

ÖM: İnternet üzerinden yaptığınız yayından da kendi payımıza çok yararlandığımızı söyledik. Bu yabancı basın özetlerini nasıl oluşturuyorsunuz? Kolay bir iş değil, çeviriyorsunuz da.

 

MN: Bir gece vardiyamız vardır, iki kişi çalışır ve sabah programını yapar, Türkiye saatiyle sabah 7’deki programımıza yetiştirirler.

 

ÖM: Sabahın ikisinde filan kalkıyorlar herhalde?

 

MN: Aslında daha erken başlarlar. Basın özetini yapan arkadaşımızın işe ne zaman başlayacağını, gazetelerin ne zaman geldiği de tayin eder. İngiltere’de yaklaşık 11.30-12.00’de gelmeye başlar, Türkiye saatiyle 2 gibi. Dolayısıyla o saatten itibaren çalışmaya başlaması lazım. İngiltere basın özetini kendimiz yaparız, alırız koyarız önümüze ve kendimiz seçeriz, o şekilde yaparız, onları özetlemeye çalışırız.

 

ÖM: Orada bir seçme var tabii değil mi?

MN: Tabii.

 

ÖM: Financial Times’dan bir Türkiye yorumu olduğu gibi, Lübnan savaşıyla ilgili olarak Robert Fisk’in yazdığı, Guardian’dan bir Monbiot’nun çarpıcı gözlemlerini hemen en can alıcı paragraflarıyla koymanız, en azından bizim açımızdan, çok yararlı bir hizmet gibi görünüyor.

 

MN: Uluslararası sorunlarda bahsettiğin konulara duyarlılık gösteriyoruz. Mesela, “haber zaten biliniyor, bu konudaki analizler nedir?” diye düşünüp, daha çok onları yapmaya çalışırız. Türkiye ile ilgili yazıları atlamamaya çalışırız. Tabii o haberlerin bir kısmı zaten bilinen şeylerdir, derdimiz onu bir daha aktarmak değildir, “içinde Türkiye’nin ilgisini çekebilecek özgün bir şey var mı?” diye bakarız. Fakat kendimiz yaparız o kısmını. Bir de Avrupa gazetelerine bakmaya çalışıyoruz, ama o zaman biz BBC materyaline dayanmak zorundayız. Bir de sonuç olarak, BBC’nin Türkçe bölümü bir kısmını kendisi üretir yaptığı işin, diğer kısmını o ağdan toplar. Avrupa basın özetimiz için de BBC materyaline bakarız. BBC materyali aslında daha çok ana sayfalara bakar, dolayısıyla onlardan ne yakalıyorsak aktarırız, gazetelerin içine giremeyiz. Hem o kadar olanağımız yok, hem de zamanımız yok. Mesela Türkiye üzerine çok daha fazla analiz çıkar Alman basınında, onları atlarız bazen, böyle bir sakıncası vardır.

 

ÖM: Eleştiriden sonra övgüye de girelim; internet üzerinden yayınladığınız Basın Özeti çok dikkat çekiciydi bizim için, Irak’taki yolsuzluk dosyası da çok kapsamlıydı.,

 

AH: Kayıp trilyonlar nereye gitti?

 

ÖM: Bu konunun dünya basınında da, Amerika’da da yankı bulduğunu hiç zannetmiyorum. BBC’nin özgün bir haberiydi ve çok büyük bir ilgiyle, biraz da dehşetle okuduk neler olduğunu savaşta özgürlük getirme adına. Çok alışık olduğumuz Doğu’ya özgü bir yolsuzluk işi.

 

MN: BBC bu konularda daha duyarlı olabiliyor, daha çabuk kapabiliyor. Türkçe bölümüne bir sürü yeni arkadaş geliyor, bize bırakılan deneyimleri yenilere aktarmaya çalışıyoruz. “Eleştirel bakmak lazım, görünenle yetinmemek lazım, ‘görünenin arkasında neler var’ diye bakmak lazım. Haberin kaç tane yönü var, kaç tane gerçeği var, o gerçeklerin bir tanesi ile yetinmeyelim” diye yeni gelenlere de aktarılan bir tecrübe var. Bunu yapabildiğimiz oranda daha etkili olabiliyoruz, daha doğru, daha dengeli, daha adil, daha hakkaniyetçi olmaya çalışıyoruz yapabildiğimiz oranda. Bazen de her yayın kuruluşunda olduğu gibi bazı şeyleri atlıyoruz. İnternet ise tamamen kendi çabamızın ürünüdür. BBC’den bu konuda pek kaynak alamadık, başlarken “kaynak vermiyoruz” dediler, dolayısıyla mevcut insan kadromuzla bunu yapmaya başladık. Hatırlıyorum ilk başladığımızda 3500 vuruş muydu, neydi, çok ilkel bir yerden başladık.

 

ÖM: Ben başladığınız andan itibaren izliyorum.

 

MN: Şimdi 2 milyona geldik zannedersem, 2 milyon vuruş. Tamamen kendi çabamızla oldu, ekstra vardiyalar çalışıldı, epey uğraşıldı, Cenk Erdil adında bir arkadaşımız özellikle kendini buna adadı,. Bu işi hem örgütledi, hem dizaynı üzerinde çalıştı, her şeyiyle uğraştı. Şu anda 3 kişi internet için çalışıyor, ya da 2,5 kişi diyelim, bir tanesi yarım olarak da radyoda haber bültenini hazırlar. Çünkü internete de girer o haber bülteni. Bir parça da devamlılığı vardır, geç yayına kalanlardan bir tanesi devam eder, gece sabah yayınını hazırlayanlardan bir tanesi yeniler.

 

ÖM: Çok çok teşekkür ederiz. Medya Konuşmaları her zaman aynı duyguyla bitiyor, bir saat daha olmalıydı, ama yapacak bir şeyimiz yok.

 

 

(10 Ağustos 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)