Ömer Madra: Sabah gazetesi yazarlarından Ergun Babahan konuğumuz, daha önce hem Sabah gazetesinin hem de 2000 yılında yayınlanan Yeni Bin Yıl gazetesinin de genel yayın yönetmeniydi. Hoş geldin.
Ergun Babahan: Hoşbulduk.
ÖM: Türkiye’de her zaman tartışılan bir soruyu, “basın özgürlüğüne en büyük tehdit nereden geliyor? Yani patronlardan mı, devletin baskıları sonucu mu, yoksa her ikisi birden mi?” diye sorarak başlayalım.
EB: Benim büyük medya gruplarında 20 yılı aşan bir tecrübem var, muhabirlikten, sayfa editörlüğüne, oradan yazı işleri müdür yardımcılığına, yazı işleri müdürlüğüne, yayın yönetmenliğine ve şimdi sadece köşe yazarlığına varan bir süreç. Döneme göre değişiyor, ama bence en büyük sıkıntı, gazetecilik mesleğini yapanların kendilerine koydukları sansür kuralı. Haberi yazan ya da hazırlayan bazında değil de, habere karar veren, hangi haberin gireceğine, nasıl gireceğine karar verenler nezdinde de böyle. Elbette patron ve siyasi iktidarlar baskısı ya da sivil-asker bürokrasi baskısı da her zaman söz konusudur medya çalışanları üstünde, ama bu şöyle bir sonuç da doğurur, daha haberi hazırlarken gazeteci o baskıyı içselleştirip, “bu şunu rahatsız eder” kaygısı ile işini yapmaya başlar, meslek çalışanlarının önemli bir bölümünde dominant bir duygudur. Bence şu anda Türkiye’de asıl sıkıntı bu duygunun çok yaygın bir şekilde hakim olması.
ÖM: Daha iki gün önce, Umur Talu ile konuşurken benzeri bir probleme temas etmişti, “pek çok yazar hiçbir sebep olmadığı halde, kendilerini bir şekilde gerçeklerin hafifçe çarpıtılmış biçimini sunmakla görevli hissediyormuş gibi görünüyor” demişti. Yani patronlardan doğrudan böyle bir baskı gelmediği, hatta devletten de bir sansür ya da baskı gelmediği halde bile, köşe yazarlarının, muhabirlerin, haberleri yaratanların böyle bir kaygısı var belli ki. Peki bu nereden geliyor?
EB: Herhalde bu bizim ülkemizde, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diye bir atasözümüz var, o çok fazla egemen. Başka ülkelerde böyle bir atasözü var mı bilmiyorum ama bizde askeri müdahaleler de çok fazla. Bir de reklam kaygısı, hükümetten kâğıt tahsisi, devletle iyi geçinme vs. yüzünden, patronlar bir sindirme politikası izlemişler medyada. Farklı sesleri çok çabuk kesmişler, ama direnenler de ayakta kalmış; Örneğin, Çetin Altan Türk medyasında hiçbir zaman normal medya sisteme uymamıştır, hiçbir zaman sessiz kalmamıştır, hep isyan etmiştir, hep öfkesini dışa vurmuştur, haksızlığa tepkisini dile getirmiştir ve bu özellikleriyle 60 yılı aşkın bir süredir Türk basınında hâlâ kalem tutmaktadır. Ama ne olmuştur, Çetin Altan’ın Boğaz’a bakan villası yoktur, teknesi yoktur, Mercedes arabaya binemiyor, vs. Onu da sistem içinde tutmak zorunda kalmıştır değerinden dolayı, ama hakkettiği geliri sağlamamıştır ona, böyle bir bedel ödemiştir Çetin Altan.
ÖM: Zaman zaman çalıştıkları kurumlardan çıkarılan, kovulan, baskılar sonucu bırakmak zorunda kalan gazetecilerin de, kendi değerlerini ve savundukları şeyleri sürdürebilmeleri halinde başka gazetelerde yazar olarak, ya da medya kuruluşlarında programcı olarak çalışmaya devam ettiği de bir gerçek değil mi?
EB: Tabii ama şöyle bakmak lazım; şu anda bir çeşitlilik oldu Türkiye’de, öyle bakarsak iki tane baskı açısı oluyor patronlara elbette. Yani, ilke koyup bir yazı tavrı geliştiren gazeteciler için iki sıkıntı kaynağı var, biri askeri bürokrasi diğeri de siyasi iktidarlar. Sonuç itibariyle siz insanların algılamasına hitap ediyorsunuz, mesela dalgalı kur rejimi dendiğinde %30’a yakın bir enflasyon oldu Türkiye’de, bunu devalüasyon diye yazarsanız ya da tanıtırsanız iktidar rahatsız olabilir. Siyasi iktidar onu bir ekonomik programın kaçınılmaz sonucu, bir devalüasyon değil, küçük bir ayarlama olarak sunmak isteyebilir halka. Eğer siz bunu sürekli olarak “devalüasyon yapıldı” biçiminde sunarsanız iktidardakiler rahatsız olup bu rahatsızlıklarını doğrudan gazete sahibine iletebilirler. Gazete sahipleri de eğer gazetecilik mesleği dışında işlerle uğraşıyorlarsa bu diğer ilişkileri açısından tedirgin edici bir durum yaratabilir, bu bir gerçek. İkincisi de 28 şubat döneminde tanık olduğumuz gibi, eğer ülkede bazı güçler, iktidar değişikliğine sandık dışında karar vermişlerse, top yekun seferberlik ilan ediliyor devlet açısından. O zaman da o oyuna herkesin katılması isteniyor, oyuna katılmayacağı düşünülenler veya oyuna karşı koyanların tasfiye edilmesi için de her yöntem devreye sokuluyor. Ben meslek hayatımda bu ikisinin de tanığı oldum.
ÖM: Tam bu noktaya gelmişken “andıç” diye adlandırılan olaydan kalkarak “askeri bürokrasi ile, medya-siyaset-askeriye ilişkileri dengesinde ne durumdayız?” diye sormak istiyorum. Andıç’tan bu yana mesafe aldık mı almadık mı? Önce andıç konusunu kısaca konuşalım, sen içinde yaşayanlardan birisin...
EB: İki gazetenin çizgisini, çıkışını ayırmak lazım, Hürriyet daha devletçi, devletin değerlerine, kurumlarına ve görüşlerine önem veren bir gazete idi, hep öyle oldu. Sabah daha liberal, sivil toplumcu, halkın düşünce ve inançlarına saygılı bir gazete olarak devreye girdi ve bu yüzden çok kısa sürede başarılı olabildi. Yani 12 sayfalık bir gazete olarak başlayıp, bozuk Türkçe ile başlıklar atıp, vs. halkın sempatisini kazandı. Ama zaman içinde Sabah Doğan Grubu ile rekabeti sürdüremeyip bir banka sahibi olmaya başlayınca Sabah’ın ipleri Sabah’ın patronajının elinden çıktı, ya hazineyi kontrol eden partiye ya da 28 Şubat’ta olduğu gibi askerlerin denetimine geçti. 28 Şubat o bağımlılığın doğal bir sonucu, yani Doğan Grubu’nda da etkileri oldu ama, Hürriyet, belki de bir vatan görevi olarak yaptı o dönemki yayınlarını. Sabah biraz metazori yaptı, esir gibiydi, rehin gibiydi o dönemde.
ÖM: Yani bu “Batı Çalışma Grubu” diye adlandırılan bir grubun hem “post modern” diye adlandırılan bir darbenin iktidar değişikliğini yaratması dışında, bazı gazetecilerin de dahil olduğu, bir anlamda komplo gibi de olduğu ortaya çıkıyor. “Abdullah Öcalan’dan para alarak” vs. diye.
EB: Komplo olduğu o dönemde de biliniyordu, ama dediğim gibi, Sabah rehindi orada, çok baskı vardı, Sabah yöneticilerinin mezhepleri, Güneydoğulu oluşları, vs. el altından mesaj olarak iletiliyordu, öyle bir baskı unsuru yaratılıyordu, Alevi, Kürt, vs. Etibank sıkıntıları, vs. Kımıldayacak alan bırakılmamıştı bir kısım insanlara.
ÖM: Yani belli yönde yayın yapılabilmesi için her türlü yöntem denendi?
EB: Evet.
ÖM: Peki 1997’deki Andıç olayından bugüne gelirsek, tarihler kolay unutuluyor onun için tekrarlamak istedim, bir 10 yıla yakın süre geçmiş durumda. Şimdi nasıl değerlendiriyorsun genel durumu?
EB: 4 yıla yakın Sabah’ta yayın yönetmenliği yaptım, Genelkurmay Başkanlığı’na bir kez gittim ya da iki de olabilir, o da genel bir yıl değerlendirmesi sohbeti için, yüksek rütbeli bir subayla. Onun dışında askerle ilişkim sıfır oldu benim. Sivil kalmaya çalışan gazetecilerin büyük bölümünün böyle davranması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz biraz Şark toplumuyuz, insani ilişkiler de zaman zaman medyadaki insanların da tavırlarını belirliyor. Bir de Türkiye’de anlamakta zorluk çektiğim bir şekilde sivil gazetecilerin askerlerle çok yakın olma gibi bir kaygıları var. Askerlere hoş görünme çabaları var. Basın özgürlüğüne dönecek olursak, o da bir mesleki etik ve davranış özgürlüğü açısından kısıtlayıcı bir etki yapıyor bence. Ama şu anda askerden bir baskı yok, askerler bu Hilmi Özkök Paşa’nın kişiliğinden de kaynaklanan bir politika olabilir. Elbette yine her sabah gazeteleri okuyorlar, yazarları klasifiye ediyorlar, değerlendirmelerini yapıyorlardır, ama bunun medyaya yansıyan ya da yönetime, patronaja yansıyan bir tepkisi, eleştirisi olmuyor.
ÖM: Yani aradan geçen 9 yıl içinde bu yönde bir gelişme var. Belki AB’ye tam üyelik sürecinin de bir payı olabilir, sivil toplumun verdiği belli bir özgürlük mücadelesi de var.
EB: 28 Şubat’ın öyle bir faydası oldu denilebilir, orada bir mücadele ruhu ortaya çıktı, sonuçta devletten gelen her bilginin doğru olmayabileceği, devlet içinde bir kısım görevlilerin, fikirlerini yazdığı için insanlara komplo kurabileceği, düzmece belge hazırlayabileceğini gördü toplum. O bence bir dönüm noktasıydı.
ÖM: Evet, bir kırılma noktası sayılabilir.
EB: Ve bir tavır geliştirme cesareti verdi, orada haksızlık çok net biçimde görüldü, insanları cesaretlendirdi bu. Tabii AB süreci de ayrı bir cesaret verdi. Bugün size herhangi bir yerden, devlet kurumundan baskı gelip işinizden olursanız, AİHM’e kadar götürebilirsiniz, basın kuruluşlarını ayağa kaldırtabilirsiniz. Yani 97’ye göre daha farklı konumda gazeteciler de, Türkiye’de yaşayan vatandaşlar da.
ÖM: Bu açıdan belli bir demokratikleşme çabası içinde olduğumuz söylenebilir. Bunun devamı olarak, Şemdinli olayları açısından baktığımızda, medyanın genel tavrı nasıl oldu, Askeri bürokrasi ile ilişkileri açısından, bu konudaki mesafesi açısından? 97’ye göre daha üstüne gidebilir durumda mı görünüyor medya?
EB: Özellikle Sabah grubu ve kimi küçük bağımsız gazetelerin çizgisine bakarsanız, Yeni Şafak gibi, Zaman gibi, üstüne gidildi o anlamda. Mesela Sabah’ta epey köşe yazısı çıktı olay üzerine, Umur yazdı, ben yazdım, Mehmet Barlas yazdı, Mehmet Altan yazdı. 97’de bu kadar açık yazılabilir miydi emin değilim. Mesela 93-94 yılında bizim bir muhabirimiz İzzet Keser, çatışmanın ortasında öldürüldü başından kurşun yiyip, biz o dönemde o olayın üzerine gidememiştik. Tam sivil savaşın ortasıydı, hukukun tam anlamıyla rafa kalktığı bir dönemdi, yargısız infazların hüküm sürdüğü bir dönemdi. O dönemde kapandı gitti o olay, 2-3 yıl devam eden bir ödül kondu adına, şimdi o da kalktı. Şemdinli’de kimi gazete ve gazeteciler fena sınav vermediler, Hürriyet farklı bir yöne çekmeye çalıştı, isimsiz bantlar yayınladı telsiz görüşmeleri diye. Yani olayın tamamen bir terör örgütü komplosu olduğunu göstermeye yönelik bir şekilde.
ÖM: Çok önemli bir noktayı bence açmış oluyoruz, yani bir gazeteden bahsediyoruz, hem de Türkiye’nin –kendi ifadesine göre- “en büyük gazetesi” ve bir olay var, olgu var, onu bir şekilde vererek farklı yorumluyor. Gazeteciliğin, medyanın böyle bir fonksiyonu olabilir mi?
EB: Olmaması lazım, ama sonuçta yaşadığımız dünyada insanların, geniş kitlelerin kararları genellikle algı biçiminde oluşuyor. Herkesin çok araştırıp okumak, değerlendirme yapmak şansı olmuyor. Başlıklarla, spotlarla genel bir kanaate varıp, yargısını ona göre sürdüren insan sayısı çoğunlukta maalesef. Kimi insanlar kendilerini o algıyı yönlendirecek haberleri yapmakla görevli görüyorsa, ulusalcı gazeteci ya da devletçi gazeteci mantığı hüküm sürüyorsa bunu yapabiliyor elbette.
ÖM: Gazetenin belli bir dünya görüşü, düşüncesi olduğu varsayımından hareket ediyoruz ve Şemdinli önemli bir örnek olarak karşımızda, çünkü orada da andıç meselesinden farklı olarak belki, ama yine de pek çok anlaşılamayan noktalar ve düpedüz yapılmış süikastler, komplolar var.
EB: Dünyada pek örneği görülen bir şey değil herhalde, gerçi bu son dönemde Amerika’da ona da tanık olduk, Washington Times gibi gazeteler, hatta NY Times bile o amaçla kullanıldı, ortaya çıktı bunlar. Algılamaya yönelik baskı gittikçe artıyor, dünya üzerinde, çatışmalar, gerilimler arttıkça bu daha da artacak. Yani 68’in özgürlükçü havası ya da bağımsız gazeteci havası maalesef giderek daha zor sürdürülebilir bir pozisyon haline geliyor. O kurumlardan çok, gazetelerde yazı yazan köşe yazarlarının dünya görüşüne ya da kişisel duruşuna bağlı bir sorun haline gelmeye başlıyor.
ÖM: Köşe yazarları kendi meşreplerine, kendi dünyaya bakışlarına göre yorum yapmakta elbette serbest, kendi imzalarıyla yazıyorlar, ama görünmeyen yorumlar halinde, birinci sayfadan yapılınca o başka tabii.
EB: Tabii en kritik nokta o, buna dikkat çekip vurgulamaktan başka yapabilecek bir şey yok, çünkü mevcut gazeteler bu anlayışla çıkıyor. Onu seslendirmek, yazmak, çizmek ve dikkat çekebilmekten başka imkânımız yok elimizde.
ÖM: Buna rağmen de andıç dönemi, biraz karanlık bir dönem olarak algılanmakta, çünkü aynı zamanda 28 Şubat darbesiyle de özdeşleşen bir dönem. Ona göre Şemdinli meselesinde epey farklı bir yaklaşımın bütün gazetelerde, hatta televizyonda bile olduğunu gördük.
ÖB: Çok cesur muhabirler görev yaptı orada, hakikaten, çok zor şartlar altında, belki yetkililerin hain gözüyle baktıkları şartlarda, gidip araştırdılar, konuştular, krokileri, vs. yazdılar, çizdiler. Onların geçtiği haberler sayesinde biz de o yorumları yapabildik, ne olduğunu daha iyi kavramaya çalıştık. Sahadaki muhabirden başlayıp yükselen bir düzgün gazetecilik örneği çıktı bence Şemdinli’de.
AH: Ama süreç ilerledikçe sanki o ilk baştaki tepki biraz daha hafiflemeye başladı gibi, uzun sürmesiyle de alakalı olabilir tabii.
EB: Türkiye’de bir konuya ayrılan vakit çok sınırlıdır, Amerika’da Irak savaşı kaç sene oldu hâlâ gündemden düşmüyor. NY Times’da hergün, en azından bir tane haber okuyorum Irak’la ilgili, Irak’taki gelişmelerle ilgili. Türkiye’de kamuoyunun maalesef dikkati çok sınırlı, çok çabuk sıkılıyorlar. Sürekli yenilik istiyorlar, hep örnek veriyorum, Amerika’da çarkıfelek denilen oyun 27. yılına giriyor, her akşam, aynı saatte, aynı sunucu, aynı hostes kızla yapılıyor. Türkiye’de 3 senede eskittiler onu, herşey çok çabuk eskiyor Türkiye’de. Akdenizli olmasından mı tam bilemiyorum ama...
ÖM: NY Times konulu enteresan bir tartışma da ABD’de cereyan ediyor, Bush yönetiminin bütün herkesin banka hesaplarını izleme, yetkisini verdiği, bunu çoktan beri yaptığı, Amerikan vatandaşlarının yurtdışı hesapları da dahil hepsini inceleme yetkisine sahip olduğu anlaşıldı. Bunu NY Times açıkladığı için de vatana ihanet etmekle, Amerika’yı teröre açmakla suçlandı, oysa ben Dick Chaney’in açıklamalarını çok iyi hatırlıyorum, CIA ajanını açığa çıkartmak asıl vatana ihanet oydu ve bunu bizzat Dick Chaney yaptı. Hatta George Bush’un 11 Eylül’den önce, Usame bin Ladin’in akrabaları da dahil Suudi teröristlerle, yani terörist zanlılarıyla yapılan soruşturmayı da bloke ettiği de açığa çıkmış durumda.
EB: Zaten 11 Eylül raporunun 24 sayfalık bölümü açıklanmadı. 11 Eylül’ün ertesi günü uçuş yasağına rağmen farklı kentlerden kalkıp Suudi aileleri Amerika’dan çıkaran uçakların yolcuları açıklanmadı. Orada epey açıklanmayan, gizli tutulan bilgi var.
ÖM: Hatta BBC News Night’ta da yayınlanmıştı, resmen kendileri aramışlar CIA’dan, FBI’dan çok bunalarak “bunu da söyleyin” demişler. Adlarını vermiyorlar tabii, ama bloke ettiler, “biz El Kaideci olduğunu sandığımız bu adamları soruşturacaktık 11 Eylül’le ilgili, Bush’tan emir geldi, ‘13 Eylül’e kadar soruşturmayacaksın’ dediler.” Vatana ihanet çok tartışmlı bir kavram tabii.
EB: En tepeden karar verip, 11 Eylül’ün nasıl bir olay olduğunu görüyorlarsa, gerçekte ne olduğunu bilen insanlarsa, tam gerçek yüzünün ortaya çıkmasını da istemeyebilirler. Yani atıyorum, Sabah suikastinde tetiği çekenler DevSol bağlantılı isimler olabilir, ama o eylemi yapmaya yönlendiren ya da oradaki çaycı kıza kimlik alan, Susurluk’taki kazada ölen Hüseyin Kocadağ. Eylemin tetikçisi ile karar verici tamamen zıt kutuplarda insanlar olabiliyorlar. Neden yapıldığı, niçin yapıldığı geçen sürede daha iyi anlaşılacak, çünkü 11 Eylül dünyada mevcut uluslararası düzeni değiştirdi, iki güçlü, iki kutuplu bir dünyadan tek kutupla bir dünyaya geçişi sağladı. Dramatik bir geçişti, Amerika’nın hiçbir zaman sıcak bakmadığı, ayak bağı olarak gördüğü örgüt, BM devre dışı kaldı,. Amerika, Ortadoğu’dan enerji kaynaklarını ele aldı, İsrail’in elini bölgede tamamen serbest bıraktı. Güç dengesini Amerika lehine, yükselmekte olan Çin ve AB aleyhine değiştirdi, AB’nin gücü iyice kısıtlandı, Rusya’ya “dur!” denildi, haddi bildirildi, yepyeni bir sisteme, Roma İmparatorluğu gibi bir döneme geçilmiş oldu aslında. O yüzden 11 Eylül’ün fazla kurcalanmasını çok isteyeceğini sanmıyorum bugünkü mevcut yönetiminin ve gelecekteki Amerikan yönetiminin. Kennedy suikasti gibi bir olay yani.
ÖM: Tabii Susurluk’la ilgili bilgimiz de hâlâ çok yetersiz.
EB: Aslında Susurluk’ta ne olup bittiğini artık kamuoyu çok net bir şekilde biliyor. Orada eksik olan bir mahkeme, yargı kararı. Türkiye’de onun çok önemi yok, çünkü yargı kararları da bir süre sonra silinip gidebiliyor, ama Susurluk’ta bir oyun, bir komplo ortaya çıktı. Aslında çıkaran da belli ki devletin artık bu işlerle uğraşmamasını isteyen bir kesimdi ya da Türkiye’ye bölgede farklı bir rol biçmek isteyen uluslararası bir sistemdi. Susurluk artık zihnimizde net. “Amerika’dan 1 milyon dolar yardım alırdık, silahlar gömülüydü” diyen bir emekli paşa çıktı Özel Harp Dairesi için, , geçenlerde o Ankara’da ele geçen çetenin kullandığı mühimmatın da bir bölümü herhalde böyle bir örgütlenmenin yapısı. Biliyoruz artık ne olduğunu en azından, kafamızda soru işareti çok az kaldı.
ÖM: Bunun medya tarafından biraz daha deşilmesinde sayısız yarar var. Şemdinli’ye baktığımız zaman belli bir mesafe alındığını görüyoruz. Bir de medyanın askeri bürokrasi ile olan ilişkileri, siyasi iktidarla problemini, patronlarla olan problemini ele alırken de şöyle bir şey de aklıma geliyor, büyük gazetelerden bir tanesinin genel yayın yönetmeni yıllar önce yazmıştı “ben bu gazetenin aynı zamanda murahhas azalarından biriyim ve Ankara’da iş takibi yapmak da benim işimin bir parçasıdır” demişti. Bunu kendi gazetesinde, köşesinde yazmıştı.Böyle bir ifade elbette ki kâr amacı güden bir kuruluşunun murahhas azası olmasa bile yönetim kurulu üyesi olarak onu haklı çıkarabilir, ama gazetecilik mesleğiyle bir çelişki yaratmaz mı?
EB: Oradaki sıkıntı, nasıl bir iş takibi yapıldığı. Gazetenin haksız bir muamele sonucu zarara uğraması, ya da örneğin bir makinesi arızalanmıştır, bir parçası yurt dışından geliyordur, gümrükte kalıp bir türlü yurda girişine izin verilmemiştir vs. gibi doğrudan gazetenin sağlıklı bir biçimde yayın yapmasını engelleyecek konuları çözmek ya da bir yasal düzenleme için medya çalışanlarının durumuyla ilgili bir görüşme yapmak için olabilir. Benim yayın yönetmenliğim döneminde de vardı, şimdi de var, Turgay Ciner’in maden, enerji, turizm sektöründe bir sürü işi var. Ben gazeteci kimliğimi, yayın yönetmeni kimliğimi sürdürürken, gidip enerji bakanıyla enerji işi, başka bir bakanla maden işi konuşmam, bu mümkün değil, iki kimlik birbiri ile bağdaşmaz. Gazeteci olarak, yayın yönetmeni olarak, özellikle ilk dönem, çok büyük sıkıntılar içinde TMSF denetiminde heryerden kuşatılmış bir ortamda yayın yönetmenliği yaptım. O sorunların aşılması için gidip yetkililerle sık sık görüşme ihtiyacı hissettim. Ama bu gazetenin ayakta kalabilmesi, varlığını sürdürebilmesi açısından önemliydi. Gazetecilik işimin bir parçası olarak gördüm onu, ama onun dışında bir gazete yöneticisinin, bu kimliği ile herhangi bir bakanla, bürokratla görüşmesi dünyanın hiçbir yerinde olağan kabul edilemez.
ÖM: En azından benim kafamda çözülmemiş bir şey var; biraz önce verdiğin örnekte olduğu gibi, diyelim ki maden ya da bambaşka bir alanda ticari işler yapan bir patronun gazete, televizyon, radyo istasyonu sahibi olamaması gibi zorunluluk yok mu? Çünkü ticari faaliyet yapmak demek, ortaklarına, hisse senedi sahiplerine karşı azami kâr sağlamak zorunda olmak demek. O kişinin diğer iş alanlarında kârını arttıracak şekilde sahip olduğu medya kuruluşunuı kullanması imkanını nasıl önleyeceğiz?
EB: Olayı iki şekilde ele alabiliriz; Gazeteci olarak, küçük bir gazete sahibi olarak başlayıp, o şekilde büyüyen örnekler var ülkemizde, bankalar, başka gazeteler alarak, turizme, vs. yayılarak. İkincisi de, büyük bir iş sahibi iken, medya sektörüne giren iki grup iş adamı var. Dünyada eğilim, ne yazık ki, bağımsız gazeteciliğin, özellikle televizyonun devreye girmesinden itibaren giderek ortadan kalktığını gösteriyor. İşi sadece medya olan çok sınırlı sayıda grup kalıyor. Bu da gazetelerin bağımsız duruşunu, dik duruşunu ya da iktidarla ilişkisini etkileyebilen unsurlardan biri de. Yani patronunuzun “şunu şöyle yapın, böyle yapın” demesi gerekmez, çalışanlar onu içselleştirebilir otomatik bir içgüdü ile. Türkiye’de şu anda başka bir işi olmayan medya patronu kalmadı ne yazık ki. Yeni Şafak müteahhid bir aileye ait, Zaman gazetesi farklı bir yapılanmada, sadece Cumhuriyet ve Vakit kalıyor galiba?
AH: Bunun yanında böyle bir yapının ortaya çıkardığı ikinci bir etmen yok mu? Dinleyen ya da izleyenin gittikçe dikkate almadığı veya güvenmediği bir medya yapısından da bahsedebiliriz gerek dünyada gerek Türkiye’de.
EB: Yine de şöyle bir şansı var yeni kuşağın, bağımsız yorum ve haber kaynağı sayısı hızla artıyor. Yani internet oyunun kurallarını değiştiriyor, Batı’da gazete tirajları hızla aşağı inerken, bunda inandırıcılığın azalmasının da etkisi var mutlaka. En son okuduğum araştırmaya göre, yanılmıyorsam Kolombiya üniversitesinin bir araştırmasıydı, internetten bilgi alanların oranı, Amerika’da 19-34 yaş arasında, %40’lara varmış durumda. Televizyonda ana haber kanallarından ziyade bölgesel haber kanalından haberleri alanlar aynı yaş grubunda %33’lerde. Yani alternatif mecralar çoğalıyor, o da insana biraz iyimserlik veren bir duygu oluyor elbette.
ÖM: Bu önemli bir nokta, bunun iki sakıncası var aslında, bir tanesi, medya dışında başka ticari faaliyetleri bulunan patronların yayın organlarını diğer ticari faaliyetlerinde kârlarını artırmak amacı ile kullanabiliyor olmaları, bir de bizatihi gazetenin bir şirket olması, yani büyük ölçüde kâra yönelik, reklamlara yönelik olması...
EB: Gazetenin satış fiyatı şu anda maliyetinin 1/3’ini karşılamıyor hiçbir gazetede. Bunu reklamla kapatıp kâra geçemiyorsanız ciddi sıkıntınız var demektir. Euro ile alıyorsunuz kâğıdı, 400’den 700 Euro’lara çıktı tonu, bir de Euro %30 zamlandı, şöyle alıp bir kenara attığınız gazetenin bir yaprağının maliyeti 12-13 bin lirayı buldu.
ÖM: Bu işlerin epey içindeydin, şu anda artık ilgin yok, sadece yazarlık yapıyorsun, ama normalde bir gazetenin Türkiye’de gelirinin yüzde kaçı reklamdan geliyor, aşağı yukarı bir fikrin var mı?
EB: ¾’ü reklamdan gelir.
ÖM: Bu tabii son derece düşündürücü bağımsız medya açısından, mesela, Medialens’in çıkarttığı Guardians of Power kitabından okursak, Morgan Stanley 2005 Mayıs’ında, yeni bir klavuz, ilkeler dizisi yayınlamış medya ile ilgili, diyor ki; “Morgan Stanley hakkında, negatif hikâyeler, haberler, yazılar, yorumlar çıkarsa, çıkarsa itiraz edilebilir.” Aynen genelgesinden bir bölüm almışlar kitaba. “Morgan Stanley şirketinin itiraz edeceği bir haber planlanıyorsa, derhal ajansa haber vereceksiniz. Çünkü biz son dakikada değişiklik yaparız, reklam verip vermeyeceğimize karar veririz. Eğer son dakikada ulaşılamadıysa, , Morgan Stanley’in itiraz edeceği bir haber çıkmışsa, düzeltme de yapılamayacaksa, Morgan Stanley reklamlarını otomatik olarak en az 48 saat iptal edin” diyor. Bu çok ağır bir baskı unsuru oluşturmaz mı?
EB: Uluslararası çapta bir şirketin böyle bir gücü var ama Türkiye’de firmalar henüz gazetelere ilan ambargosu uygulayabilecek güçte değil, en büyükleri bile.
AH: Bildiğim kadarıyla bu konuda bir örgütlenme içindeler.
EB: Örgütlenme içinde olabilirler, ama Türkiye’nin en önde gelen grupları dahil hiçbiri medya ile direk çatışmaya girecek güçte ve cesarette değildir. Sermaye de ürkektir Türkiye’de, çok farklı alanlarda iş yaptıkları için medya ile, sadece üzüntülerini bildirirler, rahatsızlıklarını dile getirirler, bir çeşit manevi baskı oluştururlar, ama bu noktaya getirmezler.
ÖM: Ama ilkeler açısından bakıldığında reklama bu kadar bağlı olmanın da bağımsızlığı çok ciddi ölçüde zedeleme potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Mesela geçenlerde Türkiye’nin liberal gazetelerinden bir tanesinde, “advertorial” ya da en iyisi Türkçe olarak “habereklam” dediğimiz türde bir şey vardı; bir adam minibüsünde uyuyor, “minibüsünü kendine mesken tuttu, ‘ben minibüsümden çıkmayacağım’ diyor, konu komşu da onu minibüsünde ziyaret ediyorlar” diye yarı haber yarı reklam bir yayın vardı, altında da zar zor fark ettiğiniz bunun reklam olduğuna dair bir ibare vardı. Bunlara nasıl izin verilebiliyor?
EB: Zaten Türkiye’de son 10 yılın en büyük sıkıntısı bu, dün de ben onu yazdım, PR gazeteciliği diye. Mesleğin en altından en üst seviyelerine kadar her tarafa bir virüs gibi yayılıyor, restoran, otel, eğlence yeri tanıtım haberleri. PR şirketleri bunu büyük şirketler açısından planlı olarak yapıyorlar, herhalde o ekonomi bölümleri gazetelerin müdürlerine bağlı olmaktan çok PR ajanslarına bağlı çalışır hale geldi. Bir gün bir araba firmasının, ertesi gün başka bir araba firmasının, sonra bir bankanın, öbür bankanın, derken yurt dışı geziler, yurt içi toplantılar, vs. sürekli bu tip haberciliğe döndü. Bu çok sakıncalı. Ekonomi sayfalarında araştırma, inceleme haberleri azaldı, sürekli olarak firmaların hizmetlerini, ürünlerini tanıtan haberler öne çıktı. Ama gazetelerin diğer sayfaları da bundan etkilenmeye başladı. Bir yere davet edilen yazar, muhabir o gittiği yeri anlatan, öven yazılar yazıyor. Türkiye’de de nedense gittiği yeri beğenmeyen bir tek yazar ya da muhabir çıkmıyor, her gittiği yer olağanüstü oluyor, her yenilen yemek parmak ısırttıyor, vs. Okura çok yanlış bilgiler, yargılar iletiliyor. Bizim gazetede Ahmet Örs var; eğer yemek kültürü, lezzet üstüne yazı yazacak birisi varsa en yetkin kişi o, Batı’da da böyledir. Yemek yazarına spor yazdırmazsınız, spor yazarına yemek yazdırmazsınız, sinema yazarına otel yazdırmazsınız. Eğer turizm bir endüstri olarak gelişmişse, onun bir uzman yazarı, muhabiri mutlaka olacaktır. Türkiye’de kimi gazeteler yapıyor, yıllardır yayınlanan ekleri var, onu hazırlayan profesyonel insanlar var. İşleri gidip otel değerlendirmek, havayolu değerlendirmek, en ucuza nerede yemek yersin, pahalıya nerede yersin, sana bir servis veriyor, çünkü seyahat de artık önemli bir şey, ama ben bu konuda yazmıyorum, üç gün siyaset, iki gün otel, bir gün lokanta yazmıyorum.
ÖM: Yani reklam departmanı gibi...
EB: Hem reklam departmanı gibi oluyor, hem gazetecinin kendi kişisel değerlerinin erimesine yol açıyor, bedava tatil yaptırılması, gittiği gece klübünde ondan para alınmaması gibi rahatsız edici boyutlara ulaşıyor bence.
ÖM: Olağanüstü kalınlıkta bir duvar çizmek gerekiyor herhalde reklam departmanı ile içerik arasında.
EB: Meslek kuruluşlarının burada biraz daha aktif olması lazım.
ÖM: Son olarak, medya açısından nereye doğru gidiyoruz, bir özet rica edelim.
EB: Benim uzun süredir vurguladığım bir konu var, Türkiye’de çok fazla ulusal gazete, televizyon, haber kanalı var. Maalesef bu kadar yayın organını besleyecek nitelikte eleman yok. Her gazeteye bir yayın yönetmeni, 2-3 tane yazı işleri müdürü, ekonomi müdürü, spor müdürü, editör diye bakarsak ve her televizyon için de bunu düşünürsek... Bir dönem bankacılık patladığında, herkes şube müdürü oluyordu 2 yıllık okul mezunu olduğuna bakmadan. Yani onbinlerce dolara şube müdürlüğü yapılıyordu. Şimdi de insanlar meslekte yeterince emek harcamadan, kıdem kazanmadan ya da aslında yeteneği çok iyi muhabirlikken farklı konumlara getiriliyor. Yazılı basın açısından bunu çok ürkütücü buluyorum. Muhabirliğin kendi başına bir değer olarak yükseltilmemesi, herkesin editör, yazı işleri müdürü, köşe yazarı olma hırsını tetikliyor. O da gerek haber kalitesini, gerek araştırmacılığı, gerek takipçiliği öldürüyor ne yazık ki. Muhabir şu anda Türk basınında en altta bulunan kimse...
ÖM: En önemli unsur aslında.
EB: Evet, aslında gazetenin damarı, ama kültür maalesef diğer yönlere ağırlık vermeye çalışıyor. Nitelikli insan akışının sağlayamamak, geleceğe yönelik en büyük tehdit bence Türk medyası için, sansür kadar, siyasi baskı kadar, reklam baskısı kadar.
ÖM: Televizyonda ve radyoda izleyebildiğin kadarıyla bu daha mı iyi daha mı kötü? Ya da aynı mı?
EB: Daha çok maçları seyretmek için açıyorum televizyonu bir de gündüzleri haber kanallarını izliyorum. Haber kanallarının kadroları iyi, yani NTV, CNBCE gibi kanallarda; maddi koşullar herhalde daha iyi gazetelere göre, orada daha iyi yetişmiş elemanlar çalışmalarını sürdürüyorlar.
ÖM: Çok teşekkür ederiz.
EB: Ben teşekkür ederim.
(29 Haziran’da 2006’da Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)