Ömer Madra: Bugünkü konuğumuz Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi, gazeteci, Liberation gazetesinin Türkiye muhabiri Ragıp Duran. Hoşgeldin!
Ragıp Duran: Merhaba.
ÖM: Seni burada görmek çok güzel. Bugün dünyada ve Türkiye’de medya eleştirisinin nasıl ele alındığını senden dinleyeceğiz.
RG: Kuru kuru medya konuşmayalım diye, ben size Fransızca şarkılı Türkçe sözlü bir program hazırladım.
ÖM: Mükemmel.
RG: Fransa’nın güneyinden, Tolouse’lu, Les Malpolis, (Terbiyesizler, Küstahlar) diye bir grubun konseri ile başlayalım. Tabii Fransızca bilmeyenler için çok hızlı, çok kısa bir açıklama yapayım. Les Malpolis’nin konseri şöyle başlıyor. “Ben buraya gelmeden önce biraz gazeteleri okudum, size bir basın taraması yapayım diye, Figaro’yu okudum” diyor, biliyorsunuz sağcı bir gazete, “ne Figaro mu? Ben Figaro ile tuvalette taharet yapıyorum.” “Bir dakika ben anlamadım, gazetenin kendisi zaten dışkı, onu nasıl kullanıyorsun?” diye sözleri var. Bir de kamuoyu anketlerine ilişkin çok hoş bir şarkı var. “hıyarların genel olarak ne düşündüğünü öğrenmek istiyorsanız –burada kelime oyunu var- gidin Alain Delon’a başvurun” diyor. Kasıtlı olarak bununla başladım, medya eleştirisi önem kazanmasıyla birlikte, giderek de azalıyor, küçülüyor. Eskiden radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde az çok, kör topal bir medya eleştirisi bölümü, sayfası, vs. vardı. Şimdi giderek egemen medya kendisini tamamen kapattı medya eleştirilerine. Medya kendisini eleştirmiyor, eleştirilmesine de izin vermiyor. Bu ancak internet sitelerine, belirli ölçüde de akademilere kaydı. Bir de Amerika’da çok hoş adamlar var, 30 yıl NY Times’da çalışmış, emekli olmuş ama o 30 yıl pek mutlu bir 30 yıl değil herhalde, emekli olduktan sonra kapanmış evine, internette yayın yapıyor, adamın teki işi gücü NY Times’ı eleştirmek. Sabah kalkıyor, erkenden bakıyor, baskı hatasından, bilgi hatasına kadar... Böyle siteler var. Biraz Don Kişotvari medya eleştirmenleri de var. Amerika bu bakımdan çok zengin, çünkü Amerika’da egemen medya çok güçlü, nerede iktidar varsa, orada muhalefet de oluyor, liberaller, eşcinseller, anarşistler, her birinin kendilerine has bir takım medya eleştiri siteleri var.
ÖM: İnternetin de bir kanal olarak ne kadar önemli olduğunu da ortaya koyuyor bu.
RG: Oraya sığınmak durumunda. Ama tabii Amerika’da 270 milyon nüfus, benim en son bildiğim 220 milyon insanın internete ulaşımı var, yani bize oranla çok daha yaygın. Çok kısaca Türkiye, sonra da Açık Radyo hakkında bir iki şey söylemek istiyorum. Türkiye’de medyanın doğuşuyla medya eleştirisi de başladı. “4. Kuvvet Medya” ilginç bir siteydi, Ahmet Tezcan yönetiyordu, fakat trajik bir şey oldu orada da; medya eleştirirken, dolayısıyla iktidarı eleştirirken, Ahmet Tezcan, Başbakan’ın danışmanı oldu. Yani Galatasaraylı iken Fenerli oldu gibi bir şey oldu! “Medya Kronik” de ilginç bir deney, ne yazık ki o da Hürriyet gazetesinin baskıları sonucu yayınına son vermek zorunda kaldı. Biz Galatasaraylı öğrenci arkadaşlarımla birlikte, Birgün’de “Kirpi” diye bir köşe yapıyorduk ama orada da bir takım sorunlar çıktı, devam edemedik. Bağımsız İletişim Ağı’nda zaman zaman bir medya eleştirisi bölümü var. Sizinkine gelince, ben büyük merakla her sabah Açık Radyo’yu dinliyorum, bana hakikaten çok hizmet ediyor, izin verirseniz bazı eleştirilerimi de gelmişken söyleyeyim.
ÖM: Memnuniyetle.
RG: Çok uzuyor, uzun metinler okuyorsunuz, halbuki mesela onun özetini yapsanız ve internet sitenizde yer verseniz. Mesela verdiğiniz zaman ben hemen açıp giriyorum. Benim tutumum tabii profesyonel olarak, belki geniş dinleyici kitlesine o metni aktarmakta yarar var. Açık Gazete bence çok önemli, biraz da sabahleyin sizin modunuza göre, o günün veya bir gün öncesinin olayları hakkında yeterli bilgi oluyor, yetersiz olan içinde yeteri kadar kaynak var. Kaçınılmaz olarak radyo çok popüler bir medya aracı fakat insanlar daha çok televizyonlardan haber alıyorlar, televizyon haberlerini de izleyebilecek alt yapınız olup, televizyon haberlerine de aynı gazetelere yaptığınız eleştirel aktarımı yapabilseniz gerçekten çok iyi olur. Çünkü insanlar akşam televizyon izlediği için sabah o izledikleri haber programının, haber bülteninin eleştirisini dikkatle dinlerler. Bunlar dilek babında tabii...
ÖM: Aslında Avi biraz yapıyor.
Avi Haligua: Ama biraz daha geliştirmeyi düşünüyorum. Ses sistemi kurmam lazım, parçalar da koymak lazım.
RG: Onu sistematik bir şekilde yapmak lazım, alt yapıdan çok biraz da kadro meselesi; biraz vakit harcayıp televizyonları izlemek lazım. Her ikinizin de Anglosakson basına yönelik izlemelerinizi aktarmanız çok iyi. Zaman zaman Fransız basınında da ilginç şeyler çıkıyor, Fransa’dan vazgeçtim bir tane Arapça bilen arkadaşımız olsa burada. Mesela Radikal’de son derece ilginç Arap editoryalleri, köşe yazıları çıkıyor. Bizi çok yakından ilgilendiren bir dünya. Bütün bu talepler vergiye tabi olmadığı için, bir tane de İspanyolca bilen editör bulsanız çok iyi olur.
ÖM: Özellikle Latin Amerika’yı takip etmek için tabii.
RG: Şimdi Renaud dinleyelim. Renaud benim favori şarkıcılarımdan biri, buradaki şarkıda şiddetle medya arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Bunlar bir grup Gambialı genç, “bu akşam eğlenmeye gideceğiz” diyor fakat şarkıda “bu akşam eğlenmeye gideceğiz, yarın sabah gazeteleri okuyun” diyor çünkü kavga çıkaracaklar orada! Buradan hemen medyada şiddet ve savaş haberlerine geçelim. Bu sabah dinledim, bu iliştirilmiş –embedded-muhabir konusuna da değindiniz, hâlâ tartışılıyor. Kısaca bir tarihçe vereyim hemen; 1860 Kırım Savaşı’nda savaş muhabirliği vardı. İşin daha da özü aslında Habil’le Kabil’in kavgasıdır, fakat o sırada muhabir yoktu, bir takım efsanelerden ve din kitaplarından biliyoruz, Kadeş Savaşı’na ilişkin de bir takım bilgiler var ama modern anlamda gazetecilikte ilk savaş “coverage”ı, savaşın izlenip aktarılması, Kırım Savaşı’ndadır. Kırım Savaşı’ndan 2003 Irak işgaline kadar hâlâ çok tartışılan bir meseledir; savaşlar nasıl izlenir, nasıl aktarılır? Önce olumu örnekleri vereyim; gazetecilik itibariyle modernlik öncesi 3 tane çok önemli adam var, biri Hemingway, biri Albert Londres, öteki de John Reed. Bunları okudum, o kadar güzel ki, çelişkili gelecek ama o kadar insani, o kadar hoş bir şekilde savaşı aktarmışlar ki. Bir kere hepsi barışçı adamlar, yani savaşın iğrençliklerini, çirkinliklerini aktarıyorlar. Hemingway kalem üstadı zaten, Albert Londres da öyle, John Reed gazeteci ve yazdığı roman aslında en iyi savaş röportajıdır; Dünyayı Sarsan 10 Gün. Tabii üçünün de, izledikleri alanlar itibariyle bir takım avantajları var. Hemingway, Birinci Dünya Savaşı’nda Edirne’ye kadar gelmiş. John Reed Amerikalı, ne Bolşevik ne Menşevik ne Çar yanlısı, ait olduğu milletin dahil olduğu bir savaşı izlemiyor, o yüzden biraz daha mesafeli, uzak, hatta soğuk davranabiliyor. Bugün iki tane çok hoş örnek var, bu akımı devam ettiren, bu sabah adeta bütün bunları biliyormuşsunuz gibi ondan da bahsettiniz, Robert Fisk ve tabii John Pilger. Ne yazık ki çok az bu sayı. Bizde mesela Mete Çubukçu NTV’de benzeri şeyler yapıyor. Bu gerçekten siyasi ve ideolojik bir şey, teknik ve meslekle alakalı değil, yoksa herkes biliyor savaş nasıl izlenir, hangi haberi nerede yaparsın? Bu çok önemli değil bence, önemli de, tayin edici değil. Tayin edici olan ideolojik, siyasi durum, “şiddete karşı mısın ve en geniş, en kolektif şiddet olan savaşa karşı tutumun ne?” O soruya verdiğin cevaba göre iyi bir savaş muhabiri veya kötü bir savaş muhabiri olabilirsin. Bu arada bir müjde vermek istiyorum savaşla ilgili olarak, bugün BİA’da da yayınlanmış. Ben bu konulara hakikaten çok önem veriyorum, 2-3 sene önce bir gazetede “Türk medyası savaşı sever, savaşçıdır” dedim, “bunlar Amerika’yı dekteklediler, Türk ordusunun Irak’a girmesini istediler” vs. dedim diye, Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök 50 milyarlık dava açmış “şahsıma hakaret” diye. Yarası olan gocundu anlaşılan. Hürriyet de ayrıca dava açmış 100 milyar eski para ile.
ÖM: Neye karşı tam anlayamadım?
RG: “Ertuğrul Özkök savaş yanlısıdır, savaş propagandası yapıyor, ABD’yi destekliyor, gazetecilik değil işadamlığı yapıyor” diye bir takım şeyler söylemiştim röportajda, iki sene oluyor. Haberi şimdi veriyorum çünkü ilk aşamada mahkeme reddetti, “sizin kişilik haklarınıza bir saldırı yoktur, aksine adam oturuyor medyayı tahlil ediyor” diye. Bunlar Yargıtay’a gitti, Yargıtay’dan da bir gol yediler, sonra karar düzeltmesi istediler. Orada da Yargıtay aynı kararı vermiş, bu hoş bir şey. Bu tabii kişisel bir mesele değil. Avukatım Fikret İlkiz, çok esaslı bir savunma hazırlamıştı. Ben de söylediklerimi Ertuğrul Özkök’ten alıntılar yaparak mahkemeye sunmuştum. Adam Amerikancı, her seferinde Amerika’ya ilişkin olumlu şeyleri yazıyor, hiç olumsuz şey yazmıyor, savaş yanlısı, savaşın iyi bir şey olduğunu söylüyor, vs. Biz de Batı medyası ile Türk medyasını savaş konusunda kıyaslayınca şöyle bir hoşluk oldu, Christian Amanpour, -CNN’de acayip uzun bir unvanı
var, uluslararası baş muhabir- ve NY Times oturdular özeleştiri yaptılar. Yani “savaş sırasında Beyaz Saray bizi manipüle etti, bize yalan yanlış bilgiler verdi” diye samimiyetle, mesleki olarak yaptıklarının yanlış olduğunu görünce. Bizde bir tek Hürriyet gazetesinden Cüneyt Ülsever, ki o da vakti zamanında savaşı desteklemişti, Türk ordusunun Irak’a gitmesini istemişti, bir tek o oturdu “ya, yanılmışız” dedi. Yani bir de insan hata yaptığı zaman, yanlış bir şey yaptığı zaman hatasını kabul etmeli bu bir erdemdir. Hepimiz hata yapabiliriz ama bunlar hâlâ arada sırada çıkıyor “keşke 1 Mart tezkeresi geçseydi” vs. gibi, bir takım şeyler söylüyorlar. Şimdi isterseniz bu savaştan sonra Yurttaşlar’a geçelim, bunlar Parisli Les Attaque diye bir grup, bakalım ne diyecekler? ”Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik”, Fransız devriminin sloganını Yurttaşlar adlı şarkıda dinledik. Yurttaşlar deyince, konumuz medya olduğu için, yurttaş gazeteciliğine kısaca değinmek istiyorum. Bu bir Amerikan ürünü, ama olumlu bir Amerikan ürünü. Egemen medya, tekelleşme, vs. ne kadar olumsuzluk varsa Amerika’da 10 katı olduğu için, kaçınılmaz olarak orada da çeşitli çözümler üretmeye çalışıyorlar. Aslında çok da orijinal, çok da yeni bir şey değil yurttaş gazeteciliği. Mesela biz BİA ile yerel medya eğitim seminerlerine gidiyoruz, yurttaş gazeteciliğini, vs. anlatıyoruz, bir sürü insan “hocam biz bunu yapıyoruz zaten, adını bilmiyorduk” diyorlar. Belki şunu söylemek lazım önce, Amerika’da bugün yaşı 60-65 olan gazetecilerin temel sloganı, “back to the old values” (eski değerlere geri dönelim), çünkü gerçekten eskiden kamu yararına, yoksullardan, mülksüzlerden yana bir gazetecilik yapılıyordu Amerika’da. Hatta işçi gazeteleri vardı, 500-600 bin, 1 milyon satan gazeteler vardı.
ÖM: Dünyanın da en iyi gazeteleri aslında.
RG: Şimdi bu mevcut durumda daha çok yerel, -ki Amerika’da aşağı yukarı bütün gazeteler yerel sayılır, hiç olmazsa eyalet düzeyinde- klasik anlamdaki gazeteciliğin temel ilkelerini uygulayan, biraz yurttaş yanlısı, biraz kamu yanlısı 3-4 tane gazete var, çok hızlı bir şekilde saymak gerekirse. Bizde gazetecilik telefonla yapılıyor, telefon gazeteciliği; açarsın sorarsın adama, adam da emniyet müdürüdür, ne derse onu yazarsın, burada o yok. Burada bir kere ekip çalışması yapılıyor, bütün haberler uzun vadeli bir kampanya şeklinde yapılıyor. Ayrıca mümkün olduğu kadar fazla kaynağa başvurmak gerekiyor. Bir de yurttaş gazeteciliğinin en önemli kriterlerinden biri, ki burada biraz militan gazeteciliğe benziyor, olayı çözene kadar habercilik, fikri takip. Bu, okulda uyuşturucu konusu olabilir, bir üst köprü yapımı olabilir, herhangi bir haksızlık, adaletsizlik, herhangi bir şey olabilir. Yani sonuçlandırana kadar, kampanya şeklinde gazetecilik. Mümkün olduğu kadar fazla sayıda yurttaşı işin içine katıyor. Bu arada bu haber eylemine katılan yurttaşların bir kısmı da bütün bu süreç içerisinde yurttaş-gazeteci oluyor. O da giderek kampanyanın bir parçası haline geliyor. Aslında Amerika’da egemen medyanın tekelci, zenginleri, egemenleri koruyan anlayışına karşı, gazetecilik aksını kaybetti. Eskiden kamudan, yurttaştan, mülksüzden, yoksuldan yanaydı, şimdi sürekli zenginlerden yana. Biraz daha ibreyi bu tarafa çekmek için yapılan yerel düzeyde girişimler bunlar, özellikle sosyal alanlarda. Mesela bir örnek var çok hoş, şimdi adını hatırlamıyorum, eyaletin birisinde, bir şehirde belediye başkanlığı seçimi oluyor, eski belediye başkanı ve kentin üç tane büyük zengini aday, bir tane de siyah bir adam var ki, Amerika’da ortalama %19’dur toplamı siyahların nüfusa göre, burada çok daha az, %5 filan. Adamın parası yok, pulu yok, yurttaş gazeteciliği aracılığıyla seçiliyor; çünkü kamu yanlısı, çünkü belediyeyi de yurttaşa hizmet için kullanmak istiyor, o sayede seçiliyor. Çok güçlü ve çok zengin rakiplerine rağmen. Bizde de, izleyebildiğimiz kadarıyla, Anadolu’nun bazı kentlerinde, “tayin edici olan vali, emniyet müdürü, tugay komutanı, değil yurttaştır” ilkesinden yola çıkarak gazetecilik yapan arkadaşlarımız var.
ÖM: Bu konuda iki ufak örnek verebilirim; bir tanesi bugün okuduğumuz bir haber, galiba Zaman gazetesinin manşetiydi; “Dışarıya gönderilen meyve sebze ilaçlı olduğu için fazla zehirli olduğu için iade ediliyorsa, bunlar iç piyasaya hemen verilmek zorunda yoksa bir gün bile kalmaz” diye. Bu mesela yurttaş gazeteciliğinin takibe alıp sonuçlandırabileceği bir iş gibi gözüküyor. İkincisi de, senatör Liberman’ın savaş karşıtı, demokrat, ama savaş yanlısı Hillary Clinton’la beraber müthiş bir savaş taraftarlığı yapması. Onun karşısında da adı-sanı belli olmayan, duyulmamış bir iş adamı var, “Liberman bizi temsil edemez, demokratlığı da temsil edemez, çünkü bu savaşı destekliyor, böyle bir şey olmaz” dedi ve Move On örgütü bunun arkasında müthiş bir para toplamaya karar verdi başkan adayı John Dee’nin yaptığı gibi. Onun kardeşi de varmış işin içinde zaten. Belki de Liberman’ı alt edebilecekler ki New York senatörü müdür nedir, müthiş kuvvetli bir adam, Yahudi lobisinin de etkisi var. Onu da devirirlerse bu da ilginç bir yurttaş gazeteciliği örneği sayılabilir.
RD: “Home sweet home”diye İngilizlerin veya Amerikalıların bir lafı vardır “benim cici evim” diye tercüme ediyorum. Şimdi bu ilk parçayı Les Malpolis (Terbiyesizler, Küstahlar) grubundan ‘Bunker Sweet Bunker’ diye benim cici koruganım diye tercüme ettiğim, iktidarsiz.com sitesinde Türkçe tercümesi yayınlanan bu parçayı dinleyelim. Bu çok ilginç bir şarkı, etrafı dikenli tellerle çevrili, kameralarla gözetlenen bir villadaki bir tipik Fransız burjuvanın ruh halini anlatıyor. Sürekli mülkiyetini koruma halinde, evinde tabanca filan var. Mülkiyet deyince bizim aklımıza medya mülkiyeti geliyor. Medya mülkiyeti konusunda yayıncılık açısından çok ilginç bir şey vardır, Bagdikian derler ama Bağcıyan olması lazım, Kayserili bir Ermeni’nin, 80 yaşında filan olmalı, Media Monopoly diye bir kitabı vardır. Benim en son izlediğim 28. baskıydı. Sürekli olarak ABD’de medya patronu sayısı azalıyor, çünkü herkes birbirini satın alıyor, şirket evliliği denilen şey. Adam da sürekli yeni baskı yapıyor, 200 tane büyük sayılabilecek, büyük-orta çaplı medya patronu varken bugün bu sayı 30’lara inmiş durumda. Herkes birbirini satın alıyor ve olağanüstü bir tekelleşme var. Üstelik bu tekelleşme, ilginçtir ABD açısından söylüyorum, çifte tekelleşme, iki alanda tekelleşmeye gidiyor. Adam önce gazete olarak, radyo olarak veya televizyon olarak başlamış, giderek iletişimle ilgili diğer sektörlere de kayıyor. İnternet sitesini alıyor, yayınevlerini satın alıyor, dolayısıyla, iletişim sektörüyle ilgili duyduğumuz, okuduğumuz, gördüğümüz bir sürü şeyin aslında aynı kaynaktan çıktığını görüyoruz ki olağanüstü bir tekelleşme. Tabii aynı kaynaktan aynı şey çıkıyor, yani tek düşünce yapımı, Fransızların “panse unique” dedikleri şey, bir tek merkezden bize kitap olarak, roman olarak, hikâye olarak, gazete haberi olarak ya da televizyon dizi programı veya eğlence olarak. Yani böyle marangoz atölyesinde tornanın çıkardığı türden, bir örnek insanlar, aynı şekilde düşünen, aynı şekilde giyinen, aynı şekilde hareket eden insanlar yaratmaya yönelik bir faaliyet. Bu birinci konsantrasyon, birinci tekelleşme, ikincisi, Murdoch örneği var, Time Warner gibi başka bir sürü örnek var, bunlar sadece kendi ülkesinde bu işi yapmakla yetinmiyor, gidiyor başka ülkelerde de aynı şeyi yapıyor. Yani bir yandan coğrafi alanda bir tekelleşme var, mesela Murdoch’un 22 ülkede televizyonu var. 22 ülkede birden televizyon, çok kötü bir şey. Dolayısıyla böyle, bilinçlerin hepimizin, Türk, Çinli, Amerikalı, Fransız, Alman, İngiliz, bilinçlerimizin globalleşmesi ve bilinçlerimizin esir alınması durumu var. Dolayısıyla medya mülkiyeti kaçınılmaz olarak bu hale geliyor. Medya mülkiyeti ancak kamuya ait olursa, yani derneklere, belediyelere, hastanelere, Amerika’da mesela hapishanelerin bile radyosu var, liselerin, üniversitelerin, yani STK tabir edilen sivil toplum kuruluşlarına, -eskiden biz ona demokratik kitle örgütleri derdik-, ait olursa -çünkü herkesin derdi aynı değil- herkesin lokal düzeyde, sorunlarını ön plana çıkaran, gazete, radyo ve televizyonları bu bin kollu ahtapota benzeyen medya holdinglerini yıkabilir.
ÖM: İngiltere’de liberal, fikir gazetesi olduğu söylenen Guardian gibi gazetelerin, hatta sol denilen gazetelerin %75 oranında reklama bağlı çalışmaları da ilginç. O zaman da ister istemez bu tek tip, şirketlerin menfaatleri doğrultusunda düşünmek, otomatik bir şey olarak gelecektir herhalde?
RD: Çok doğru, bu da nispeten yeni bir şey, 1940’ların 50’lerin gazetelerine baktığımız zaman, ben daha çok Fransa ve İngiltere’yi biliyorum, büyük bir ihtimalle Amerika’da öyle, Türkiye’de de benzer bir durum var, gazetenin temel gelir kaynağı kalemlerine bakıyoruz, o zaman satış çok önemli. Daha sonra İngiltere, Fransa ve Amerika’da abonelik var, siz paranızı kimden alırsanız ona hizmet etmek durumundasınız. Şimdi başka ilginç bir şarkı dinleyeceğiz, Çin imparatorluğu ile ilgili devrimci bir şarkı. Gianni Esposito söylüyordu, Uin Noble Rossignol. Bu sözüm ona Çin’de imparatorluk zamanında bir bülbülün başına gelenleri anlatıyor, kafesteki bülbülün ama özünde bir özgürlük şarkısı. Belki zorlama bir bağlantı olacak ama, benim yaklaşık 10 yıldır üzerinde çalıştığım, “mülksüzlerin medyası” diye bir konsept, bir proje var. Yani bu egemen medyaya karşı neler yapılabilir, mümkün olduğu kadar bunu izlemeye çalışıyorum, dünyada ne yapıyorlar, ne ediyorlar diye bakıyorum. Kaba tabiri ile “alternatif medya”. Bu alternatif lafı çok da hoşuma gitmiyor, çünkü bana şöyle geliyor, esas olarak ben ve benim gibi düşünen insanlar, biz eski, klasik, geleneksel, temel gazeteciliği savunuyoruz. Onlar sonradan parayla, pulla gelip korsan gibi çaldılar bu gazeteciliği elimizden. Onun için hep bu ‘eski değerlere geri dönüş’ fikrini bir nostalji şeklinde görmüyorum. Bakıyorum solcular muhalifler, medya alanında ne yapıyorlar? Çok memnun değilim, çünkü egemen medya o kadar yaygın, o kadar ağırlığını koymuş ki, bizim solcu arkadaşlarımız, muhalif arkadaşlarımız bile meşruluğu nerede arayacaklarını çok bilmiyorlar. Ben çok tanık oldum, bir takım solcu, siyasi partilerin veya tek tek muhaliflerin de bütün derdi egemen medyaya girmek, sızmak “ay, bizim haberimiz girsin!” Onlar iyi bir şey olsaydı biz gider orada çalışırdık. Bence muhaliflerin, solcuların da yeni bir medya düşünmesi lazım, ki siz burada düşünüyorsunuz muhakkak, uygulamasını da yapıyorsunuz ama çok fazla düşünen yok bunu. Şikâyetçi olduğum noktalardan biri de şu; kalıplar benimsenmiş durumda, Başbakan Erdoğan yerine “liderimiz bilmem kim” diyorlar. Yani sadece söylemde bir farklılık var, oysa ki muhaliflik, sadece söylem değiştirmesiyle olmaz. Onlar ‘a’ deyince biz ‘b’ deyince muhalif olmuyoruz. Biçimde de değişiklik lazım. Sadece içerikte değil, biçimde de radikal bir değişim, dönüşüm lazım. Bunun için yüklü bir program benim önerdiğim, haber nedir, gazete nedir, radyo nedir, gazeteci kimdir? Bütün bunlar yeniden tanımlanmalı, bugün mevcut tanımlarla bir şey yapamayız, yapamazsak da egemen medyanın kuyruğuna takılırız. ÖM: Esas itibariyle, alternatif olan da kendi liderini, sözcüsünü hedef alıyorsa yine habere ulaşılamıyor demektir. Yani Amerika’da “Guardians of Power” diye kudretin bekçileri diye tanımlanabilecek ilginç bir girişim var, Medialens yazarları Edwards’la Cromwell “ana akım medyada o kadar alışılmış ki, hükümet ne dediyse o gerçeğin ta kendisinin yerini alıyor” diyorlar ki bence medyanın en önemli sorunu bu. Sen de buna değindin biraz önce, resmi makamlar söyledi mi mesele bitmiştir. Kerameti kendinden menkul oluyor, yani Bush “özgürlük getireceğiz” demişse özgürlük geliyor, “Komünizmden kurtardık” demişse Komünizmden kurtarmış oluyor Yunanistan’ı ve Türkiye’yi ve tartışılmıyor bile.
RD: Ben de son olarak buna değinecektim; “hakiki gerçek”le “medyatik gerçek” arasındaki fark, ama ondan önce yumuşak, güzel bir şarkı dinliyoruz. Vincent Delerm ile Keren Ann söylüyor Les Landis au soleil. “Pazartesi günü güneş doğarsa işe mişe gidilmez, çayırlara gidelim sevişelim, bağlara gidelim üzüm yiyelim” diye tembelliğe övgü yapıyor, ama bugün ne yazık ki Salı değil mi? Son bölüme geldim, aslında okulda derslerde, röportajlarda, konferanslarda veya yazı yazdığımda, medya eleştirisine veya genel olarak medyaya ilişkin bir kaç tane temel kerterizim var. En önemlisi ‘hakiki gerçek’le ‘medyatik gerçek’ arasında ayırım yapmak. Benim hakiki gerçek dediğim, gözle görülür, elle tutulur, koklanır olan, dolayısıyla toplumsal, siyasal, kimyasal ve coğrafi gerçek. Mesela Cumartesi-Pazar stada gittiğimiz zaman gördüğümüz maç. Bu hakiki gerçek, bu bir kere oluyor, aynı suda iki kere yıkanılmıyor ya, gerçek de bir kere oluyor. Medya bu gerçeği alıyor, yeniden üretiyor, dolayısıyla medyada yansıyan hiçbir şey, gerçeğin tıpatıp aynısı olamaz, mümkün değil. Yeniden üretim sürecinde, medyaya egemen olanlar, hakiki gerçeği kendi çıkarlarına göre, eğiyorlar, büküyorlar, renk katıyorlar, ses katıyorlar, başka bir gerçek ortaya çıkıyor: medyatik gerçek. En basitinden, maça gidiyoruz ertesi gün veya akşam televizyonda “allah allah, bu adamlar başka maça mı gitmiş?” diyorum. Fenerli çünkü onlar, saçma sapan bir takım yorumlar yapıyorlar. Buradaki temel mesele şu; eğer biz yurttaşların, medyaya muhatap olan insanların, bize sunulanın, bilhassa televizyon ekranlarında ama aynı şekilde yazılı basında da ve radyoda gerçeğin bizzat kendisi değil, gerçeğin başkaları tarafından manipüle edilmiş hali olduğu konusunda genel bir bilgimiz varsa iyi, o gözle, o kulakla dinlediğimiz zaman da hakiki gerçekle medyatik gerçek arasındaki ayırımı kolay bir şekilde ayırt edebiliriz. Sürekli olarak soru sormamız gerekiyor, “bunu niye yayınladı, bu haberde beni bilgilendiren, benim yurttaş olmamı güçlendiren bir şey var mı, yoksa medya patronunun çıkarına bir yayın mı yapılıyor?”
ÖM: Kimin yararına? Bir de tabii bugün Açık Gazete’te senin geleceğini bilerek atıf yaptığımız bir şey vardı, “Ragıp’a soralım” dediğimiz; Afganistan’da bir olay olmuş, bir ‘trafik kazası’ ve Amerikan askerleri çarpmış, sivilleri öldürmüş, bunun üzerine de bir isyan çıkmış. Yani insanlar kuşatıp taş atmışlar, vs. Amerikalılar da ya havaya ateş açmışlar ya da halkın üzerine de ateş açmışlar. “Orada gözle gördüm” dedi Avi, “halkın üzerine ateş açma görüntüleri vardı resmen ama bu doğrulanmadı. Böyle bir haber geldi ben de bunu okumak zorunda kaldım. Şimdi ne yapacağız?
RD: Biz Avi’ye inanmayız, bizim inanmamız gereken çok daha büyük önemli makamlar var. Vakti zamanında Türkiye’nin güneydoğusunda da oldu, “güvenlik kuvvetleri havaya ateş açtı 3 vatandaş öldü” diyor. Bu vatandaşlar kuş çünkü, havada uçuyorlar! Tam da işte medyatik gerçekle hakiki gerçeğin arasındaki farka çok uygun bir şey bu, ama bu tarafta son derece güçlü, zengin, teknolojiye egemen bir güç var, o gerçeği, yani halkın üzerine ateş açılması gerçeğini “havaya ateş açıldı” diye aktarıyor. Burada minimum bir mantık, “kardeşim havaya açtıysan niye insanlar ölüyor, bunlar uçuyor mu?” diye sorar. Aslında olumlu gelişmeler var, bu senin son söylediğin örnek de öyle. Mesela 20 Mart 2003’te başladı değil mi Irak işgali?
ÖM: Evet
RD: 1 Mayıs 2003’te de bittiğini söylediği Bush. Bitmemiş! Yalan söylemiş başka bir sürü yalanın dışında.
ÖM: Afganistan da bitmemiş.
RD: Bu Danıştay’a yönelik saldırı da çok ilginç, iki günün gazete taramasıyla bundan sonraki taramalara baktığımız zaman görülüyor. Bu tür medyatik gerçekle, propaganda ile, dezenformasyon ile, misenformasyon ile, -şimdi de malenformasyon diye bir şey çıktı- br süre için belirli bir kesimi aldatabilirsiniz ama ilelebet herkesi aldatamak mümkün değil.
(30 Mayıs 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)