‘Dünya müziği’ terim olarak Batı dünyasının modern kitlesel popüler ve klasik müzik akımının dışında kalan müzik anlamında kullanılıyor, bu da doğal olarak içinde bir isyankârlık barındırıyor; normal akımın dışında olmak, dinleyenlere farklı karışımlar sunmak, kısaca muhalif olmak. Bunu yaparken, aynı zamanda insanların size saygı duymasını, sizi takip etmelerini, hatta kendilerini sizin yerinize koymalarını sağlamak ise ayrı bir meziyet. Oldukça zor olmasına rağmen, bunu başarmış olanlar elbette var. Bunu en iyi başaranların arasında, hiç kuşkusuz José-Manuel Thomas Arthur Chao, yani nâmı diğer Manu Chao da yer alıyor. Politik görüşlerinden taviz vermeyen, ama dünyanın tadını da olabildiğince çıkarmaya çalışan bir müzik adamı olan Manu Chao, yaptıklarıyla hem rock hem de dünya müziği kulvarında bir çeşit depreme neden oldu. Altı yıl sonra, yeni albümüyle beraber, bu müzik adamını bilenlere tekrar hatırlatmanın, bilmeyenlere de kılavuzluk etmenin tam zamanı.
Bir zamanlar Bob Dylan, “kanunun dışında yaşamak istiyorsan dürüst olmalısın” diye yazmıştı. Bu cümle birebir Manu Chao’u anlatıyor.
Sanatçı, dünyasal ezgileri ile, hiçbir kural tanımadan politikaya burnunu sokuyor. Kendisini temsil eden büyük müzik sektörüne karşı bile kararlı bir duruşu var. Yaptıklarında herhangi bir yapaylık olmadığından, karşıtları tarafından bile saygı görmeyi başarıyor. Görülmemiş bir eğlence, tükenmeyen bir umut, herkesi ürperten bir şeytan tüyü, evrensel bir duyarlılık ve insana yalnız olmadığını hissettiren bir tavırla, dinleyen herkesi ayağa kaldıran sımsıcak bir müzik yapıyor.
21 Haziran 1961’de İspanyol diktatör General Francisco Franco’nun zulmünden kaçıp Fransa’ya yerleşen kozmopolit bir ailede gözlerini açan Manu Chao, Paris’in varoşlarında büyüdü. İspanyol, Küba ve Cezayir köklerine sahip olan sanatçı, sol görüşe sahip bir aile ortamında, hayat hakkında ilk izlenimlerini genç benliğine işlemeye başladı. Sanatçı ve entelektüel bir topluluğun içinde büyümeye başlayan Mano Chao, böylece genç yaşta sosyal eşitlilik ve kültürel çeşitlilik üzerine geniş bilgi deneyim sahibi oldu. Seksenlerin başına gelindiğinde, günlük işlerde çalışan Manu, geceleri Hot Pants, Joint de Culasse ve Los Carayos gibi gruplarda çaldı. Bu dönemde ağırlıkla The Clash gibi grupların punk ve rock temaları üzerine müzik serüvenini sürdüren sanatçı, seksenlerin sonuna gelindiğinde, o dönemde pazarlama ve sınıflandırma ihtiyacı karşısında, müzik endüstrisi tarafından, “yabancı” (Batılı olmayan) her türlü müziğin, ‘dünya müziği’ adı altında etiketlendiğini düşünürsek, Manu Chao ve ekibi de bunun ilk temsilcilerinden biri oldu.
Hot Pants adlı grup bir demo ve albümden sonra dağılmasına rağmen, Manu kardeşi Antoine ile birlikte Los Carayos adlı grubu kurdu. Hot Pants grubunda yaptıkları müziğin ezgileri üzerine farklı kültürel ezgileri işleyerek kendine özgün bir ses sentezi yaratan bu yeni oluşum, sekiz yıl ayakta kaldı ve dağıldıkları 1984 yılına kadar üç albüm çıkarttılar. Bu zamana kadar geniş bir müzik yelpazesine sahip olan Manu Chao, bu birikimini dünya ile paylaşmak için 1986 yılında kuzeni Santiago Casariego ve yine kardeşi ile birlikte adını Perulu Mano Negra (Siyahî El) örgütünden alan grubu kurdu.
Mano Negra, Batı Avrupa'nın kültürel çemberinin dışında kalan ve İngilizce konuşmayan ülkelerin müziğini temsil etti. Dünya çapında bir topluluk olmasa bile, özellikle ana dili İngilizce olmayan Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde çok sevildi. Bilhassa Hollanda, İtalya ve Almanya’da çok büyüdü ve daha sonra bu tutkuyu dünyanın geri kalan ülkeleri takip etti. Daha çok keşfetme tutkusu ile yanan ruhların, dünyayla ilgili endişe duyanların grubu olan Mano Negra, tıpkı yaşadıkları yer olan Paris gibi, renkli, çok kültürlü ve çok sesli bir müzik yarattı. Grup devrimci hareketleriyle reggae, rai, ska, salsa, rap, Latin ve rock gibi birçok türü arzu ettikleri herhangi başka bir tarz ile kol kola sokup, ortaya kültürel bir estetik çıkarttı.
Grubun ilk albümü “Patchanka” (İspanyolca ucuz dans müziğine verilen argo Patchanga kelimesinde türetilmiş) bağımsız bir müzik şirketinden 1988 yılında çıktı. Albümdeki 'Mala Vida' adlı şarkı, önce Fransa olmak üzere birçok elit alternatif müzik çevrelerinde, ardından da Avrupa'nın birçok ülkesinde vazgeçilmezler arasına girdi. Bu albüm, grubun Virgin Fransa şirketi ile anlaşmasına vesile oldu ve 1989 yılında “Puta's Fever” piyasaya çıktı. Bunu 1991 yılında grubun ilk iki albüme kıyasla daha bir rock senteze soyunduğu “The King Of The Bongo” albümü takip etti. Bu zaman zarfında, grup Fransa’nın en önemli, aykırı, alternatif-folklorik rock temsilcisi unvanına sahip oldu.
Mano Negra efsanesini ölümsüzleştiren en büyük unsur, grubun iki defa Güney Amerika’ya yaptığı tutkulu ve anarşist turneler oldu. Öncelikle ekip 1992 yılında üstüne sahne kurdukları bir gemiyle Güney Amerika limanlarını dolaştı ve kıtanın her limanında yerel insanlar ile bütünleşti. Bir sonraki yıl grup, savaştan dolayı paramparça olmuş olan ve hâlâ çatışmaların yoğun bir şekilde sürdüğü bir dönemde, Kolombiya’da on haftalık bir tren yolculuğuna çıktı. Ülkeyi baştan aşağı dolaşan ekip, yerel gerillalar ile güvenli seyahat için pazarlıklar yapıp, durdukları her istasyonda bedava konser verdi. Bu eşsiz tecrübe gruba inanılmaz bir saygı ve hayranlık sağlamış olsa bile, ekip içten içe ciddi anlamda yıprandı. Manu Chao’un babası, gazeteci/yazar Ramon’un söz konusu turneyi kaleme aldığı Un Tren De Hielo y Fuego (Alevden ve Buzdan Bir Tren) adlı kitapta bu yıpranmanın izleri rahatlıkla görülüyor.
Son bir kez stüdyoya giren ekip, zor bela 1994 yılında "Casa Babylon" adlı albümü çıkarttı. Stüdyoya kimin gelip gelmeyeceğini bilmeyen Manu Chao, böylece ihtimaller üzerine kurulu olan ve adına “casualidad” (ihtimal) dediği bir çalışma tarzı yarattı. O zamandan beri de bu stili koruyan sanatçı, her zaman ihtimaller üzerine kurulu olan, anı yaşamayı kendine hedef bildi. Son albümün çıkışından bir yıl sonra Manu Chao’un kardeşi dâhil olmak üzere, ayrılan bazı üyeler yüzünden, Mano Negro sayfası ilelebet kapandı.
Yoluna tek başına devam etmeye karar veren Manu Chao, takip eden üç yıl boyunca Meksika ve Brezilya’da bir gezgin gibi seyahat etti. Yanına aldığı taşınabilir kayıt cihazı ile binlerce saatlik ham müzik ve şarkı teması kaydetti. Ortaya çıkan melodiler Mano Negra çizgisinden çok büyük farklılıklar içeriyordu, bu da Manu Chao’un hedeflediği gibi, sokakların müziğini temsil ediyordu. Bu işlenmemiş fikirlerin hepsi ince bir imbikten geçirildikten sonra, sanatçının 16 parçadan oluşan ilk solo albümü “Clandestino” ortaya çıktı. Her ne kadar Manu Chao’nun o zamana kadar bir adı olsa da, müzik şirketi albümün Britanya’da yayınlanmasına izin vermedi. Tüm bu engellemelere rağmen, söz konusu albüm, ağızdan ağza dolaşarak müzikseverlerin dikkatini çekmeyi başardı. Albümde yer alan ‘Bongo Bong’ ve ‘Clandestino,’ adlı parçaların bu ilgide çok büyük rolleri oldu. Yoğun ilgi sonucu “Clandestino” yarım milyonun üzerinde satış yaparak o döneme kadar (aslına bakarsanız hâlâ) en iyi satan dünya müziği albümü unvanı ile taçlandırıldı. Latin, rumba, samba, reggae ve akustik menşeli rock temalarının harmanlanmasından oluşan albüm, dünya çapında toplam beş milyon sattı.
“Clandestino”yu takip eden ve adını Madrid’deki bir metro istasyonundan alan, ikinci solo albümü “Proxima Estacion: Esperanza” (Sıradaki İstasyon: Esperanza), 2001 yılında çıktı. Yeni albümü, “Clandestino” ile benzerlikler içermesine rağmen, daha ağır Karayip ritimleri ile başka bir atmosfere sahipti. Bu albüm bir anda ve hiç zorlanmadan tüm listelerde üst sıralara yükseldi. Tüm ciddi eleştirmenler tarafından yere göğe sığdırılamayan albümün turnesi kapsamında sanatçı, Efes Pilsen One Love festivali kapsamında İstanbul’da da konser verdi. Farklı din ve ırklardan oluşan orkestrası ile sanatçı İstanbulluları dört saat boyunca coşturdu. 2003 yılında Manu Chao’un canlı performansını çok başarılı bir biçimde yansıtan “Radio Bemba Sound System” adlı konser albümü çıktı. Albüm, içerdiği 29 parça ile 64 dakika boyunca Manu Chao’un bereketli ve coşkulu ruhunu yansıtan bir cevher niteliğinde.
Sanatçının solo kariyerinde yürüdüğü patika, Manu Negra dönemine kıyasla oldukça deneysel ve Ska, Rai ve Latin ezgilerine daha çok odaklanmış durumda. Ağırlıkla gitar çalan sanatçı, her ne kadar yoluna solo devam ediyor olsa bile, yanındaki gruba isim vermekten de çekinmiyor. Birçok dünya enstrümanı çalan sanatçının grubunun adı ise Radio Bemba Sound System.
Manu Chao’nun yazdığı sözler çoğunlukla aşk, göçmen kamplarındaki hayat, fakirlik, dünya politikası ve kültürel kesişim üzerine. Bu da elbette sanatçının politik duruşunu ifade ediyor. Manu Chao, her zaman Meksika’daki Zapatista hareketini destekledi ve Amerika’nın politikalarına karşı açık yüreklilikle karşı çıktı. Küreselleşme karşıtı olan sanatçı, tüm mesajlarını hiç çekinmeden her fırsatta paylaşmasını bildi. Bunun sayesinde “Yüksek sadakat/istifa etmek intihardır”, “Herkese aynı güneş” ve “Her zaman ilkbahar” şarkıları dillerde sloganlaştı.
Manu Chao daha sonra uzun bir süre başka sanatçılar ile müzik birikimini paylaşmaya başladı ve çok başarılı müzik işbirliklerine imza attı. Bunların arasında en dikkat çekeni dünya çapında 600 adet satan Malili iki kör sanatçı Amadou ve Mariam’in “Dimanche Bamako” (Bamako’da Pazar Günü) adlı albümü. Oysa Chao onlara yalnızca ‘eğlence’ olsun diye stüdyoya girmeyi önermişti, ancak altı gün sürecek stüdyo çalışmalarından bir albüm ortaya çıktı. Chao, şarkı sözlerini getirdi, gitar çaldı ve albümün yapımcılığını üstlendi. Söz konusu albüm birçok ödül almanın yanı sıra, punk kökenli çok kültürel altyapıya sahip olan Manu Chao’un dünya ezgilerine ne kadar hâkim olduğunun en büyük kanıtı oldu. Bu sırada meşhur konserlerini vermeye devam eden sanatçı, yüz binleri coşturup dünyanın her köşesine egzotik seyahatlerini sürdürdü. Tüm bu zaman zarfında sanatçı teşkilat karşıtı prensiplerini ve politik/müzik karışımını.
Altı yıldan beri uzak müzik piyasasından uzak olan sanatçı, bu yazıyı okuduğunuz sıralarda yeni albümü “La Radiolina”yı çıkartmış olacak. Beastie Boys, Jack Johnson, Red Hot Chilli Peppers ve Mars Volta gibi grupların albümlerinden tanıdığımız Mario Caldato ve Andrew Scheps ile birlikte albümün yapımcılığını üstlenen Mano Chao, yine dünyayı sarsmaya hazırlanıyor. İspanyolca, İngilizce, Portekizce, şarkıların yer aldığı albümden çıkan ilk 45’lik, Rainin’ In Paradize, sanatçının bitmek tükenmek bilmeyen enerjisinin ve bizleri neler beklediğinin bir sinyali.
Tüm politik içerik ve sosyal ajandayı bir yana koyarsak, çocuksu vokalli Manu Chao’un müziği, tam bir coşku patlaması. Barış mesajları ile müzik camiasının sahiden ihtiyacı olan bir kurtuluş pınarı. Devrimci müzisyen, alternatif küreselleşme yanlılarının tüm dünyadaki sözcüsü, ezilen halkın adamı Manu Chao’un müziği, depresyonun değil, yaşama sevincinin, dünün değil bugünün ve yarının, küreselleşmenin değil enternasyonalizmin tanımı. Böyle karşıt bir müziğin içinde herkes kendine hitap eden bir şey bulabilir. Asıl Manu Chao mucizesi de bu zaten….