Kusturica, geçmiş ve vicdan

-
Aa
+
a
a
a

Taraf

13 Ekim 2010

“Geçmiş”, biz onu yok saydığımızda, öyle basitçe yok olup gitmiyor. Yüzleşmediğimiz ve hesaplaşmadığımız “geçmiş”, bir gün bir şekilde karşımıza çıkar, yakamıza yapışır ve bizden hesap sormaya başlar. Hem bireysel açıdan böyledir bu, hem de toplumsal düzlemde.

 

Bu temayı işleyen pek çok edebiyat ve sinema eseri vardır. Fons Rademakers’in 1989 yapımı The Rose Garden (Gül Bahçesi) adlı filmi de bunlardan biridir. Film, Paul Hengge’nin gerçek bir davaya dayanan romanından uyarlanmıştır. Yer, Frankfurt Havaalanı. Yaşlı bir adam, cüzdanını kaybettiği için telaşla koşuşturan küçük bir kızı tutuyor, bulduğu cüzdanı büyük bir şefkatle ona vermek için. Bu sakin ve sevecen insan, birden çıldırmış gibi fırlıyor ve düzgün görünümlü bir “beyefendi”ye saldırıyor. “Beyefendi” yaralanıyor, yaşlı adam gözaltına alınıyor. Sonra yaşlı adam aleyhine, yaralama dolayısıyla dava açılıyor. Ama davanın seyri kısa zamanda değişiyor; sanık ve mağdur yer değiştiriyor. Zira o “beyefendi”nin, savaş bitmek üzereyken, yirmi Yahudi çocuğun tıbbî bir deneyde hunharca katledildiği toplama kampının komutanı olduğu ortaya çıkıyor; bir de bu çocuklardan birinin, yaşlı adamın küçük kız kardeşi olduğu...

 

Savaştan sonra, bu katliam için de soruşturmalar açılmış, ama bir sonuç alınamamış ve dosya “hukuken” kapanmış; ama “yara” kapanmamış. Filmin bir yerinde şöyle bir cümle geçer: “İyileşecek yaraları olduğu sürece, geçmiş bugün olarak kalır.”

 

Yugoslavya savaşının açtığı yaralar henüz kapanmadı, aksine içten içe kanamaya devam ediyor. Gerçi soykırıma varan katliamlar için, ikisi de Lahey’de olan uluslararası mahkemelerde davalar açıldı. Kısa adıyla Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılamalar devam ediyor; Uluslararası Adalet Divanı ise, Serebrenica katliamının “soykırım” olduğuna hükmetti.

 

Sırbistan’da da, bu utançla yüzleşmek için adımlar atıldı. Bunlardan en önemlisi, Sırbistan Parlamentosu’nun bu yılın mart ayında aldığı, “Srebrenica’da Boşnak halkına karşı işlenen suçu var gücüyle kınayan” kararı, yani bir tür “özür” beyanıdır.

 

Ancak öyle bir yara var ki, bu tür kararlarla tedavi edilemeyecek kadar derindir. O da, Boşnak kadınlarını hedef alan korkunç ve iğrenç “kitlesel tecavüz operasyonları”dır. Sayıları tam olarak bilinmeyen, ama on binlerle ifade edilen o tecavüzlerden doğan çocuklar, onların anneleri ve çevreleri, bu yaranın canlı acılarını temsil ediyorlar. Bu travmanın üstesinden gelmek için, o kadınlar ve çocuklar ve dünyada “vicdan” sahibi olan insanlar çok şeyler yaptılar. Acının kamusal olarak paylaşılması ve tanınması; o acıyı yaratan korkunç eylemlerin yine kamusal olarak kınanması, travmayla baş etme çabasının en önemli sütunlarını oluştururlar. Acıya ve vahşete kayıtsız kalınması, travmanın etkilerini uzatır. Acıyı hafif ve giderek reva görmek, üstüne vahşeti meşrulaştırmaya çalışmak ise; o mağdurları yeniden ve yeniden travmatize eder, onların acılarını canlandırır ve derinleştirir. Ayrıca böyle bir tavır, o vahşetleri yaratan zemini alttan alta besler.

 

On yıllarca Soğuk Savaş’ın havasız ortamında cılız kalan “ortak dünya vicdanı” denen şey, son çeyrek asırda yeniden yeşermeye başladı. Alttan gelen dalgalar, üsttekilerin bu “vicdan”ı manipüle etmesini epey zorlaştırdı.

 

Şimdi o “vicdan”ın yankısı, Kusturica’nın yakasına yapıştı. Kusturica, “geçmiş”inin hatırlatılmasından hiç hoşlanmıyor. Geçen sene de, “geçmiş”teki tutumlarına ilişkin soru soran gazetecileri kovmuş, makinelerine ve filmlerine el koymuştu. Kendisine gösterilen tepkiler yeni de değil. Daha 1995’te Underground’la Cannes’da Altın Palmiye’yi kazandığında da ve sonrasında da benzer tepkilerle karşılaşmıştı. Kusturica’nın bu suçlamaları savuşturmak için kullandığı dil ve sözcükler, onu kurtarmak bir yana, daha da zora sokuyor. Bütün bunların temelinde, özellikle “tecavüzler” karşısında takındığı “sinizm” kokan tutum yatıyor. Kusturica, bu “geçmiş”iyle yüzleşmediği ve hesaplaşmadığı sürece, o “geçmiş” yakasını bırakmaz.

 

Gelelim Kusturica’ya tepki gösterenlerin ve bu tepkilere tepki gösterenlerin durumuna! “Vicdan”ı dayanak alarak somut bir meselede “haklı” bir tavır takındığınızda, aslında kendinizi de “vicdan”ın hüküm ve tasarrufuna alabildiğine açmış olursunuz. Hem benzer olaylar karşısındaki siciliniz, hem de o somut meseledeki diliniz, sizi “vicdan mahkemesi”nin karşısına çıkarır.

 

Kusturica’ya tepki gösterenlerin sembolü haline gelen iki insandan Ertuğrul Günay, “vicdan mahkemesi”nin önündeki sınavda açıkça sınıfta kalmıştır. Önceki akşam Can Düdar’ın haber programında, kendi tavrını haklı çıkarmak için çok kötü gerekçelere sığındı. Mesela Kusturica’yı “mahkûm” etmek için, onun “Türkleri Ermenilere soykırım yapmakla suçladığı”nı söyledi. Sonra, Kusturica’nın “din ve isim değiştirmesi meselesi”ni hatırlattı. Bunlarla Kusturica’yı “mahkûm” edeyim derken, asıl kendinizi “mahkûm” etmiş olursunuz. Kendine gömülmüş olma alışkanlığının yarattığı “haklılık kibri” diyebileceğimiz bir hastalıktır bu da. Ancak unutmayın, bir olayda yanınızda olan “vicdan”, kendisinin böyle hoyratça kullanılmasına kayıtsız kalmaz, er ya da geç yakanıza yapışır, hesap sorar.

 

Kusturica’ya tepkinin diğer sembolü Semih Kaplanoğlu ise, “vicdan”a dayanan sade ve güçlü duruşu temsil ediyor. Ancak böyle bir duruş, Boşnakların yaralarını sarmaya yardımcı olabilir. Hangi açıdan olursa olsun, “çifte standart”la malul tutumlar ya da acılara tek yanlı bakan milliyetçi/ulusalcı dil, ne o insanların acılarına deva olabilir, ne de kendine hayır sağlar.

 

 

Kaplanoğlu’ya yönelik “ithamlar” ise, benim nazarımda, esasen “vicdan” diye bir derdi olmayanların kendilerini bir kez daha ifşa etmelerinden başka bir anlam taşımıyorlar.