Ümit Kardaş
Tarihsel süreç içinde Kürdistan bir dizi emirlikten oluşmuştu. Örgütlenme ve sosyal tabakalaşma bakımından yarı devlet aşamasında olan Kürt emirlikleri Osmanlı İmparatorluğuna katıldıktan sonra da 400 yıla yakın bir süre bazı özerk Kürt sancakları yapılanmalarıyla birlikte varlıklarını sürdürdüler. Aşiretler konfederasyonu olarak görülen bu emirliklerin başında mir denilen ve hanedan özellikleri gösteren bir sınıf vardı. Osmanlı İmparatorluğu bu emirliklerle bölgeyi dolaylı yoldan yönetiyordu. 19. yüzyılda merkezin zayıflaması üzerine II. Mahmud dönemindeki reform yaklaşımlarının ve dış etkilerin sonucu Kürt emirlikleri şiddetle ortadan kaldırıldı. Bu olaydan sonra Kürt toplumu ters bir evrime girerek ortaya önce büyük aşiretler ve reisleri, şeyhler, daha sonra küçük aşiretler ve reisleri ve köy ağaları çıktı. Bu sürecin başlarında tarikat şeyhleri aşiretler arası uyuşmazlıkların çözümünde arabulucu ve denge sağlayıcı bir işlev görmelerinin sonucu politik roller oyamaya başladılar. Bu durum şeyhlerin güçlerini artırdı. Mirlerin bazı önemli işlevleri şeyhlere geçti. Şeyhlik kurumu politikleşti. Kürdistan tarihinde merkezi otoriteyle ilişkilerini kullanarak yörede aşiret çatışmasında avantajlı duruma gelmeye çalışmak gelenekseldir. Devlet de ayaklanmalarda bazı aşiretleri diğerlerine karşı kullandı, ayaklanmaya katılanlardan bazılarını daha sonra sadık hale getirerek uzlaştı. (Heverkanlar, Haco gibi) Devlet ayrıca aşiret reislerini ya da yakınlarını milletvekili ve bakan yaparak güçlendirdi. Aşiretler arası uyuşmazlıklarda arabuluculuk ve dengeleme işlevleri onları önemli kılıyor. Aşiret reislerinin kendilerini vazgeçilmez kılmalarının önemli bir yolu da devletle olan işlerde de arabuluculuk işlevi görmeleri. Kürt emirliklerinin ortadan kaldırılmasından sonra merkez Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Cumhuriyet döneminde de bu arabuluculuğu kabul etti ve bölgeyi doğrudan yönetim yerine dolaylı yoldan yönetmeyi tercih etti. Cumhuriyet yönetimi aynen Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi dolaylı yoldan yönetim yolunu seçti, üstelik İmparatorluk döneminde sorun olmayan Kürt etnik kimliği, Türk etnik kimliğinin tek kimlik ve tek kültür olarak kabul edilmesi sonucu baskı altına alınan ve yadsınan bir kimlik haline geldi. Yaşanan başkaldırmalar şiddetle bastırıldı. Cumhuriyet yönetimi 1925'e kadar en azından bir bölümüyle anlaşarak ve dolaylı yoldan yönetim anlayışıyla koruduğu düzeni sonuna getirme noktasına geldiği halde yerine ne getireceğini bilemediğinden, daha çok da sorunu o an için şiddetle çözmüş olduğunu sandığından yanılgıya düştü. Cumhuriyet yönetiminin bu başarısızlığı, rejimin etkileri bugüne dek süren şansızlığı oldu. Bugün de küçük aşiretler ve ağalık kurumlarıyla dolaylı yoldan yönetim devam ediyor. Tarihsel süreç asimilasyon ve şiddet politikalarının başarılı olamadığını, merkezin doğrudan yönetim konusunda zaaf içinde kaldığını gösteriyor. Dolaylı yoldan yönetimin ise modern olmayan aşiret yapılarıyla yürütüldüğü görülüyor. Merkezi temsil eden görevlilerle nasıl ilişkiye geçilebileceğini bilen ağalar etkilerini rakipleri aleyhine artırabiliyorlar. Devletle ilişkisi olmayan aşiretler ise milliyetçi bir tavır alarak onları işbirlikçi ve hain olarak suçluyorlar. Siyasi partiler de bu bölgelerde seçimi kazanabilmek için toplu oy akışını sağlayan aşiret reisleriyle işbirliği yapıyor. Önemli bir gerçek de jandarmanın ve merkezin temsilcilerinin aşiretler arası çatışmaları uzlaştıracak otorite ve saygınlığa sahip olmayışları. Yasaları uygulama durumundaki otoritenin dayandığı erkin ideolojik çerçevesi ve toplumsal örgütlenme biçimi farklı olup bölgede varolan ideoloji ve toplumsal örgütlenme ise aşiretseldir. Bir tarafta merkezin temsilcilerinin denetimi ve baskısı sonucu yerel otoriteler ortaya çıkamazken, devlet otoritesi kabul görmedi. Böylece çelişkiler ne geleneksel yolla ne de modern şekilde çözülebildi. Kürt hareketinin en yakın destekçisi olan Türk solunun ezilerek güçsüzleştirilmesi ve daha sonra da solda olduğunu iddia eden kesimin bu sorundan uzak bir tavır takınması ayrılıkçı ve milliyetçi eğilimi güçlendirdi. 12 Eylül dönemi 12 Eylül askeri yönetimi Kürt sorununun hiçbir boyutunun ayırdına varamadı, olaya salt askeri baskı, 90 günlük gözaltı süresi ve işkence yöntemiyle yaklaştı, yarayı derinleştirdi. 12 Eylül 1980'den önce sıkıyönetim olmasına rağmen silahlı örgütlerin insafına ve kucağına bırakılan bölge halkı darbeden sonra faturanın kendisine çıkarıldığını gördü. PKK ile bölge halkı arasındaki zora ve çaresizliğe dayalı ilişki halkın üzerine şiddetle gidilerek kesilmeye çalışıldı, PKK'nin ve bu örgütü bölgeyi ve ülkeyi istikrarsızlaştırmak amacıyla kullanmak isteyen dış dinamiklerin işleri kolaylaştırıldı. Askeri yönetim 40 yıl gecikmeyle önüne gelen sorunu, yaptığı tarihi hatalar sonucu içinden çıkılamaz duruma getirdi. Bu dönemde insan yaşamı, onuru, özgürlüğü ve ekonomik kayıplarla ödenen bedel karşılığı sağlanan yapay sessizlik 1984 yılından sonra tekrar bozulmaya başladı, PKK üye sayısını birkaç misli artırarak bölgedeki kontrolü tekrar ele geçirdi. Çünkü 1980-1983 yıllarında askeri yönetimin halk üzerinde estirdiği terör, PKK'nin halkta taban bulmasına neden oldu. Ülkeyi yönetenler, Kürt sorununun teşhis ve çözümünde Kürt halkını temsil eden ve terörü dışlayan aydınları ve önderleri muhatap alıp sorunu özgür bir ortamda tartışacaklarına TSK'yı bu kez daha büyük bir güçle bölgeye gönderdiler. Üstelik bu kez koruculuk, Özel Tim ve JİTEM uygulamaları ve OHAL koşulları ile bölge hukuksuzluğun ve akıldışılığın girdabına sokuldu. Bu kez daha önce ödenen bedelden daha büyük bir bedel ödeme dönemine gelindi. Kayıplar, faili meçhul cinayetler, kurumsallaşmış işkence, sürekli hak ihlallerine uğrayan ve sonunda zorunlu göçe tabi tutulan, korucu olmadığı için baskıya uğrayan, korucu olduğu zaman terör örgütüne hedef olan Kürt insanı. Diğer tarafta ölen, öldüren Türk ve Kürt gençleri, yaşanan ekonomik sıkıntılar. Bu kayıpların sorumlusu Türkiye'yi yönetenlerdir. Zamanında Türkiye'yi yönetenlerin bir özeleştiri yapması, özellikle Meclisin bu konuları araştırması gerekirdi. Sorunlarını demokrasi, hukuk ve ifade özgürlüğü ortamında çözme becerisini gösteremeyen, salt şiddet, baskı ve dayatmayla sorunları çürümeye bırakan Türkiye böylece PKK'nin arkasındaki dış dinamiklerin tuzağına kolayca düştü. Devletin resmi ve gayri resmi kimliğiyle bölgeye 1980'den daha şiddetli bir biçimde geleceği ve bölge halkının birlikte yaşama umut ve arzusunun bu kez kırılacağı düşünüldü. Yitirilen gençler, acılarını yüreklerine gömüp yollara düşen, evleri, köyleri yakılıp yıkılmış insanlar, insansız bir doğa, her iki tarafta çocuklarını yitiren ailelerin trajedisi, yakılan ağıtlar, silahlanmaya ve oluşan savaş sektörüne akan paralar ve bunun sıkıntısını çeken tüm halk. Ancak bölge halkı, iki taraflı şiddet altında kalmasına rağmen birlikte yaşama azim ve iradesinden vazgeçmedi, umudunu yitirmedi. Aslında bu umudu ülke insanlarının tümü yitirmedi. Bu durum tüm engellemelere ve akıldışılıklara rağmen tarihsel birikiminin bilincine erişmiş halkın başarısıdır. Bu bedeli aslında barış isteyen halk ödedi ve ödüyor. Ancak bu gelişmelerle bu coğrafyada çürüyen rejim tüm rejimi çürüttü. Küskün, yoksul, evi ve yaşamı yıkılmış ve kendisine hiçbir seçenek sunulmamış kitlelerin, kentlerin varoşlarında daha katı bir kimlikle patlamaya hazır bombalar gibi kümelenmeleri ve buna karşı geliştirilen ve teşvik edilen milliyetçilikle bağlantılı linç girişimleri bir tehlikenin işaretlerini veriyor. Türkiye yönetimleri akıl almaz bir aymazlıkla sorunun Doğu'dan Batı'ya taşınmasına seyirci kaldılar. Türkiye neden bu kadar silahlanıyor ve borçlanıyordu? ABD'nin çıkarı neydi? Oluşan savaş lobisinin ülke içindeki müttefikleri kimlerdi? Bu kirli savaştan kimler kâr etti? Kırsal bölgeler insansızlaştırılırken göç ettirilen insanlar kentlerin varoşlarında neleri büyütüp besliyordu?Dağda bulunan gençler nasıl indirilecek ve sisteme uyumları nasıl sağlanacaktı? Son şans Silahların sustuğu 1999-2004 yılları arasındaki süreçte barışa giden yolda hiçbir teşebbüste bulunulmadı. Halen Kürt sorunu hakkında hiçbir çözüm üretmeyen, bu sorunu parti içinde tartışarak karara bağlayıp programlarına almayan siyasi partilerin, özellikle de solda olduğunu söyleyenlerin bu tavırları tam bir sorumsuzluktur. Tüm siyasi partilerin Türkiye'nin en devasa sorununun çözümünü öngörüp kendi tabanlarına anlatmaları ve bölgesel kimlik ve kültür farklılıklarından doğan gerilimi, kendi aralarında kuracakları diyalogla uzlaşmaya vardırmaları yaşamsal önemdedir. Yoksa bir grup aydının telkiniyle Başbakan'ın Diyarbakır'da Kürt sorunundan söz etmesinin ya da birkaç saatlik izlenimle DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar'ın dağdakilere ilişkin temennisinin bir yararı bulunmuyor. Bu siyasi liderler samimi iseler öncelikle muhataplarını da karşılarına almalılar. Siyasi partiler şu anda bölgedeki halkı temsil eden DTP, diğer bölge partileri ve sivil kuruluşlar ile temas edip diyalog kurarak, parti içinde programlaştırdıkları kararları halka anlatmak zorundadırlar. DTP de kendi gerçek istemlerini içeren hazırlığını yapmalı. Hatta barış süreci içinde etnik temele dayalı bir parti olan DTP'nin bir kitle partisiyle bütünleşmesi sağlanmalı. Kuşkusuz siyasi partilerin bu soruna uzak kalmalarında askeri vesayet rejiminin önemli bir katkısı var. Askeri darbelerle ve sürekli hale gelen müdahalelerle travma geçiren ve sorumluluk almaktan kaçınan siyaset kadrosunun askeri bürokrasinin sorunu algılayış biçimine karşı direnemeyişi ve hükümetin demokratik siyasi irade gösteremeyişi çözümsüzlüğün önemli bir boyutudur. Nitekim PKK'nin ateşkes ya da eylemsizlik kararına rağmen medyaya yansımayan ancak bölgede yaşayanların anlattığına ve İnsan Hakları Derneği'nin verdiği bilgilere göre bölgede çeşitli yörelerde yoğun ve geniş katılımlı askeri operasyonlar devam ediyor, ölümler, gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar artarak sürüyor. PKK, ABD'nin ve ülke dışı gelişmelerin etkisiyle bu karara varmış olabilir. Ancak bu Türkiye için, barış için, gözyaşı döküp ağıt yakan tüm anneler için bir fırsattır. Türkiye bu fırsatı kullanarak hedefi silahsızlanma ve kalıcı barış olan bir süreci başlatmalıdır. Bu oynanacak olan son tangodur. Türkiye'nin siyasi kadroları, aydınları, yazarları, sanatçıları ve tüm anneleri bu fırsatı kullanamazlarsa yaşanacak çok acı olayların dışında bir daha böyle bir fırsata sahip olamayabiliriz. Çünkü bir dahaki fırsatta her iki tarafta da birarada yaşama iradesi ve duygusu kalmayabilir. Türkiye bu sorunun çözümünü ABD'ye ve askere havale edemez. Türkiye barış sürecini kendi iç dinamikleriyle başlatacaktır. Bu nedenle siyasi partiler ivedilikle başta DTP olmak üzere diğer parti ve kurumlarla diyaloğa girmeli ve seçime kadar programlarında bu sorunun çözümüne ilişkin vaatleri belirlemeliler. Bu gelişme karşılıklı güvenin kurulmasını sağlayacak ve barış sürecinin başlaması için uygun bir niyeti gösterecektir.