17 Eylül 2006Necmiye Alpay
Kürt sorunu, bir yönüyle de açık konuşamama sorunu. Bunu söylerken elbette düşmanca, saldırganca ya da hiçbir barış perspektifi gözetmeyen söylemleri kastetmiyorum; o tür söylemlerin sahipleri için, konuşamamanın herhangi bir türü söz konusu değil. Onlar bu toplumun en zayıf yerini habire kanırtanlardır. Konuşamama sorunu genel olarak Kürtler ve onları anlamaya çalışanlar için geçerli. Geçen kış çeşitli televizyon kanallarının programlarında Kürt sorunu uzun uzun tartışma konusu edildi. Bu programlara az çok temsilci konumunda sayılan Kürtler ve "kanaat önderleri" de katıldı. Gelgelelim, estirilen tuhaf özgürlük havası içinde, katılımcıların konuşmalarında bir bulanıklık vardı hep. Program yöneticileri, katılımcılara tam bir özgürlük sunuyor görünümündeydi ama, tartışmaları genellikle birer sorgu seansı olarak yürütmeyi de başarıyorlardı. Konuşamayanların üzerinde ise hem bunun hem de birikmiş baskıların etkisi hissediliyordu. Konuşamama durumunun birikmiş baskılardan başka nedenleri de var. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, devrimci, sosyalist ya da özgürlükçü muhalif kesimin Kürt sorununu konuşmamak gibi bir tavrı, bir tür örtülü ortak kararı vardı. Bugün de bazı kesimlerce sürdürülen bir tavır. Bilerek seçilmiş, en azından bütünüyle istemli olduğu düşünülen bir tavırdı o. Şu an sözünü etmekte olduğum açık konuşamama durumundan farklıydı. Sol muhalefet o tavrına son vereli epey oldu. Ama o dönemin, konuşmama döneminin, daha sonra ortaya çıkan ve hâlâ büyük ölçüde geçerli olan duruma, konuşulamamasına katkısı olduğu fikrindeyim: Söylenecekler yeterince konuşulmadıysa, yazılmadıysa, yeterince düşünülememiş demektir aynı zamanda. Sonuçta hüküm süren durum kısmen istemli, ama büyük bölümüyle istemdışı ve çok daha genel bir olgu. Yalnızca televizyon konuşmalarında değil, yazılarda, ortak imzalı çağrılarda, panel ve konferanslarda da geçerli. Ortak imzalı çağrılara genel ve soyut bir söylemin egemen olmasında, ortaklaşma ihtiyacının da payı var. Çözüm için hangi önlemlerin istendiği ortaya dökülse, ortak bir söz söyleme olanağı azalacak, herkes ben buna yokum diyecek bir madde bulacaktır. Ama taleplerin somutlaştırıl(a)mamasında, uzun sürmüş baskı ve istemli susma dönemlerinin belirleyici olup olmadığı düşünmeye değer.
13 Eylül tarihli imza metni Gelgelelim, asgari müşterektir, olabildiğince geniş bir çevreyi katmaktır derken ortaya çıkan metinler birer konuşamama metni oluyor sonuçta. "Karnından konuşmak" deyimiyle de bunun kastedildiğini sanıyorum. Sonuncu örnek, 13 Eylül tarihli ortak bildiridir. Bu metinde somut, bulanık olmayan, tek bir talep ve çağrı var: "PKK silahlı eylemlere önkoşulsuz olarak derhal son vermeli." Bunun dışındaki çağrıların tümü soyut. Şöyle: "... askerlerimizin, gençlerimizin, çocuklarımızın öldürülmesine... herkes için barış, herkes için adalet... şiddetle çözülemediği görülen sorunları barışçı yollarla çözmek... her türlü şiddet... sorunların barışçıl ve demokratik yollardan çözümü... Herkesin demokratik toplumsal, siyasal yaşama katılabilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için... devletin tüm kurumlarının da gerekli yasal düzenlemeleri ve projeleri vakit geçirmeksizin gerçekleştirmesini..." Bu sözler konuşamama durumu dediğim şeyin en tipik örneklerinden. Her birinin bugünkü toplumsal ve siyasal kesimler içinde en az iki farklı yorumu bulunuyor. Şiddet dediğinizde bir kesimin aklına yalnızca PKK geliyor, bir başka kesimin aklına ise hem PKK hem devlet. "Demokratik çözüm", "gerekli yasal düzenlemeler" vb. dediğinizde bir kesim Kürt varlığının yasalarda anılmasını anlıyor, bir kesim ise Kürtlerin şimdiki gibi yaşamasını ("daha ne istiyorlar ki?"). Başka bir deyişle, ortak bir dile ait değil bu sözler. Dolayısıyla, bulanıklar. Bulanıklığı az çok giderecek bir anahtar olarak, Taha Parla'nın 10.9.2006 tarihli Radikal İki'de yayımlanan yazısında kurulan iki bağıntıya başvurulabilir. Taha Parla bu yazısında, "şiddet yöntemi" ile "askeri çözüm"ü, "müzakere" ile de "politik çözüm"ü bağıntılandırıyor. Yazıdan çıkan fikir, bunlardan birincisini ikincisinin önüne geçirmemek gerektiğidir; şiddet değil, müzakere. Demokratik Toplum Partisi (DTP) bir süredir sözünü az çok netleştirdi. İlkbahara girerken, 10 Mart tarihli bir bildiriyle, Kürt kimliğinin tanınması, "Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Kürtçenin Türkçe ile birlikte resmi dil statüsüne kavuşturulması", temsil hakkı ve siyasal af gibi belirli talepler ileri sürmüştü. Devlet bunların konuşulması yönünde adım atarsa "akan kanın durabileceği"ni söylüyor DTP. Bir yandan da PKK'ya ateşkes çağrısında bulunuyor.
Bir yenilik: Veysi Sarısözen'in yazısı Ama Kürt sorununda bugüne değin okuduğum en açık konuşan metin, Veysi Sarısözen'in 12.9.2006 tarihli Gündem gazetesindeki yazısı oldu. Yazının bütünü internetten bulunup okunabilir: http://www.gundemimiz.com/haber.asp?HaberId=18694 Bu yazıda Kürt sorununa dolaysız olarak bir savaş mantığı içinde bakılıyor ve böyle bakıldığında nasıl bir çözümün kendini dayattığı ortaya konuluyor. Böylelikle, hem ilkeye hem de güncel gerçekliğe dayalı bir şema, tam bir düşünme ve tartışma malzemesi çıkmış oluyor ortaya. Kişisel olarak, Sarısözen'in bu çok açık konuşan yazısındaki çerçevede katılmadığım başlıca nokta şu ifadede toplanıyor: "Merkezi devlete karşı amaçlarına silahlı yoldan ulaşmak zorunda bırakılmış olanların..." Ben burada sözü edilen zorunluluğa inanmıyorum. O yöne zorlanma vardır, evet, bu fazlasıyla açık ama zorunda olmak değil. Silahlı yol, fiilen üniformalı ya da üniformasız insan öldürmek ya da ölümle tehdit ederek kendi istemini dayatmak anlamına geliyor. Kürt sorununda bu yol, öteden beri devletin seçtiği yoldur. Böylece nesnel olarak Kürtler de aynı yola zorlanmış oldu ama bence Kürtlerin ve onları anlamaya çalışan bizlerin yolu bu değil, "yargılayalım, asmayalım, besleyelim" yolu olmalıdır. Hem kendimize hem de devlete yönelik olarak. Kimdi unuttum, PKK'nın verdiği mücadele olmasa Kürt varlığının bizim ülkemizde bugün gördüğü kadar bile kabul görmesi zordu, demişti. Ama ben aynı yolun "sivil" olarak (belki yine ölerek, ama öldürmeden) alınabileceğine ve hiç değilse bundan sonrasının öyle olması gerektiğine inanıyorum. Öte yandan, siyasal af çağrısına katılıyorum. Silahlı "çözüm"e istediğiniz kadar karşı olun, verili bir gerçeklik olarak şu an dağda silahlı yurttaşlar var ve belli ki devlet bu yurttaşların önüne şu iki seçeneği koyuyor: Ya pişmanlık beyanında bulun ya da ben seni öldüreceğim. Bunun anlamı, 'ya öl ya da onurundan vazgeç'tir. Bu bence işkencenin belli bir biçimidir; hiçbir insana yapılmaması gereken bir muamele. Dolayısıyla, af önerisi gerçekte elde silah dolaşanlar konusunda geçerli olabilecek tek yöntem. Herkesin, istemese bile akla yakın bulabileceği bir af düzenlenebilir. Kısacası, DTP'nin açıkladığı taleplere kulak verilmeli. DTP bütün Kürtleri ve onları anlamaya çalışanları temsil etmiyor elbette. Ama öne sürdüğü talepler, çözümün, toplum olmanın en savunulabilir, en azından tartışılabilir, yoluna işaret ediyor. Bir de, konuşamama döneminden çıkılmakta olduğuna.