İklim Adaleti mücadelesinin önde gelen isimlerinden, 350.org'un kurucusu, yazar ve aktivist Bill McKibben'ın geçtiğimiz günlerde Rolling Stones dergisinde ve commondreams.org'da yayınlanan yazısını Mahir Ilgaz Türkçe'ye çevirdi. Yazının Türkçe çevirisi ilk olarak Yeşil Gazete'de yayınlandı. Biz de bu önemli yazıyı sitemize aktardık:
Eğer Colorado’daki dev yangınların fotoğrafları veya klimanızın sebep olduğu elektrik faturanız hâlâ sizi ikna etmeye yetmediyse, iklim değişikliği ile ilgili bazı sindirimi zor sayılara buyrun: Haziran ayında ABD’de 3215 ayrı yüksek sıcaklık rekoru kırıldı veya egale edildi. Haziran, kuzey yarımküre için kayıtlardaki en sıcak Mayıs ayının hemen ardından ve tüm gezegen için 20. yüzyıl ortalamasının aşıldığı birbirini takip eden 327. ay olarak kayda geçti, ki bunun şansa olma ihtimali 3.7 x 1099, yani evrendeki tüm yıldızların toplam sayısının hayli üzerinde.
Meteorologlar, bu baharın ulusumuz için en sıcak bahar olduğunu belirttiler. Hatta, “kayıtlardaki mevsim ortalamalarından en fazla sapma yaşanan mevsim” olarak eski rekor ezildi. Aynı hafta Suudi Arabistanlı yetkililer Mekke’de 42.8 derecelik sıcaklığa rağmen yağmur yağdığı haberini geçtiler, gezegenin tarihindeki en sıcak yağış.
Tüm bunlar liderlerimizin pek dikkatini çekemedi ama. Geçtiğimiz ay, 1992’deki çevre zirvesinin 20. yılı için yapılan tekrarda bir araya gelen dünya ulusları hiçbir şey başaramadılar. 20 yıl önceki zirve için Rio’ya giden George H.W. Bush’un aksine, Barack Obama katılmadı bile. Britanyalı gazeteci George Monbiot’nun sözleriyle “20 yıl öncesinin kıvançlı ve kendine cüretli toplantısının hayaleti gibiydi”, kimse fazla umursamadı, adımlar “bir zamanlar yığınların izdihamıyla dolu olan” boş koridorlarda ayak sesleri yankılanıyordu. 1989’da sıradan okuyucu için iklim değişikliği hakkında yazılmış ilk kitaplardan birini yazdığım için ve o tarihten beri bu ısınmayı yavaşlatmak için etkisizce çaba gösterdiğim için kendinden emin bir şekilde mücadeleyi fena ve hızlı bir şekilde kaybetmekte olduğumuzu söyleyebilirim. Kaybediyoruz çünkü her şeyden önce insan medeniyetinin içinde olduğu tehlikeyi inkar etmeye devam ediyoruz.
Küresel ısınma hakkında düşünmeye tenezzül ettiğimizde dahi savlarımız ideolojik, teolojik ve ekonomik oluyor. Ancak, içinde olduğumuz açmazın ciddiyetini kavrayabilmek için sadece biraz matematiğe ihtiyacımız var. Yaklaşık bir senedir, ilk olarak Birleşik Krallık’taki mali analistler tarafından yayımlanan kavraması kolay ve çarpıcı bir aritmetik analiz, henüz geniş kamuoyuna yansımasa da, çevre konferansları ve dergilerinde boy gösteriyor. Bu analiz iklim değişikliği hakkındaki alışılagelmiş siyasi düşüncenin büyük kısmını altüst ediyor ve üç basit sayıya ilişkin tehlikeli – nihai kertede hâlâ umut olmasına rağmen neredeyse umutsuz – durumumuzu anlamamıza imkân sağlıyor.
İlk Sayı: 2° Derece
Eğer film Hollywood tarzı bitseydi, 2009’daki Kopenhag iklim konferansı iklim değişikliğini yavaşlatmak için verilen küresel mücadelenin doruk noktası olacaktı. Dünya ülkeleri önde gelen bir iklim iktisatçısı, Sir Nicholas Stern’in deyişiyle, “neyin tehlikede olduğu göz önüne alındığında, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gerçekleştirilen en önemli toplantı”da Aralık kasveti içinde Danimarka’da bir araya gelmişti. O dönem Danimarka enerji bakanı olan ve konferansa başkanlık eden Connie Hedegaard şöyle özetliyordu: “Elimizdeki tek fırsat bu. Bunu heba edersek, yeni ve daha iyi bir fırsat elde etmemiz yıllar sürebilir. Eğer başka bir fırsat olursa tabii.”
Elbette ki bu fırsatı kaçırdık. Kopenhag nefes kesici bir başarısızlıkla sonlandı. Birlikte küresel karbon salımlarının %40’ından sorumlu olan ABD ve Çin dramatik indirimlere gitmeye hazır değildi, dolayısıyla konferans, son gün dünya liderlerinin gelmesine kadar, iki hafta boyunca amaçsızca süründü. Kayda değer kargaşa içinde, Başkan Obama kimseyi kandırmayan “Kopenhag Mutabakatı”nın yazılması için öncülük etti. Tamamen gönüllülük esasına dayanan mutabakat kimseye herhangi bir taahhüt getirmiyordu. Devletler karbon salımlarını azaltma niyeti açıklasa bile herhangi bir uygulama mekanizması öngörülmemişti. Öfkeli bir Greenpeace yetkilisi “Kopenhag, bu akşam bir suç mahali” diyor ve ekliyordu: “suçlular havalimanına kaçıyor”. Manşetler aynı acımasızlıktaydı: “KOPENHAG: ZAMANIMIZIN MÜNİH’İ Mİ?”[1] diye soruyordu biri.
Mutabakatta yine de önemli bir sayı yer alıyordu. Birinci paragrafta “küresel sıcaklıklardaki artışın 2 santigrat derece altında kalması gerektiği üzerine bilimsel görüş” resmi olarak tanınıyordu. Bir sonraki paragrafta ise “küresel derecedeki artışın 2 santigrat derecenin altında tutulması için küresel salımlarda derin kesintilere gidilmesi konusunda hemfikiriz” ifadesi yer alıyordu. Mutabakat 2 derece konusunda ısrarcı olarak 2009’da sözüm ona Büyük Ekonomiler Forumu, G8 tarafından onaylanan pozisyona sadık kalıyordu. Basmakalıp bilgiyse, işte basmakalıp bilgi. Bu sayı, ilk olarak dönemin Almanya çevre bakanı, şimdiyse aynı ulusun merkez sağ Şansölyesi Angela Merkel tarafından yönetilen 1995’deki bir iklim zirvesinde öne çıkmıştı.
Bağlam: Şu ana kadar gezegenin ortalama ısısını yaklaşık 0.8 santigrat artırdık ve bu artış bilim insanlarının tahminlerinin çok ötesinde tahribata yol açtı (Kutuplardaki yaz buzullarının üçte bir yok oldu, okyanuslar yüzde otuz daha asitli ve sıcak hava soğuk havaya oranla daha fazla su buharı tuttuğundan dolayı okyanusların üzerindeki atmosfer şok edici bir şekilde yüzde beş daha nemli ve bu da yıkıcı sellerin oluşması için gerekli ortamı hazırlıyor). Tüm bu etkiler göz önüne alındığında, artık birçok bilim insanı iki derecenin çok hafif bir hedef olduğu görüşünü benimsiyor. Fırtınalar konusunda dünyanın başlıca uzmanlarından MIT’den Kerry Emanuel’e göre “Bir derecenin üzerindeki herhangi bir hedef kumar demek” ayrıca “sıcaklık arttıkça bahisler iyice zorlaşıyor”. Bir dönem Dünya Bankası’nın baş biyoçeşitlilik danışmanı olan Thomas Lovejoy işe durumu şöyle ifade ediyor: “0.8 derecede bugün yaşadıklarımızı yaşıyorsak, 2 derece basitçe çok fazla”. Gezegenin en önde gelen iklim bilimcisi, NASA’dan James Hansen ise daha da açık: “Uluslararası müzakerelerde üzerinde konuşulan 2 derecelik ısınma hedefi aslında uzun vadeli felaket reçetesi anlamına geliyor”. Kopenhag zirvesinde küçük ada devletleri adına konuşan bir sözcü bu ülkelerin birçoğunun 2 derecelik bir sıcaklık artışını kaldıramayacağı uyarısını yapmıştı: “Bazı ülkeler ortadan kaybolacak”. Aynı zirvede, gelişmekte olan ülkelerin temsilcileri, 2 derecenin kuraklıkla boğuşan Afrika için bir “intihar ahdi” anlamına geleceği konusunda uyarıldıklarında birçoğu “”Bir derece, bir Afrika” diye bağırmaya başlamıştı.
Bunun gibi son derece sağlam şüphelere rağmen siyasi gerçekçilik bilimsel verilerin üstesinden geldi ve dünya 2 derece hedefi üzerinde anlaştı. Hatta iklim değişikliği konusunda dünyanın üzerinde anlaştığı tek şeyin bu olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız. Kıssadan hisse, dünyanın karbon salımlarının yüzde 87’sinden fazlasından sorumlu toplam 167 ülke iki derece hedefini kabul eden Kopenhag Mutabakatını imzaladı. Sadece birkaç düzine ülke anlaşmayı reddetti, gelirinin büyük kısmını petrol ve gaz ithalatından kazanan Kuveyt, Nikaragua, Venezüella ve hatta Birleşik Arap Emirlikleri bile mutabakatı imzaladı. Hâlihazırda Dünya gezegeninin resmi konumu, sıcaklığı 2 dereceden fazla artıramayacağımız şeklinde. En düşük ortak paydaların en düşüğü. 2 derece.
İkinci Sayı: 565 Gigaton
Bilim insanlarının tahminlerine göre, yüzyıl ortasına kadar, insanlar, 2 derecenin altında kalmak için makul bir umut taşıyarak atmosfere fazladan 565 gigaton karbon dioksit pompalayabilirler (Bu durumda “makul” beşte dört ihtimal anlamına veya bir altıpatlarla Rus ruleti oynamaktan az kötü ihtimale denk geliyor).
Bu küresel “karbon bütçesi” fikri yaklaşık on yıl önce, bilim insanları güvenli bir şekilde daha ne kadar petrol, kömür ve gaz yakılabileceğini hesaplamaya başladığında ortaya çıktı. Dünyanın sıcaklığını şu ana kadar 0.8 derece artırdığımız için ilk bakışta hedefe yarıdan az bir oranda yaklaştık. Ancak bilgisayar modellerinin hesaplamalarına göre aslında CO2 artışını şu an durdursak dahi, daha önceden saldığımız karbon atmosferi ısıtmaya devam edeceği için sıcaklık fazladan bir 0.8 derece daha artacak. Bu ise iki derece hedefine dörtte üç oranında yaklaştığımız anlamına geliyor.
Bu sayılar ne kadar doğru? Kimse tam olarak kesin olduklarını iddia etmiyor ancak, çok az kişi genellikle doğru olduklarına karşı çıkıyor. 565 gigatonluk rakam, geçtiğimiz on yıllar içinde tüm dünyadan iklimbilimciler tarafından oluşturulan en gelişmiş bilgisayar benzetim modellerinden birinden elde edildi. İklim Değişikliği Üzerine Uluslararası Panel’in (IPCC) bir sonraki raporunu hazırlama çalışmaları dâhilinde oluşturulan en son iklim benzetim modelleri tarafından da doğrulandı. Atmosfer Araştırmaları Üzerine Ulusal Merkez’den Avustralyalı iklimbilimci Tom Wigley “Sayılar geldikçe bakıyoruz da hemen hiçbir şey değişmemiş” diyor. “Veri setinde eskiden 20 model varken şimdi 40 civarında model var; ancak, sayılar henüz hemen hemen aynı. Geçtiğimiz on yılda fazla bir şey değiştiğini düşünmüyorum, Sadece, ince ayar yapıyoruz” diye ekliyor. Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuarı’ndan William Collins de meslektaşına katılıyor: “Bu yeni tur benzetimlerin sonuçları oldukça yakın olacak. İklim sistemi üzerine elde ettiğimiz yeni bilgilerden bize bir şey düşmeyecek”.
Dünya ekonomilerinden de medet yok. Mali krizin zirvesine çıktığımız 2009 yılındaki bir yıllık ara dışında her yıl atmosfere rekor oranda karbon salmaya devam ettik. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) Mayıs sonunda yayımladığı yeni rakamlara göre geçen yıl CO2 salımları bir önceki yıla oranla yüzde 3.2’lik bir artışla 31.6 gigatona çıktı. ABD’de kış ılık geçtiği ve kömürlü termik santrallerin bir kısmı doğalgaza dönüştürüldüğü için salımlar bir miktar düştü; Çin büyümeye devam etti, dolayısıyla karbon salımı (ki yakınlarda ABD toplam rakamını geçmişti) yüzde 9.3 arttı; Japonlar Fukushima sonrası nükleer santrallerini kapattılar, bunun bir sonucu olarak salımları yüzde 2.4 arttı. İngiltere’deki Tyndall İklim Değişikliği Araştırmaları Merkezi’nin başı Corinne Le Quéré, “Daha fazla yenilenebilir enerji kullanmak ve enerji verimliliğini artırmak için çabalar var. Ancak, artan sayılar gösteriyor ki bu çabaların etkileri marjinal kaldı” diye durumu ifade ediyor. Aslında, araştırma üstüne araştırma, karbon salımlarının yılda yüzde üç civarında büyüyeceğini ve bu devam ederse bugünün anaokulu öğrencilerinin liseden mezun olacağı 16 yıl içinde 565 gigatonluk hakkımızı tüketeceğimizi ortaya koyuyor.
IEA’nın baş ekonomisti Fatih Birol “Yeni veriler 2 derece hedefinin tutturulması ihtimalinin giderek azaldığına ilişkin yeni kanıtlar ortaya koyuyor” diyor ve hatta ekliyor “Bu verilere baktığımda eğilimin 6 derecelik bir artış ile birebir örtüştüğünü görüyorum.” Bu bilim kurgudan fırlama bir gezegen anlamına gelir.
Yeni veriler elde, Rio konferansına katılan herkes bizi tekrar iki derece hedefi yoluna sokacak alışılageldik uluslararası çaba çağrısını törensel bir şekilde yeniledi. Maskaralık Kasım’da Katar’da yapılacak bir sonraki BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nda (COP) devam edecek. Katar’daki 18. COP olacak, birincisi 1995’de Berlin’e yapılmıştı ve o tarihten beri süreç temelde hiçbir başarıya ulaşamadı. Normalde fikirlerini ifade etmekte tereddüt etmeleriyle bilinen bilim insanları bile sadece veri sağlamaya yönelik doğal tercihlerini aşmaya başladılar. William Collins acı bir kahkahayla “Mesaj 30 senedir net ve bizim kanıtları detaylı bir şekilde sunmak için elimizde gerekli tüm imkânlar ve bilgisayar gücü mevcut. Mevcut yolda ilerleyeceksek eğer bu bilim dünyasının sunduğu kanıtların bütünlüklü bir değerlendirmesi yapılarak sürdürülmeli” dedikten sonra duraklıyor ve birden sözlerinin kaydedildiğini hatırlayarak ekliyor “Kanıtların daha bütünlüklü bir değerlendirmesi demeliyim elbette”.
Ancak, şimdiye kadar bu çağrıların hemen hiçbir etkisi olmadı. Çeyrek yüzyıldır bulunduğumuz yerdeyiz: Bilimsel uyarıyı takip eden siyasi atalet. Kayıt dışı konuşan bilim insanları arasındaysa durumdan tiksinti duyan bir açık sözlülük hâkim. Kıdemli bir bilim insanı şu örneği veriyor “Hani bu yeni sigara paketleri var ya? Hükümetlerin gırtlaklarında delik olan insanların resimlerinin üzerine basılmasına zorladığı hani? Benzin pompalarında benzer bir şey olmalı”.
Üçüncü Sayı: 2,795 Gigaton
Geçtiğimiz yaz Londra merkezli bir mali analist ve çevreci grubu olan Carbon Tracker Initiative tarafından hazırlanan ve yatırımcıları iklim değişikliğinin portföyleri için oluşturduğu potansiyel riskler konusunda bilgilendirmeyi amaçlayan bir raporda altı çizilen bu sayı ise en korkutucu olanı ve içinde bulunduğumuz ikilemin siyasi ve bilimsel boyutlarını ilk defa bir araya getiriyor. Sayı, fosil yakıt şirketlerine ve fosil yakıt şirketi gibi davranan ülkelere (Kuveyt veya Venezüella aklınıza gelsin) ait kömür, petrol ve gaz görünür rezervlerindeki karbon miktarını temsil ediyor. Kısaca, halen yakmayı planladığımız fosil yakıtlar anlamına geliyor. Buradaki anahtar nokta ise bu yeni sayının yani 2795'in 565’den büyük olması. Beş kat daha büyük.
Eskinden muhasebe devi PricewaterhouseCoopers’a danışmanlık yapmış bir çevreci olan James Leaton tarafından yönetilen Carbon Tracker Initiative, dünyanın büyük enerji şirketlerinin rezervlerinde ne kadar petrol, gaz ve kömür olduğunu bulmak için hissedar veritabanlarını inceledi. Ortaya çıkan sayılar mükemmel sayılmaz – araştırma kaya gazı gibi sıra dışı enerji kaynaklarındaki artışı tam olarak kapsamıyor veya kömür rezervleri, petrol ve doğalgaza göre çok daha serbest raporlama tekniklerine tabi olduğu için bu rezervleri tam olarak gösteremiyor. Yine de en büyük şirketler için sayılar neredeyse tam: Örneğin Rus Lukoil veya Amerikan ExxonMobil’in stoklarındaki her şeyi yaktığınızda atmosfere 40’ar gigatonluk karbon dioksit salınıyor.
İşte tam da bu nedenle 2795 gigaton sayısı bu derece önemli. İki santigrat dereceyi trafiğe çıkabileceğiniz yasal alkol limiti gibi düşünün – örneğin 50 promillik limit gibi. 565 gigaton 50 promilin altında kalarak tüketebileceğiniz alkolü temsil ediyor, gecede iki bira mesela[2]. O halde 2795 gigaton ne? Bu, fosil yakıt sektörünün açık ve içilmeye hazır olarak masaya koyduğu 10 bira şişesi işte.
Şu anda iklimbilimcilerin güvenli addettiği miktarın beş katı görünür petrol, kömür ve doğalgaz rezervi var. Kötü kaderimizi engellemek için bu miktarın yüzde 80’ini yer altında kilitli tutmak zorundayız. Bu sayılardan haberdar olmadan önce bu kader sadece muhtemeldi. Şimdiyse, çok büyük bir müdahale olmazsa, neredeyse kaçınılmaz.
Evet, bu kömür ve petrol teknik olarak hala yerin altında. Ancak, ekonomik olarak şimdiden çıkarılmış gibi muamele görüyor. Hisse değerleri hesaplanırken kayda alınıyor, şirketler bunları göstererek teminat veriyorlar, devletler bu varlıklardan olacak dönüşü hesaplayarak bütçe yapıyorlar. Büyük fosil yakıt şirketlerinin neden karbon dioksitin denetim altına alınmasını engellemek için bu kadar canla başla mücadele ettiği daha net anlaşılıyor. Bu rezervler, şirketlerin onlara değer bahşeden birincil varlıkları. Bu nedenle Kanada’daki katran kumullarından petrol çıkarmaya uğraşıyorlar, denizin kilometrelerce dibine kuyular kazmaya çalışıyorlar veya kayaları patlatarak arasında sıkışmış gazı çıkarmak istiyorlar.
Exxon veya Lukoil’e iklimi mahvetmemek için rezervlerini çıkaramayacakları tebliğ edilse bu şirketlerin değeri çakılırdı. Eski bir JP Morgan yöneticisi olan ve şimdi Capital Institute’u yöneten John Fullerton’un hesaplarına göre bugünün piyasa değerleri temel alındığında görünür rezervlerdeki bu 2795 gigaton karbonun değeri yaklaşık 27 trilyon dolar. Yani, bilim insanlarını dinleyip bu rezervlerin yüzde 80’ini yer altında tutsanız, yaklaşık 20 trilyon dolar değerinde varlığın üzerini çiziyorsunuz demek. Elbette ki bu değerler üç aşağı beş yukarı oynayabilir, ama karbon balonu emlak balonunu minik gösteriyor. Balon patlamayabilir, tüm bu rezervleri yakabiliriz ve yatırımcılar mutlu mesut devam ederler. Ancak, bunu yaparsak gezegen yok olur. Sağlıklı bir fosil yakıt şirketi bilançonuz veya nispeten sağlıklı bir gezegeniniz olabilir. Fakat şimdi bize sayıların da gösterdiği gibi ikisi aynı anda olamaz. Kendiniz hesaplayın: 2795, 565’in beş katı. Gerisi hikâye.
Başta da söylediğim gibi şimdiye kadar küresel ısınmayı durdurmaya yönelik çevreci çabalar başarısız oldu. Gezegenin karbon dioksit salımları, özellikle gelişmekte olan ülkeler Batı’nın sanayisini taklit ettikçe (ve yerini aldıkça), yükselmeye devam ediyor. Zengin ülkelerde bile salımlardaki küçük düşüşler, yukarıdaki üç sayının dayatmasını kırmak için gerekli statüko kırıcı atılımların umudu olamıyor. Almanya, enerji kaynaklarını değiştirmek için ciddi gayret gösteren ender büyük ülkelerden biri. Mayıs sonunda güneşli bir Cumartesi günü, bu kuzey ülkesi neredeyse kullandığı elektriğin yarısını kendi sınırları içindeki güneş panellerinden elde etti. Bu küçük bir mucize sayılır ve sorunlarımızı çözmek için gerekli teknolojiye sahip olduğumuzu ortaya koyuyor. Fakat irademiz eksik. Almanya bir istisna; kaide ise hep daha fazla karbon.
Bu başarısızlık şeceresi hangi stratejilerin işe yaramadığı konusunda epey bilgimiz olduğu anlamına geliyor. Yeşil gruplar, bireysel yaşam tarzlarını değiştirmek için çok vakit harcadılar: artık bir ikon haline gelen eğri büğrü tasarruflu ampulü milyonlar kullanıyor; ancak, elektrik emen yeni nesil televizyonları da milyonlar kullanıyor. Çoğumuz yeşil bir yaşam sürme konusunda temelde ikircikliyiz: Sıcak yerlere ucuz uçak biletlerini seviyoruz ve başkaları vazgeçmediği sürece bizim de bunlardan vazgeçmeye niyetimiz yok. Hepimiz bir şekilde ucuz fosil yakıttan fayda sağladığımız için iklim değişikliğiyle mücadele etmek kendinle mücadele etmek gibi oluyor. Sanki eşcinsel hakları mücadelesinin sadece evanjelist vaizlerden veya köleliğe karşı mücadelenin köle sahiplerinden oluşması gibi.
İnsanlar ki bu doğru, hayatlarındaki bireysel değişikliklerin CO2’nin atmosferde artmasıyla ilgili belirleyici bir etkisi olmadığını algılıyorlar. 2010 yılında ABD’de yapılan bir anket geri dönüşümün yaygın olduğunu ve ankete katılanların yüzde 73’ünün kâğıt tasarrufu yapmak amacıyla faturalarını internet üzerinden ödediğini ortaya koydu. Ancak, “sadece yüzde dörtlük bir kesim elektrik ve su kullanımını azaltmış ve sadece yüzde üç hibrid araçlara geçmişti”. Önümüzde yüz yıl olsa muhtemelen hayat tarzlarını gerçekten işe yarayacak kadar değiştirmek mümkün olabilirdi fakat sorun tam da bu. Zamanımız yok.
Daha etkin bir yöntem elbette ki siyasi sistem içinden çalışmak olurdu; çevreciler yine sınırlı kazanımlar ile bunu da denedi. Uyarılarının kaale alınacağı ve içinde olduğumuz tehlike konusunda ikna olacakları umuduyla sabırla siyasetçiler nezdinde lobi çalışmaları yürüttüler. Bu yöntem bazen işe yarar gibi de göründü. Örneğin, Barack Obama kendinden önceki tüm başkanlara kıyasla iklim değişikliği meselesini seçim kampanyası içine daha fazla dâhil etti. Demokrat Parti’den Başkan adaylığı kesinleştiği gece destekçilerine, seçilmesinin “okyanusların yükselmesinin yavaşlayacağı ve gezegenin iyileşmeye başlayacağı” an olacağını söyledi. Hatta bir önemli değişimi de başardı: otomobiller için uyulması zorunlu yakıt verimliliğinde artış. Çeyrek yüzyıl önce atılsa çok büyük önemi olacak bu adım şimdi anlattığım sayıların yanında ne yazık ki çok küçük bir başlangıç olarak kalıyor.
Bu noktada etkili adım fosil yakıt endüstrisinin yakmak istediği karbonun büyük bölümünü güvenli bir şekilde yer altında tutmaktan geçiyor, bu karbonun yanma hızında küçük değişikliklere gitmekten değil. Ayrıca Başkan, hala yankılanan “del, bebeğim, del”[3] çığlıklarının etkisinde kalmış olacak, kaya gazı ve madencilik faaliyetlerine yüklenmeye de devam ediyor. Obama yönetiminin İçişleri Bakanı daha yakınlarda Wyoming’deki Powder Nehri Havzasının önemli bir bölümünü kömür çıkarma faaliyetlerine açtı. Havzada toplam 67.5 gigaton karbon (veya güvenli bir şekilde yakılabilecek karbon kotasının yüzde onundan fazlası) değerinde kömür bulunduğu tahmin ediliyor. Mart ayındaki bir konuşmasında ifade ettiği gibi kutuplarda ve derin denizlerde petrol arama çalışmaları için de aynısını yapıyor: “Delebildiğimiz her yeri deleceğimize dair size söz veririm… Bu benim taahhüdüm”. Obama ertesi gün, Cushing, Oklahoma’da güneş ve rüzgâr enerjisi üzerine çalışma sözü verirken aynı zamanda fosil yakıt geliştirilmesi sürecinden de bahsediyordu: “Burada, kendi evimizde, daha fazla petrol ve doğalgaz üretilmesi her zaman ‘yukarıdakilerin hepsi’ enerji stratejimizin bir parçası olmuştur ve olmaya devam edecektir”. Bu görünen rezervlerdeki 2795 gigatonluk stokla da yetinmeyip buna daha da fazla eklemek için çaba göstermek demek.
Bazen ironi Borat ölçeğine çıkıyor: Haziran başında Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, iklim değişikliğinin yarattığı artan hasarı birinci elden görmek amacıyla bir Norveç araştırma gemisi üzerinde kısa bir seyahat gerçekleştirdikten ve gördüklerini “iç karartıcı” olarak niteledikten sonra şöyle konuşuyordu: “Küresel ısınmanın kutupları üzerindeki etkilerine dair öngörüler bugün elimizdeki verilerin gerisinde kalıyor”. Ancak, Dışişleri Bakanı’nın İskandinavya’ya asıl seyahat nedeni diğer kutup dairesine komşu ülkelerin dışişleri bakanları ile bir araya gelmek ve Batı devletlerinin kutuplar eridikçe ortaya çıkacak 9 trilyon değerindeki petrolden (90 milyar varil veya 37 gigaton karbon) payını almasını sağlamaktı. Geçtiğimiz ay Obama yönetimi Shell’e kuzey kutbunda petrol aramak için delme izni vereceğini açıkladı.
Hidrokarbon rezervleri olan her ülke aynı ikileme düşüyor. Diplomatik geleneğiyle tanınan liberal bir demokrasi olarak Kanada’nın, 2012 yılına kadar karbon salımlarını ciddi şekilde azaltmasını gerektiren, Kyoto Protokolü’nü imzalaması şaşırtıcı karşılanmamalı. Ancak, petrolün fiyatı artınca Alberta eyaletinin katran kumulları birden çekici hale geliverdi. NASA iklimbilimcisi James Hansen’in Mayıs ayında söylediği gibi katran kumullarında 240 gigatona kadar karbon (veya 565 gigatonluk kotamızın neredeyse yarısı) bulunuyor ve bu da Kanada’nın Kyoto altındaki taahhütlerini anlamsız kılıyor. Geçtiğimiz Aralık ayında Kanada hükümeti taahhütlerini yerine getirmediği için cezalarla karşılaşmadan önce Kyoto’dan imzasını geri çekti.
Bu ikiyüzlülük ideolojik yelpazenin her tarafında aynı şekilde tezahür ediyor: Kopenhag zirvesi sırasında yaptığı konuşmada Rosa Luxemburg, Jean-Jacques Rousseau ve Mesih İsa’dan alıntılar yapan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, iklim değişikliğinin bu yüzyılın en yıkıcı çevre sorunu olduğunun altını çizdi. Aradan çok geçmemişti ki baharda, Venezüella devlet petrol şirketiyle uluslararası bir şirketler birliği arasında Orinoco katran kumullarının işlenmesi üzerine bir anlaşma imzaladı. Orinoco rezervleri Alberta’dan da büyük; birlikte 565 gigatonluk limiti tamamen dolduruyorlar.
İklim değişikliği ile mücadele etmek için kullandığımız yöntemler şu ana kadar sadece aşamalı ve aksak değişimler ile sonuçlandı. Hızlı ve kökten dönüştürücü bir değişim için bir toplumsal hareket inşa etmemiz gerekiyor ve hareketler kendilerini karşısında konumlandıracakları bir düşmana ihtiyaç duyarlar. John F. Kennedy’nin dediği gibi “Yurttaş hakları mücadelesi Bull Connor’un[4] varlığından ötürü Tanrı’ya şükretmeli. Mücadeleye Abraham Lincoln kadar faydası dokundu”. Bugüne kadar iklim değişikliğinin eksikliği de görünür düşmanların varlığıydı.
İklimle ilgili tüm bu sayıların acı ve faydalı bir şekilde billurlaştırdığı mesele ise gezegenin aslında, hükümetler veya bireylerden çok daha aktif, bir düşmanı olduğu gerçeği. Bu ağır matematik egzersizinden sonra fosil yakıt sektörüne başka bir gözle bakmalıyız. Dünya üzerinde başka hiçbir öznenin olmadığı kadar aldırışsız haydut bir sektör bu. Gezegen üzerindeki medeniyetin yaşamasının karşısındaki Bir Numaralı Halk Düşmanı bu sektör. Şirketlere karşı mücadelenin gedikli liderlerinden ve şu anda iklim kriziyle ilgili bir kitap yazmakta olan Naomi Klein’ın sözleriyle: “Birçok şirket faaliyet gösterirken çürümüş eylemlerin altına imza atar; korkunç maaşlar öderler ya da insanları terhanelerde süründürürler vb. Biz de bu gibi faaliyetlerini sonlandırmaları için onlara baskı yaparız. Ancak, bu sayıların ortaya koyduğu gerçek, fosil yakıt sektörü söz konusu olduğunda, gezegeni mahvetmenin iş modelinin ta kendisi olduğu. Yaptıkları iş bu zaten.”.
Carbon Tracker raporuna göre Exxon mevcut rezervlerini kullanırsa iki derecelik ısınmayla aramızdaki mesafenin yaklaşık yüzde yedisini tüketecek. Onu hemen arkadan BP izliyor, Rus Gazprom, Chevron, ConocoPhillips ve Shell de yaklaşık yüzde üç ila dörtlük rezervle takip ediyor. Carbon Tracker raporunda sıralanan 200 firma arasından bu altı firmanın rezerv toplamı, 2 derecenin içinde kalabilmemiz için aşmamamız gereken sınıra bizi yüzde 25’den fazla yaklaştırıyor. Rus madencilik devi Severstal kömür şirketleri arasında başı çekiyor. Severstal’i BHP Billiton ve Peabody gibi şirketler izliyor. Sayılar insanı sersemletici boyutta. Gezegenimizin fizik ve kimyasını değiştirebilecek kudret bir tek bu sektörün elinde ve bunu kullanmayı planlıyorlar.
Küresel ısınmanın bilincindeler; sonuçta dünyanın en iyi bilim insanlarından bazıları bu sektörde istihdam ediliyor ve aldıkları kutuplarda petrol çıkarmak için aldıkları izinlerin kullanılabilmesi kutup buzullarının erimesine bağlı. Yine de amansızca daha fazla hidrokarbon peşinde koşuyorlar; Mart’ın başlarında Exxon yönetim kurulu başkanı Rex Tillerson, Wall Street analistlerine şirketinin 2016 da daha fazla petrol ve doğalgaz aramak için 37 milyar dolar (yani günde 100 miyon dolar) harcayacağını açıkladı.
Dünya üzerinde Tillerson’dan daha umursamaz birisi yok. Geçtiğimiz ayın sonlarında, Colorado’daki yangınların tepe noktasına ulaştığı gün New York’ta yaptığı bir konuşmada küresel ısınmanın gerçek olduğunu söylerken “sorun mühendislik çözümleri olan bir mühendislik sorunu” diyerek geçti. Ne gibi çözümler sorusu akla geliyor. Tillerson’a göre “Ekinlerin yetişme bölgelerini değiştiren hava koşullarındaki değişimler gibi şeylere uyum sağlarız”. Bunu, Kentucky’de çiftçilerden rekor sıcaklar altında mısır tanelerinin oluşmaması haberleri gelirken ve küresel gıda fiyatlarında ciddi artış tehlikesi bulunurken söylüyordu. “İnsanların ‘Bunu durdurmamız gerekiyor’ demek için kullandığı korku yaratma yöntemlerini kabul etmiyorum” diye de ekliyordu. Elbette etmez. Etseydi, rezervlerini yer altında tutması gerekirdi. Bunun da ona bir maliyeti olurdu. Sorun bir mühendislik sorunu değil, sorun bir açgözlülük sorunu.
Kârlı bir damar bulduktan sonra hür irade sahibi insanlardan ziyade etkin robotlar gibi bunu çıkarmaya devam etmenin bu şirketlerin doğasında olduğunu iddia edebilirsiniz. Ancak, Yüksek Mahkeme’nin kararlarında görülebileceği gibi[5], aslında bir nevi insan sayılıyorlar. Hatta nakit miktarlarında baktığımızda fosil yakıt sektörünün bizlere oranla çok daha fazla hür iradeye sahip. Bu şirketler basitçe, aç bir dünyanın ihtiyaçlarını gidermiyorlar, aksine o dünyanın sınırlarını çiziyorlar, ihtiyaçlarını belirliyorlar.
İnsanlar kendi hallerine bırakıldıklarında karbonu denetlemeyi seçerek uçurumun kenarında durabilirler. Yeni bir ankete göre Amerikalıların üçte ikisi 2050’ye kadar karbon salımlarını yüzde 90 kesmeyi öngören uluslararası bir anlaşmaya destek veriyor. Ancak, kendi halimize bırakılmıyoruz. Koch biraderlerin, örneğin, toplam 50 milyar dolarlık servetleri var ve bu onları en zengin Amerikalılar listesinde Bill Gates’ten sonra ikinci sıraya oturtuyor. Paralarının büyük bölümünü hidrokarbonlardan kazandıkları için bu karbonu denetlemeye yönelik herhangi bir sistemin karlarını azaltacağını biliyorlar ve haberlere göre bu yılın başkanlık seçimlerinin sonucuna etki edebilmek için 200 milyon dolar harcamayı planlıyorlar. ABD Ticaret Odası’nın siyasi harcamaları 2009 yılında tarihte ilk defa hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat partinin ulusal komitelerinin harcamalarını geçti. Takip eden sene Oda’nın harcadığı paranın yüzde 90’ından fazlası birçoğu küresel ısınmanın varlığını reddeden Cumhuriyetçi adaylara gitti. Çok değil, kısa bir süre önce Oda, ABD Çevre Ajansı’na karbonu denetlememe çağrısında bulundu. Bilim insanları haklı çıkar da gezegen ısınırsa, Oda’ya göre “toplumlar daha sıcak iklimlere davranışsal, fizyolojik ve teknolojik değişim süreçleriyle uyum sağlayabilirler”. Radikal talepler dediğimizde, fizyolojimizi değiştirme talebini herhalde en tepeye koymak gerekir.
Çevreciler anlaşılabilir bir şekilde bugüne kadar siyasi gücüne saygı duydukları fosil yakıt sektörünü karşılarına almaktan çekindiler; bunun yerine bu devleri kömür, petrol ve doğalgazdan vazgeçmeye ve kendilerini “enerji şirketlerine” dönüştürmeye ikna etmeyi umdular. Hatta bazen bu strateji işe yarar dahi gözüktü – “gözüktü” kısmına vurgu yapmak gerekli. Yüzyıl başlarında BP, güneşe benzer bir logo benimseyerek ve bazı doğalgaz tesislerine güneş panelleri koyarak kendisini “Petrol Ötesi” olarak konumlandırmak için kısa süreli bir çaba gösterdi. Ancak, alternatif enerji kaynaklarına yönelik yatırımları hidrokarbon arama yatırımlarının çok küçük bir kesimi olmaktan öteye gidemedi ve zaten birkaç yıl içinde yeni CEO’ların “ana faaliyet” alanına dönme ısrarları sonucunda bu yatırımlardan vazgeçildi. BP güneş enerjisi bölümünü geçtiğimiz Aralık kapattı. Shell güneş ve rüzgâr alanındaki faaliyetlerine 2009’da son verdi. Yüzyılın başından bu yana en büyük beş petrol şirketi 1 milyar dolardan fazla kar elde ettiler. Petrol, kömür ve doğalgazda bu kadar kar varken rüzgâr ve güneş ışınları peşinde koşmanın bir anlamı yok.
Bu kârın büyük bir bölümü tarihsel bir kazadan kaynaklanıyor: Tüm işletmeler arasında bir tek fosil yakıt sektörünün ana atık maddesini, yani karbon dioksiti, bedelsizce etrafa atmasına izin veriliyor. Başka kimsenin böyle bir ayrıcalığı yok; eğer bir restoran sahibiyseniz birisine çöpünüzü götürmesi için ödeme yapmak zorundasınız çünkü sokakta biriktirseniz her taraf sıçan dolar. Ama fosil yakıt sektörü haklı tarihsel sebeplerden dolayı farklı: Çeyrek yüzyıl öncesine kadar kimse CO2’nin tehlikeli olduğundan haberdar değildi. Şimdi karbonun gezegeni ısıttığı ve okyanusların asitlilik oranını artırdığını anladığımıza göre karbonun bedeli temel sorun haline geliyor.
Karbona, doğrudan vergi veya diğer yöntemlerle bir fiyat biçtiğiniz zaman küresel ısınmaya karşı mücadeleye piyasaları da dâhil edersiniz. Exxon saldığı karbonun atmosfere verdiği zarar için bedel ödemek zorunda kaldığı vakit ürünlerinin fiyatı artacaktır. Tüketiciler daha az fosil yakıt kullanma yönünde kuvvetli işaretler alırlar. Benzin istasyonuna her uğrayışta bakkala gitmek için yarı askeri bir araca ihtiyaç olmadığı anlaşılacaktır. Kirletmeyen enerji kaynakları artık eşit şartlarda var olacaktır. Tüm bunlar vatandaşlar iflasa sürüklenmeden yapılabilir; oluşturulacak “ücret ve pay” sisteminde kömür, doğalgaz ve petrole yüklü vergiler koyularak elde edilen gelir bir havuzda toplanabilir ve bu havuzdan her ülkede her kişiye katma karbon maliyetindeki payları için bir çek gönderilebilir. Temiz enerji kaynaklarına geçen birçok kişi bu sistemden karlı çıkacaktır.
Sadece bir sorun var: Karbona bir bedel biçmek fosil yakıt sektörünün kârlılığını düşürecektir. Neticede, “Karbonun fiyatı ne kadar yüksek olmalı?” sorusunun cevabı “İki derece hedefini aşmamıza yol açacak rezervlerin güvenli bir şekilde yer altında kalmasını sağlayacak kadar yüksek” olarak verilebilir. Karbona ne kadar yüksek bir fiyat biçilirse bu rezervlerin o kadarı ekonomik değerini yitirir. Mücadele en nihayetinde, sektörün bu özel kirletme avantajını korumayı başarması veya iktisatçıların deyişiyle bu dışsallıkları içselleştirmelerini sağlamamız üzerine.
Fosil yakıt sektörünün iktidarının kırılıp kırılamayacağı o kadar net değil elbette. Carbon Tracker raporunu kaleme alan Britanyalı analistlerin nispeten alçakgönüllü bir hedefi vardı: Sadece yatımcılara iklim değişikliğinin enerji şirketlerinin hisse fiyatları üzerinde ciddi bir risk oluşturduğunu hatırlatmak istemişlerdi. Diyelim ki nihayet büyük bir felaket oldu (Manhattan’ı dev bir fırtına vurdu veya Ortabatı tarımı büyük bir kuraklık ile tamamen mahvoldu), bu durumda sektörün büyük siyasi gücü dahi yasamacıların karbonu denetlemesinin önüne geçemez. Birdenbire Chevron’un görünen rezervleri ciddi değer kaybeder ve hisse çakılır. Carbon Tracker raporu bu riski göz önüne alarak, yatırımcıları rizikolarını azaltmaya ve alternatif enerji sahasında yapacakları büyük yatırımlarla kendilerini korumaya almaları konusunda uyarıyordu.
HSBC’nin İklim Değişikliği Merkezi’ni yöneten Nick Robbins’in sözleriyle “Düzenli ekonomik evrim süreci, şirketlerin ellerindeki varlıkların bazılarının devamlı olarak kullanılamaz hale gelmesi anlamına gelmektedir”. “Filmli fotoğraf makinelerini veya daktiloları düşünün. Soru bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil. Gerçekleşecek. Emeklilik fonları internet şirketi balonu patlaması ve kredi krizinden ciddi şekilde etkilendi. Bundan da etkilenecek”. Yine de petrol sektörünün rekor karlarından nemalanan yatırımcıları ikna etmek kolay değil. Carbon Tracker’dan James Leaton durumu iç çekerek şöyle açıklıyor: “Balonların ortaya çıkmasının sebebi, herkesin kendisini en iyi analist olarak görmesi. Herkes uçurumun kenarına gelip diğerleri düşerken son anda geri çekilebileceğini zannediyor”.
Dolayısıyla, kendini koruma içgüdüsü yüksek ihtimalle fosil yakıtlar karşısında tek başına dönüştürücü bir etken olamayacak. Ancak, ahlaki öfke bir dönüştürücü meydan okuma olabilir. Bu yeni matematiğin gerçek anlamı da bu. Gerçek bir hareketin yükselişine makul bir temel olabilir.
Öfkenin bir sektörü temel değişikliklere zorlamasıyla ilgili şirketler tarihinde nispeten yeni bir örnek mevcut. 1980’lerde Güney Afrika ile iş yapan şirketlere yönelik tecrit çağrısı söz konusu olan. İlk olarak üniversite kampüslerinde başlayan daha sonra belediyeler ve eyalet hükümetlerine sıçrayan bu hareket sonucu nihai olarak 155 kampüs, 80’den fazla şehir, 25 eyalet ve 19 vilayet, apartheid rejimiyle bağlantılı şirketlere yönelik bağlayıcı iktisadi eylemlere başvurmuştu. Başpiskopos Desmond Tutu “geçtiğimiz yüzyılın en parlak başarılarından bir tanesi apartheidin son bulmasıydı” diyor “ancak, uluslararası baskı özellikle de 1980’lerin tecrit hareketinin baskısı olmasaydı başarıya ulaşamazdık” diye ekliyor.
Fosil yakıt sektörü elbette ki daha dişli bir rakip; şirketleri değişime zorlasanız bile fosil yakı şirketi gibi davranan tüm egemen devletlerle de uğraşmak için bir strateji belirlemek gerekiyor. Ancak, üniversite öğrencileri için bağlantı bu durumda daha da bariz. Eğer üniversitelerinin bağış portföyünde fosil yakıt hissesi varsa o zaman eğitimleri, alacakları diplomaları kullanabilecekleri bir gezegen bırakmayacak yatırımlar tarafından destekleniyor anlamına geliyor (Aynı mantık dünyanın en büyük yatırımcıları konumundaki ve üyeleri gelecekte emekliliklerinin “keyfini çıkaracağı” için teorik olarak gelecekle ilgili olan emeklilik fonları için de geçerli). Investor Network on Climate Risk kuruluşunun kurucularından ve eski bir apatheid karşıtı aktivist olan Bob Massie’ye göre “İklim krizinin ağırlığı göz önüne alındığında kurumlarımızdan gezegeni yok eden şirketlerin hisselerinden vazgeçmelerini talep etmek sadece doğru olmakla kalmaz, etkili de olur”. Massie, “mesaj basit: Artık yeter. İklim değişikliğinden kar edenlerle bağlantıları hemen kesmeliyiz” diyor.
Hareketler ender olarak önceden kestirilebilir sonuçlara sahiptir. Ama fosil yakıt sektörünün siyasi itibarını zayıflatacak her kampanya, sektörün özel kirletme avantajının kaldırılması ihtimalini artırır. İklim mücadelesinde Başkan Obama’nın tek göze çarpan başarısı olan otomobillerin yakıt verimliliğinin artırılması hamlesini ele alalım. Bilimsinsanları, çevreciler ve mühendisler on yıllardır benzer politikaları savunuyorlardı fakat Detroit[6] ciddi mali baskı altına girene kadar bunu savuşturabilecek siyasi güce sahipti. İnsanlar soğuk matematik gerçeği, yani fosil yakıt sektörünün gezegenin fiziksel sistemlerinin sistematik olarak altını oyduğu gerçeğini kavrayabilirse sektörün siyasi gücüne anlamlı bir darbe vurulabilir. Exxon ve benzerleri ücret ve pay sistemine olan itirazlarından vazgeçebilir; hatta bu defa samimi olarak gerçek enerji şirketleri olma kararı alabilirler.
Yine de, böyle bir kampanya mümkün olsa bile başlatmak için çok fazla beklemiş olabiliriz. Gerçek anlamda fark yaratabilmek için, yani iki derece ısınmanın altında kalabilmek için, karbon fiyatlandırmasını Washington’da başarıp bu başarıyı tüm dünyada benzer başarılara kaldıraç olarak kullanabilmek gerekir. Şu anda ABD’de ne olduğu, salımların en yüksek hızla arttığı Çin ve Hindistan’ı (Haziran ayı başlarında araştırmacılar, Çin’in yüksek ihtimalle salımlarını yüzde 20’ye varan oranlarda daha az bildirdiği sonucuna vardılar) etkilemek için çok önemli. Anlattığım üç sayı yıldırıcı; hatta temelde imkânsız bir geleceği dahi belirliyor olabilirler. Ama en azından insanların karşı karşıya olduğu en büyük sorun ile ilgili entelektüel bir netlik sağlıyorlar. Ne kadar daha fazla yakabileceğimizi biliyoruz ve kimin daha fazla yakmayı planladığını biliyoruz. İklim değişikliği jeolojik bir ölçek ve zaman aralığında faaliyet gösteriyor ama kişiler üstü bir tabiat kuvveti sayılmaz; hesabı ne kadar dikkatli yaparsanız, sonuç o kadar netleşiyor: Bu sonuçta ahlaki bir sorun. Düşmanı tanıdık ve ismi Shell.
Öte yandan, sayılar dalga dalga gelmeye devam ediyor. Rio konferansı ağır aksak sona sendeledikten sonraki hafta Kuzey kutbundaki deniz buzulu seviyesi o tarih için kaydedilen en düşük seviyeye indi. Geçtiğimiz ay tek bir hafta sonu içinde, mevsimin isim verilen fırtınalarından dördüncüsünün kaydedilmiş en erken geliş tarihinde, tropik fırtına Debby Florida’da 50 santime yakın yağış bıraktı. Aynı sıralarda, New Mexico tarihindeki en büyük yangın devam ediyordu ve Colorado’da kayıtlarındaki en yıkıcı yangın Colorado Springs’de 346 evi kül ediyor ve bir hafta önce Fort Collins’de kırılan rekoru kırıyordu. Bu ay ise, bir sıcak dalgası Ortabatı’da Dust Bowl’dan[7] bu yana kırılmamış sıcaklık rekorlarını kırıp bu yılın mahsulünü tehdit ederken, biliminsanları küresel ısınmanın aşırı sıcak ve kuraklık ihtimalini dramatik olarak artırdığını ortaya koyan yeni bir çalışmanın sonuçlarını açıkladılar. Büyük bir sayı mı istiyorsunuz? İşte size büyük sayı: Bu ay içinde tahıl şeridi olarak bilinen bölgede bir katrilyon mısır tanesinin polenlenmesi gerekiyor. Sıcaklıklar, ortalamaların bu derece üzerinde seyrederse bu olamayacak. Aynı bizler gibi ekinlerimiz de Holosen çağına uyum sağlamış durumda, hani şu tozumuzda bırakarak terk ettiğimiz 11.000 senelik iklim istikrarı dönemi.
Bu yazı Rolling Stone dergisinin 2 Ağustos 2012 sayısında yayımlanmıştır.
Türkçeye çeviren: Mahir Ilgaz – Yeşil Gazete
[1] Çevirenin notu: İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Fransa’nın Hitler Almanya’sı karşısında geri adım attığı anlaşmaya atıfta bulunuluyor.
[2] Çevirenin notu: Sayılar Türkiye’ye uyarlanmıştır. Yasal alkol limitini geçmeden tüketilebilecek alkol miktarı temsilidir.
[3] Çevirenin notu: “Drill baby drill” – ABD’de Cumhuriyetçi Parti başkan adaylarının 2008 seçim kampanyasında kullandıkları slogan.
[4] Çevirenin notu: ABD yurttaş hakları mücadelesi sırasında Afrika asıllı ABD vatandaşlarına uyguladığı şiddetle tanınan bürokrat
[5] Çevirenin notu: Şirketlerin tüzel kişi sayılması ve buna ilişkin haklarına atıfta bulunuluyor.
[6] Çevirenin notu: ABD otomobil sektörünün merkezi sayılan şehir.
[7] Çevirenin notu: Toz çanağı olarak bilinen, 1930’larde yaşanan ve ABD’nin tarım arazilerini etkileyen kuraklık ve ekolojik felaket.
(Yeşil Gazete)
URL: http://www.yesilgazete.org/?p=60693