Kuraklık Sempozyumu'nun Ardınd

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

 

Ömer Madra: Geçen hafta Heinrich Böll vakfı ile Yeşiller’in ortaklaşa düzenlediği, Teknik Üniversite’nin Maçka Sosyal Tesisleri’nde iki gün süren Kuraklk Sempozyumu vardı,  orada konuşmacı olarak da yer alıyordun. Ben izleyemedim maalesef, ama Türkiye’deki kuraklığın ve dünyadaki kuraklığın küresel iklim değişikliğinin bir parçası olup olmadığı tartışıldı. Çok canlı örnekler de örnekler vardı benim katıldığım oturumlarda ve aynı zamanda da nasıl tedbirler alınacağı, bu meseleye ekonomik açıdan nasıl bakılacağı konuları da vardı. Bugün biraz bunları konuşalım.

 

Hasan Ersel: Sizlerin katıldığı gün de ben katılamamıştım, en çok neyin üzerinde duruldu? Benim katıldığım bölümde işin iktisadi yönü tartışıldı, ama özde neler tartışıldı?

 

ÖM: Süratle çeşitli boyutlarda tedbir alınmaması halinde 21. yüzyılın da ortalarına varmadan, dünyanın çok ciddi bir vurgun yiyeceği ve buna ilişkin ne gibi tedbirler alınması gerektiği üzerinde çok duruldu.

 

HE: Benim katıldığım toplantıda, benim dışımdaki konuşmacıların vurgulamaları tarımdı, ki bu da doğal. Doğrusu ben kendi hesabıma, bilmediğim bir çok teknik sorunu orada duydum, öğrendim. Çok yararlı bir toplantıydı o açıdan. İklim değişimi,  kuraklık gibi olayların tarımda ne türlü etkiler yaptığını gördük. Bazı çözüm önerilerinin aslında pek de çözüm olmadığı üzerinde duruldu. Ben hatırlıyorum, çok eskilerden, Meksika buğdayı vardı. Mülkiye’liyiz ya, sınıf arkadaşlarımdan kaymakam olanlar olmuştu, onlar anlatırlardı; çiftçiye bu buğdayı dağıtmaya kalkınca çiftçilerin nasıl dağa kaçtıklarını. Çünkü çok su kullanmayı gerektiriyormuş, o da toprakta sorun yaratıyor. Çiftçiler hemen algılamışlar. Bu tür, bazı ilk başta çözümmüş gibi gelen çözümlerin pek de doğru olmadığı görülmüş. Bir dönem iyi niyetle, dünyadaki açlık sorunu ile baş edebilmek için alelacele bulunmuş bazı tedbirlerin çok başka sıkıntılar yarattığı anlaşılıyor böyle bakınca. Evet, açlık sorununu çözmeye yardım etmiş, ona kuşku yok, “yeşil devrim” diyorlar 1950-60’larda, ama başka sorunlar ortaya çıkmış. Dolayısıyla işin çok ciddi bir teknik boyutu var, tarımın, toprak kullanımının, toprağın bozulmasının sonuçlarını göğüslemek ve hiç olmazsa bundan sonra bozulmamasını sağlamak için neler yapmak gerektiği üzerinde durmak gerek. Buraya kadarı, benim bilmediğim, öğrenmem gereken konulardı. Yalnız, bundan sonra bir dert başlıyor, bu tedbirleri aldığınız zaman her bir tedbirinin yanına bir fiyat yazıyorsunuz, toplayınca bir bütçe çıkıyor.

 

ÖM: Evet, maliyet.

 

HE: O da ciddi bir sorun. Bunu nasıl hesaplayacağız? Bu birinci konu. İkincisi, bunu nasıl finanse edeceğiz? Bu neden önemli, onu açıklayayım; bana deniyor ki, “bundan bilmem kaç yıl sonra dünyada su azalacak, şu olacak, vs. onun için şimdiden harcama yapmamız gerekli”. Ondan sonra diyorlar ki, “vergileri arttıracağız, senden biraz daha vergi alacağız”. Ben de “Hayır, vermem, çünkü o zaman ben ölmüş olacağım, bu beni ilgilendirmiyor” diyorum. Ya da mekân farklılığını düşünün, başka bir ülkeden bahsetmiyorum, ülkemizin başka bir köşesinden bahsediyorum. Tabii başka ülkeleri kapsayacak biçimde genişletebiliriz konuyu; “Ben o bölgede oturmuyorum. Benim bu işte sorumluluğum yok, ben zaten orayı bozmadım ki, niye ben ödeyeyim?” diye yanıt verirsem ne olacak?  Bunların doğru düşünme biçimi olmadığını, sonuçta bir yerdeki bir aksaklığın artık hepimizi etkilediğini bana anlatmak gerekli. BM’nin getirdiği terminoloji ile bu bir “küresel kamusal mal” sorunu.

 

İleride bir şeyin bozulacak olması da bir sabah kalkınca birden bozulmuş olması demek değil. Sürekli bir bozulma içinde yaşamak demek. Bana “bundan 30 yıl sonra bir facia olacak” dendiği zaman, “30 yıl sonra yanardağ patlayacak” denmiyor, “durum giderek bozulacak o gün bir faciaya dönüşecek” deniyor. Ben de yaşadığım süre içinde bu kötüleşmeyi göreceğim. Bu fikrin yerleşmesi lazım. Çünkü bu finansmanı kolay olan bir şey değil. 

 

Gelecek nesilleri düşünmek ise devletin görevi. “Devletimiz ebediyen yaşayacak” demiyor muyuz? Bu boş bir laf değilse, gelecekteki nesilleri düşünme görevi devlete ait demektir. Bir firmanın ya da bir kişinin bunu yapması beklenemez, iyi niyetli olsa da beklenemez. Çünkü bu hesap yapmayı gerektiren bir şey. O halde olay dönüyor, dolaşıyor, “bunu yapabilecek bir mekanizma, bu fonları biriktirecek ve doğru kullanımını sağlayacak bir düzen nasıl kurulabilir?” sorusuna geliyor. Bunu küçümsememek lazım. Böyle durumlarda bir sabah kalkıp ideal düzen kurulmaz, adım adım gidilir.

 

Ben kuraklık sorununa o açıdan baktım. Dünyada bu konuda önlem almakta epeyce ileri gitmiş ülkeler var. Görebildiğim kadarıyla, ABD’de pek çok kamu kurumu var. İnsanlara haber veriyor, web sitelerinden kuraklık olasılığı, yağmur, gibi konularda bir çok bilgi edinebiliyorsunuz. Türkiye’den bile rahatça takip edebildiğiniz bilgi var, buralarda. Benzer örgütlenmeler Avustralya’da ve  İspanya’da da var. Bana öyle geliyor ki bu ülkelerin deneyimlerini yakından izlemek ve küçümsememek lazım.  Bir nokta daha var ABD ve Avustralya Kyoto anlaşmasını imzalamamış ülkeler. İspanya’yı bilmiyorum.

 

ÖM: Evet, Kyoto’nun dışında kalan önemli ülke olarak sadece 3 tane var, ABD, Avustralya ve Türkiye.

 

HE: Türkiye’deki durumun bu iki ülkeye oranla epeyce geri olduğunu düşünüyorum. Organize olmak, kurumları çalıştırmak ve önlem almak açısından konuşuyorum, bilgi açısından değil. Konunun bilindiği açık, oradaki konuşmacılardan gördük bunu. Ama bu ülkelerden çok öğrenecek şey var. Bu ülkeler de demin söylediğim noktaya hemen gelmemişler. Daha çok, “mevcut kurumlar içerisinde, fiyat mekanizmasının aletlerini kullanarak bu işe gireriz” diye başlamışlar, ama bir müddet sonra yeni kurumların oluşması gerektiği anlaşılmış. Onlar oluşmuş, ona göre de yeni mekanizmalar denemişler. Bir ölçüde de başarılı olmuşlar.

 

Türkiye çöl değil ama kurak bir ülke. Hep böyle olmuş.

 

ÖM: Evet, hiçbir zaman suları bol ve kuraklığı uzakta olan bir ülke görüntüsünde değil. Su zengini değil yani.

 

HE: Evet Türkiye su zengini olmayan bir ülke. Böyle olduğu için Türkiye’de su konusunda önlem alma fikri topluma yabancı bir fikir değil, dolayısıyla anlatılabilir. Mesela Norveç’te “tedbir alıyoruz” dense biraz şaşabilir insanlar, ama eminim ki onlar da almışlardır. Devleti ikide bir işin içine sokmak isteyişimin sebebi şu; bu tedbirleri kuraklık belirgin bir hal aldığında değil, tam tersine her şeyin iyi gittiği zaman almak lazım. Bu sürekli bir olay, onun için “kamusal mala” benzettim. İşler çok iyi giderken de bu konudaki örgütler çalışmalı, bilgi vermeli, su arzını düzenleyecek bir şeyler yapmak gerekiyorsa yapmalı; su talebiyle ilgili bir kısıtlama getirmek gerekiyorsa o kısıtlama yapılmalı. Onun için normal zamanda da bu örgütlerin saygın bir şekilde varlıklarını sürdürmeleri gerekiyor. Toplum da bunların önemli bir iş yaptıklarını algılamalı. Bir benzetme yapacağım: Ulusal güvenlik olayını düşünelim, ülkeye karşı bir saldırı halinde korunma sağlanması sorununu, bunun için de silahlı kuvvetlere ihtiyaç vardır. Peki böyle bir saldırı olmadığında silahlı kuvvetler terhis mi ediliyor? Hayır, barış zamanında, işlerin en iyi olduğu zamanda da yine silahlı kuvvetler var, onlara yine kaynak aktarılıyor, silahlı kuvvetler eğitim yapıyor vs. “Ne yapıyorsunuz canım, etrafta hiç kimse yok” denmiyor değil mi? Biz buna alışmışız, çünkü geçmişte bu tür olaylar olduğu için bir savunma duygusu var. Çevre kirlenmesi, kuraklık gibi olayları da o şekilde düşünmek gerek. Kamu bütçesi de bunu yansıtmalı.

 

Belki herkes biliyordur, ama ben yakınlarda Mikdat Kadıoğlu’ndan öğrendim; kuraklık bizim yasalarımızda bir doğal afet olarak tarif edilmiyormuş! Bu bana komik geldi. Anadolu yeni kurulmadı, hep var. Anadolu’daki eski uygarlıkların yaşamına, bizlere bıraktıklarına bakmak yeterli.

 

ÖM: En büyük medeniyetler kuraklık yüzünden çökmüşler, hem de göz açıp kapayıncaya kadar denebilecek kısalıkta süreler içinde, devasa uygarlıklar yok olup gitmişler bu bölgede.

 

HE: Su bentlerine gittiğiniz zaman tarihçiler size hep anlatır, hangi dönemden kalma olduğunu. Bir dönem değil, her uygarlık su bendi yapmış, Bergama’ya gidin görürsünüz, İstanbul’un civarına bakın yine var. Böyle bir bölgede kuraklığın bir doğal afet olarak listeye alınmaması tuhaf geldi bana.

 

ÖM: Evet büyük bir aymazlık gibi görünüyor, mesela, tarihte koskoca Akad İmparatorluğu’nun kuraklık yüzünden 40 yıl içinde yok olup gittiği ortaya çıktı.

 

HE: Tabii olağanüstü durumlar karşısında yapabilecek bir şey olmayabilir, ama bazı tedbirler önceden alınsaydı bu sene yaşadığımız kuraklık böyle yaşanmayabilirdi. Öyle anlaşılıyor. Örneğin Ankara’da toplumsal desteğin sağlanması için yapılan gayretlerle İstanbul’daki arasında çok büyük fark vardı. İstanbul’da işin ne kadar başarılı olduğu tartışılabilir, ama Ankara’dakinin başarılı olmadığı açık. Dolayısıyla burada da öğrenecek çok şey var: Ne yapılır, ne yapılmaz? Neden öyle yapılmaz? Bunların üzerinde durmak lazım. Bunların üzerinde durmak için de hemen başlamak lazım. Yani illaki suyun bitmesi gerekmiyor. Bu işe başlanıp başlanmadığını anlamanın yolu da bu işle ilgili doğru dürüst bir örgütlenmenin oluşturulup oluşturulmadığına bakmak. Bu örgütlenme sadece devlet ya da belediye içinde olsun ve başka yerde olmasın anlamında söylemiyorum, çünkü kamuoyunun kazanılması söz konusu olduğuna göre burada STK’ların çok rolü olabilir. Tabii buna kaynak aktarılıp aktarılmadığı da ikinci önemli ölçüt.

 

Bir anımı anlatayım; üniversite öğrencisiydim, İzmir civarında bir köyde tarımla ilgili sorular soruyordum, -o köye ziyaretimden sonra bir daha ağzımı tarım konusunda açmamayı öğrenmiştim-, köyün eski muhtarı bana şunu anlattı: O zamanlar köy kalkınması vardı, bu çerçevede köylere elektrik, su sağlanıyor, onlar da elektrik gelecek diye bekliyorlar. Muhtar, ilkokul üçten ayrılma, çok hoş, yaşlı bir insandı, dedi ki; “az buz biliyorum okuma yazma, o kadar, valiye gittim, ‘yapacağız mapacağız’ dedi, dedim ki, ‘vali bey aç şu bütçeyi bir göreyim ne kadar para var?” Vali açmış bütçeyi, köy kalkınma yardımlarında 1 lira yazıyor. “Bununla mı yapacaksınız?” demiş. Çıkıp köye dönmüş. O günden beri bu aklımda kaldı. Birisi “yapacağız” filan derse, “aç bütçeyi görelim” demek gelir aklıma hemen. Bu insanın bana öğrettiği de bu oldu.

 

ÖM: Evet, çok önemli bir deneyim hakikaten. Onun için, öteden beri radyoculuk yaparken, gazetecilik yapmaya çalışırken, naçizane, politikacıların, idarecilerin ne söylediği değil de ne yaptıklarına bakmak da çok önemli geliyor bize her zaman.

 

HE: Tabii iyi niyetli konuşmalar yapmak kolaydır ve bunu yaparken samimi de olunabilir.

 

ÖM: Evet, ben illa yalan söylüyor demek istemedim.

 

HE: Ama buna değil, eylemine bakmak lazım. Yapamıyor  ya da yapmıyorsa o iş yapılmamış oluyor. Yapamamış olabilir, yapmayı boş vermiş olabilir. Bu bir anlamda fark etmiyor. Çevre, kuraklık gibi konularda bir şeyler yapılmasının zorunluluk olduğunun anlaşılması gerekiyor.

 

Böyle bakınca da iktisattan çok yardım almak mümkün. Bu sene iktisatta Nobel adına konulan ödülü paylaşan iktisatçıların geliştirdikleri mekanizma tasarımı yaklaşımının, bu tür amaçlarla yönelik olan uygulamaları da var. İktisatta, “refah iktisadı” denen alan içerisinde yapılan bir çok çalışma var; bu tür çevre sorunları nasıl ele alınabilir, nasıl uygun bir şekilde ele alınabilir, bunun için kaynak tahsisi nasıl yapılabilir gibi konularda. Bu konuda galiba –çalışma yapmış olanlara haksızlık ediyor olabilirim ama- Türkiye’de çalışma çok az. Teknik çalışmalardan bahsetmiyorum, iktisat çalışmalarından söz ediyorum. Çok yapılması gereken şey var, bu çalışmaların yapılmasında iki tane yarar görüyorum; ilki kamuoyunun bilgilendirilmesi, ikincisi de “bunun maliyeti şudur, bunu karşılamak için şunlar yapılmalıdır” diye bir öneri ortaya koymak ve tartışmak. Galiba buna çok ihtiyaç var. Dediğim gibi yanılıyor olabilirim, ama bu konu galiba Türkiye’de çok fazla ilgi toplamıyor, toplasa çok hoş olur.

 

ÖM: Tekrar aynı toplantıya dönecek olursak, Konya’da, Türkiye’nin tahıl ambarı olarak bilinen Konya Havzası’nda çok ciddi boyutlara uzanan bir kuraklığın çeşitli belirtileri de ortaya kondu. Bu suyun tasarruflu kullanılmamasından, su kullanımı pratiklerinin yanlışlığından ya da başka sebeplerden de geliyor olabilir; mesela, buğday yerine daha çok su gerektiren pancar ekilmeye, başlanması -biyoyakıt olarak kullanmak üzere de düşünülüyormuş- çok ciddi bir problem yaratıyormuş. Ben bunu bilmiyordum bu toplantıda öğrendim. Pancar buğdaya göre daha çok su istiyor. Arabaları beslemek için, biyodizel için yapılıyorsa eğer bu çok kötü. Bir de küresel iklim değişikliğini ve küresel ısınmayı eklediğiniz zaman, çok önemli bir problemle karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor. Kuraklık Sempozyumu’nda tartışılanlar arasında bunlar da vardı.

 

HE: Ayrıca aynı miktar alana ekilen şeker pancarının havaya verdiği oksijen çamdan 4 kat daha fazlaymış. Dolayısıyla olay çok yönlü. Tarım ürünlerini, tarım teknolojisini, iyi bilerek seçmek gerekiyor. Şeker pancarı mı yoksa şeker kamışı mı gibi tercihlerde bunun teknik yönlerinin iyi ortaya konması gerekiyor.

 

ÖM: Bir de çok acayip bir şeye daha öğrendim; çok yeni bir araştırma var, aralarında, ozon tabakası üzerindeki araştırmalarından dolayı Nobel almış olan Paul Krutzen’in, de bulunduğu çok önemli bilim insanlarının bir araştırması şunu ortaya koyuyor: bio yakıt için, yani şeker kamışı, mısır veya başka şeylerden yakıt üretmek, etanol gibi şeyleri yapmak için havaya salınan azot oksit miktarı petrolün kat be kat fazlasıymış. Yani “biyoyakıt kullanarak küresel ısınmayı önleyelim” diyorsun ve 10 kat daha fazla sera gazı salıyorsun.

HE: Doğrusu bu biyoyakıt işine bir türlü aklım ermemişti benim eskiden beri.

ÖM: Bu çok yeni bir araştırma.

 

HE: Bir türlü şunu hesaplayamıyordum; muazzam arazi gerekiyor. Örneğin Avustralya’nın biyoyakıt ihtiyacını karşılamak için ekilmesi gereken alan Avustralya, Kore ve Tayvan’ı kaplıyormuş. Bu işin bir çıkmazı yani. Dün rakamlara bakıyordum. Dünyada likit yakıt talebindeki artış nereden kaynaklanıyor diye. Şu anda  toplam likit yakıt gereksiniminin geleneksel olmayan yollarla (biyoyakıt, petrol kumu, vs. hepsi bir arada) karşılanan kısmı sadece % 3. 2030 için projeksiyon yapmışlar. Sadece % 9’a çıkıyor. Onun içerisinde de biyoyakıtın payı düşüyor, ötekiler yükseliyor.

 

ÖM: Evet çok acayip hesaplar bunlar. Kuraklık Sempozyumu’nun katılımcılarından birisi de “Biyoyakıt kavramı kendi içinde bir çelişkidir. Biyolojik bir şey ancak biyolojik varlıklara yakıt olabilir, organik olmayan bir şeye, araba gibi bir şeye yakıt olması düşünülemez” dedi. Sahiden ilginç, üzerinde durulması gereken felsefi bir yaklaşımdı.

 

HE: Bana biyoyakıt dedikleri zaman hep aklıma tezek geliyor. Ben çocukken bayağı kullanılırdı, 1953’ün Eskişehir’inden söz ediyorum. Mesela karşı komşumuz kullanırdı.

 

ÖM: Doğuda da hâlâ kullanılıyor benim bildiğim kadarıyla.

 

 

(1 Kasım 2007 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)