Hava kapalı, kapalıdan da öte yağmurlu. Alışılagelmiş bir kış havası; İngiltere’den. Ekranda genç bir kadın ve bir erkek. Jogging yapıyorlar. Bu havada jogging yaptıklarına göre bu işi düzenli yaptıkları belli.
Düzenli olma konusu tamam da, yaptıkları işi sevip sevmediklerinden emin olamıyoruz. İkisinin de yüzünde gergin bir ifade var. Birbirlerini göz hapsinde tutuyorlar. Hayır hayır, birbirlerini tartıyorlar. Belki de aralarında bir itişme var.
Kız sıçan gibi ıslanmış bebe-sarışını kısa saçları ile ufacık bir çocuk gibi görünüyor. Aslında boyu oğlanınkine yakın.
Oğlanın saçları uzun, traşsız bir yüz...
Koşuyorlar, ve geriden ince ince "Zorba the Greek" müziğinin notaları duyuluyor.
Koşu ile birlikte müzik hızlanıyor... tempo artıyor… tempoyla birlikte gerginlik de. Bir türlü birbirlerini geçemiyorlar. Soluklar hızlanıyor.
Aralarındaki rekabet birbirlerini başka şekillerde alt etmeye dönüşüyor. Oğlan bir duvar dibindeki çöp tenekesini bir su birikintisine deviriyor, sular kızın üzerine sıçrıyor... Sanki yağmur yetmiyormuş gibi.
Kız bunun altında kalır mı, bir köprünün altından geçerken oğlana bir omuz vurup onu duvarın dibindeki su birikintisinin içine atıyor. Oğlanın buna yanıtı ise önünden geçtikleri bir dükkanın tentesine asılıp birikmiş suyu kızın üzerine boşaltmak oluyor.
Kız öfke içinde bir yan yola sapıp oğlanın önüne geçerek intikamını almayı amaçlıyor. Müzik artık tam anlamı ile kreşendoya varmış.
Ve kız önünde oğlanı görüyor, ondan önce oraya varmış, elinde bir su şişesi... Kız soluk soluğa oğlana yanaşıyor. Tam burada müzik susmuş. Gerginlik içinde bekliyorsunuz.
O da ne; oğlan elindeki şişeyi kıza uzatıyor. Yoksa bu itişme bir dostluğa mi dönüşüyor?
Hayır, oğlan şişedeki suyu birden kızın yüzüne fırlatıyor. Kız boş bulunmanın öfkesi içinde yeniden koşmaya başlıyor, oğlan da ardında. Bir süre sonra da yanında...
Gözlerde düşmanlık var. "Geçeceğim, yeneceğim" diyor bakışlar, müzik, tempo, soluklar...
Koşucularımız bir yol ayrımına yaklaşıyorlar. Yol ayrımında neredeyse büyük bir göle dönüşmüş bir birikinti. İkisinin gözlerinde de hesaplaşma var. Oraya diğerinden önce varıp onu bastan aşağıya ıslatma hırsı var.
Bu hırsla son hızla depara kalkıyorlar. Müzik olabileceği en yüksek noktada. Hız müthiş… Başa baş gidiyorlar. Acaba kim kimi ıslatacak?
Tam o anda yanlarından bir otobüs geçiyor ve yarattığı dalga her ikisini de insafsızca ıslatıyor.
Kamera otobüsün içine giriyor. İçeride takım elbiseli, otuzlarında bir grup işadamı, sıcak koltuklarında ellerinde gazeteleri, kitapları, kulaklarında walkman’leri… otobüsün dışarıdakileri ıslattığı anda hepsi, her zaman herşeyi aynı anda aynı hareketlerle yapmış olma tavrı içinde donup, eğilip camdan bakıyorlar, ıslananlara.
Sonra da hiçbir şey olmamış gibi koltuklarının sıcak rahatlığına gömülüyorlar.
Ekranda bir yazı beliriyor:
Nike… enjoy the weather (Nike… havanın tadını çıkarın)
Nike’in kışa girerken yapmayı alışkanlık haline getirdiği "Enjoy the Weather" kampanyasının bu yılki reklamını Wieden & Kennedy grubu yapmış. Bununla da yazın Cannes’da düzenlenen “En İyi Reklam” yarışmasında Dış Çekimler dalında ikincilik ödülünü almışlar. Ama beni işin bu kısmı ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren reklamcıların bana ne yapmaya çalıştıkları. En sevdiğim filmi izlerken araya iğneyle dürtülmüş gibi sokulan, yok, yok, enjekte edilen reklamları oldum olası şiddetle reddediyorum. Sırf bu yüzden burada izleyebildiğim sayılı Türk kanalına giydirilen Akbank reklamındaki sevgili Erol Günaydın’ın yüzünü her 15 dakikada bir hemen hemen her kanalda görmekten nasıl gına geldiğini, artık Yayla | Ayda 45 dolara Nike'ın fabrikasında çalışan bir Endonezyalı işçi; kaldığı odaya da 8,5 dolar ödüyor. |
Bana dayatılan reklam kültürünü oldum olası reddetme eğilimindeyim, bana tanıtılan, ısrarla, beynim yıkanarak almamı istenen ürünü de öyle.
Saldırgan ol!
Ama bu tür yeni reklamlar, eminim reklamcılar arasında bir adı da vardır bunun, hard-hitting gibi falan. İnsanı koltuğuna çivileyen, tokat ne demek, yumruk yemişe çeviren, uzunca bir süre öyle sersemce kalakalmanıza yol açan bu yeni reklamlar... Bu kadar mükemmel hazırlanmamalı bence. Başından sonuna bir sanat şaheseri olarak hazırlanan bu reklamlar bu yüzden sizi ürünü almaya zorluyor.
Hatırlayacaksınız, belki hala sürüyor televizyonlarda. Levi’s’in Engineered Jeans reklamı. Onu izlediğimde de böyle olmuştum. Onda da aynı tempo yükselmesi ve sonunda aynı şaşkınlığa düşüren, şok eden "finale" vardı Haendel’in barok müziği de buna çok uymuştu. Hatta denilebilir ki reklamın başarısını hazırlayan bu müzikti.
Nike’in müziği de böyle. Reklam klibinin ve koşunun başında iki koşucu arasındaki dostluk olabilecek yakınlık, "aynı ilgiyi paylaşma" "kötü havaya rağmen bu ilgiden vazgeçememenin getirdiği ortaklık duygusu" Zorba’nın omuz omuza başlangıcını andırıyor. Daha sonra tempo hızlanıp işin içine rekabet duygusu girdikçe müzik de onunla birlikte hırçınlaşıyor.
Ve bu hırçınlık benim içimdeki öfkeyi de artırıyor. Bu reklamlar bu kadar güzel olmak zorundalar mı? Nike ve benzeri zincir mağazalar ürünlerinin üretildiği ucuz Üçüncü Dünya ülkeleri pazarlarındaki işçi değil köle çalıştıran atölyelerini bu güzellik uğruna unutmak zorunda mıyız? Evlerine üç kuruş para götürebilmek için Nike’ların tabanlarını yapıştırmak için kullanılan solüsyonlardan körpe ciğerleri paralanan 15 yaş altı çocukları görmezden gelmek zorunda mıyız?
Nike’in reklamı "agression"i amaçlıyor... "ilgileriniz adına herşeyi yıkıp geçebilirsiniz" mesajını veriyor. Agression... evet... benim saldırganlık duygularımı uyandırmayı başardığına göre, başarılı bir reklam.