Kızıl Bayrak ve Üç Renkli Bayrak

-
Aa
+
a
a
a

Makalenin Fransızca aslını okumak için tıklayın.

Türkçe çeviri için Kaynak: Hayalgücü İktidara

7 Şubat 2015

"İster İslam dininin sekter oluşumlarından, isterse Fransız ulusal kimliğinin ve Batı’nın üstünlüğüne inananlardan oluşsun kimlikçi ve katil faşist gruplara karşı mücadeleye diğer bayrakları tekrar geri getirmek gerekiyor: Kızıl bayrakları."

1.    Arka plan: Dünya Durumu

Dünya bugün bütünüyle küresel kapitalizmin suretince kuşatılmış – ona keyfince hükmeden uluslararası oligarşiye tâbi ve tüm dünyada tanınan yegâne evrensellik olan parasal soyutlamaya kul köle olmuş vaziyette. Bizler hayli zahmetli bir zaman aralığında yaşıyoruz: Öyle ki, Komünizm Fikri’nin ikinci tarihsel aşamasının (savunulamaz, terörist "devlet komünizmi" inşası) sonu ile üçüncü aşamasını (gerçeğe uygun bir şekilde, "tüm bir insanlığın kurtuluşu" politikasını uygulayan Komünizm) birbirinden ayıran bir zaman aralığı bu. Bu bağlamda, vasat bir entelektüel konformizm, mevcut olanın tekrarından gayrı bir geleceğin olmayışı fikrine eşlik eden, aynı anda hem derdine yanan hem derdinden memnun bir tevekkül hâli oluşmakta.

“Kimliklerin çeşitliliği” kisvesindeki kimlikçiliğin öteki yüzü olarak bazen mantıklı, bazen akıl almaz derecede ürkütücü; umutsuz ve ölümcül bir kimliğin; yoz kapitalizmin ve katil çeteciliğin karışımı bir muadilin ortaya çıkışına ve ölüm içgüdüsüne teslim bir çeşit tepkisel öznelliğin “çeşitçi” kimliğe karşı verdiği manyakça yanıta şahit olmaktayız. Bu yanıt, yeri geldiğinde kendini beğenmiş sözüm ona kimlik karşıtı kimlikçileri de uykudan uyandırıyor. Hâkim ve uygar kapitalizmin vatanı "Batı’daki" komplo senaryosu, kan döken terörizm imasıyla « İslamcılığın » karşısında. Bir tarafta belli belirsiz tanrılarını cesetlerle kutsamak için isyan bayrağı açmış silahlı katil çeteler ve aşırı silahlanmış bireyler; diğer tarafta da insan hakları ve demokrasi adına diğer tüm devletleri (Yugoslavya, Irak, Libya, Afganistan, Sudan, Kongo, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti…) yerle bir eden vahşet dolu uluslararası askeri müdahaleler. Öyle ki, bu askeri müdahaleler hâlihazırda büyük şirketlerin üzerinde semirdiği petrol arazilerini, madenleri, gıda kaynaklarını ve kuşatılmış bölgeleri güvence altına almak adına belirsiz, kırılgan olan bir barış ihtimalini de en azılı haydutlarla pazarlık konusu etmekten öteye geçemiyor.

Bütün bunlar, gerçek evrenselcilik vuku buluncaya, insanlığın kaderi yine insanlığın kendisi tarafından tayin edilinceye ve dolayısıyla Komünizm fikrinin yeni ve kararlı bir politik-tarihsel cisimleşmesi, iktidarını dünya ölçeğinde konuşlandırıncaya kadar sürecek. Böylece mülk sahipleri ve uşaklarının oligarşisi için devletlerin kulluğu, köleliği; parasal soyutlama ve nihayetinde zihinleri tahrip edip ölüme çağıran kimlikler de, karşı-kimlikler de yok edilmiş olacak. Dünya durumunun vadesi geç de olsa dolmakta – her türünden, tüm insanlığın kaderinde bütün kimlikler eşitlik ve barış içinde bütünleştiği zaman (ki kimlikler her daim olacaktır, şeklen tezat oluşturacaklardır) gecikmiş bu vade dolmuş olacak.

 

2. Fransa Özelinde: Charlie-Hebdo ve "Cumhuriyet"

Yetmişli yılların başkaldıran radikal solundan doğan Charlie-Hebdo bir sürü entelektüel, politikacı, "yeni filozof", iktidarsız iktisatçı ve muhtelif soytarı gibi demokrasinin, cumhuriyetin, laikliğin, kanaat özgürlüğünün, serbest teşebbüsün, cinsel özgürlüğün, bağımsız devletin – kısaca yerleşik siyasi ve ahlaki düzenin aynı anda hem alaycı, hem de hararetli bir savunucusuna dönüşmüştü. Süregelen şartlarda zihinlerin köhnemesi misali, böylesi bir dönüş hali bolca mevcuttur ve kendi başına, pek bir fayda sağlamaz. Çok yeni gibi görünen aslında Fransa’da son yüzyılın seksenli yıllarından itibaren başlanmış olan, yeni türden bir iç düşmanın sabırla inşasıydı: Müslümanlar. "İfade özgürlüğünü" tarumar eden sayısız ceza kanunundan, kılı kırk yaran kılık kıyafet denetimlerine; tarihsel anlatıya değin yeni yasakların ve yeni polisiye dizilerin izinde bir gayretle sürdü bu inşa. Cezayir Savaşı’ndan beri "Sol" ve Ulusal Cephe’nin karşı konulmaz yükselişi arasındaki bir tür rekabet, açık ve samimi sömürgeci ırkçılığın icrasıyla da köpürdü bu durum. Sebeplerinin çeşitliliği nasıl olursa olsun, hakikat, Muhammed’den günümüze Müslüman’ın, Charlie-Hebdo’nun kötü arzu nesnesi haline dönüşmüş olmasıydı. Müslümanları acı alaylarla ezmek ve adetleriyle dalga geçmek bu satışları düşmüş "mizah" dergisinin satışının temeli haline gelmişti, biraz benzerlikle – bir zaman önce  "Bécassine" adıyla, Bretonya’dan Parisli burjuva çocuklarının kıçını silmek için gelen fakir köylülerle (devrin Hristiyanlarıyla…) alay edildiği gibi.

Bütün bunlar özünde pek de yeni şeyler değil. Kurulu Fransız parlamenter düzeni - en azından kurucu sözleşmesinden; Thiers, Jules Ferry, Jules Favre ve "cumhuriyetçi" solun diğer başka önde gelen isimleri tarafından, 1871’de Paris sokaklarında yirmi bin işçinin katliamındaki becerisine – bu "cumhuriyetçi pakt" etrafında toparlanan pek çok eski solcu dahi, bir takım huzursuz kaynamaların kaynağı olarak hep kent dışındaki varoşlardan, çeperdeki fabrikalardan, ve varoşların karanlık birahanelerinden şüphe etmişlerdi. Kötü eğitimli karanlık genç adamların yaşadığı bu bölgelere her zaman kuvvetli polis ekipleri gönderilmiş, hapishaneler sayısız bahaneyle dolup taşmıştı. Muhbirler "gençlik çetelerinin" içine adice sızdırılmışlardı. Cumhuriyet de, sömürgeci imparatorluktan kalma isyan bastırma yöntemleri sayesinde katliamlarını ve ihtiyaç duyduğu yeni köleleştirme biçimlerini çoğaltmıştı. En küçük Afrikalı ve Asyalı küçük kasaba karakollarında dahi "şüphelilere" kesintisiz olarak işkence edildiği bu kan dökücü imparatorluğa, Jules Ferry gibi cumhuriyetçi paktın gerçek bir militanının Fransa’nın "uygarlaştırıcı görevini" yücelttiği beyannamelerinde imtiyaz sunulmuştur.

Eğitimsiz ve işe yaramaz takımından olmalarının ötesinde, (öyle gözüküyor ki şanlı Cumhuriyet okulu bu durumdan kendisine hiç bir pay çıkarmıyor ve hatanın öğrencilerde değil de kendisinde olduğuna bir türlü ikna olmuyor)  kenar mahallelerde azımsanamayacak sayıda gencin tümünün Afrika kökenli proleter ailelerden olduklarını yahut, hayatta kalmak için bizzat Afrika’dan geldiklerini ve bu yüzden de çoğunlukla İslam dinine mensup olduklarını fark edebiliyor musunuz?  Nihayetinde hem proleter, hem sömürgeleştirilmiş olmak: İtibar edilmemek ve ciddi ölçüde baskıcı tedbirlere maruz kalmak için iki sebeptir. Ne mutlu ki polis, aşırı sağdan olduğu kadar, azimli soldan da olabilen hükümetlerimizin aydınlık politikaları doğrultusunda işine ne gelirse onu yapmakta. Var sayalım ki siyah bir genç yahut Arap kılıklısınız – yahut yasak olduğu için kendi özgür isyan hissiyle saçlarını örtmeye karar vermiş genç bir kadınsınız. İşte o zaman demokrat polisimiz tarafından sokakta önünüzün kesilmesi ve çoğunlukla bir karakola götürülüp alıkonma ihtimaliniz, "Fransız" cevherine sahip birininkine karşılık dokuz, on kat daha fazladır. Zira gayet basittir: Fransız demek kuvvetle muhtemel ne proleter, ne de eski-sömürge olan birinin görünüşünde olmak demektir. Ne de Müslüman…  Charlie Hebdo, bir anlamda, bu polisiye adetleri çığıra çığıra taklit etmekteydi.

Charlie Hebdo'nun karikatürlerinin odağında kendi başına bir olumsuzluk gibiymişçesine Müslüman’dan ziyade, köktencilerin terörist faaliyetlerinin olduğu söyleniyor. Bu çok açık bir şekilde, nesnel olarak yanlış. Sıradan bir karikatürlerini ele alalım: Çıplak bir çift kıç - bu kadar – yazansa şu: "Peki Muhammed'in kıçı, işimize yarar mı?" Müminlerin Peygamber'i, bu kepazeliğin sürekli hedefi, günümüz teröristi olabilir mi?  Bunun hiç bir politika ile ilgisi olamaz. "İfade özgürlüğünün" görkemli bayrağıyla da bir ilgisi yok. Bu İslam'ı hedef alan gülünç ve kışkırtıcı bir müstehcenlik, o kadar. Ve düşük düzeyden kültürel ırkçılıktan da daha fazlası değil, mahallenin taşkın Lepen'cilerini gülmekten kırmak için yapılmış bir «şaka». Karnı tok, sırtı pek olanları memnun edecek bu hoş « Batılı » şaka, aslında bir tahriktir; yalnız içler acısı koşullarda yaşamaya devam eden Afrikalı, Ortadoğulu ya da Asyalı geniş halk kitlelerine karşı değil; aynı zamanda çöp kutularımızı boşaltan, bulaşıklarımızı yıkayan, tadilatımızı yapan, telaş içinde lüks otel odalarımızı temizleyen ya da sabahın saat dördünde büyük bankaların camlarını temizleyen işçi kitlelerine karşı da yapılan bir şakadır bu. Kısacası, işleri ve aynı zamanda karmakarışık yaşamları, tehlike altındaki seyahatleri, birden fazla dil bilmeleri-konuşmaları, varoluşa dair bilgelikleri ve bir kurtuluş politikasının neye tekabül edeceğine dair yetenekleriyle bu halk, tüm dinlere dair meseleler bir yana, en azından ciddiye alınmayı - ve evet hatta hayranlık duyulmayı da hak etmektedir.

Zamanında, on sekizinci yüzyılda, görünüşte din karşıtı olan, oysa aslında insanları alaya alan cinsel içerikli şakalar bir çeşit kışla "mizahı" ortaya çıkarmıştı. Voltaire’in Jeanne d’Arc hakkındaki müstehcen yorumlarına bakın: Orleanslı Bakire, tam da Charlie Hebdo’ya yaraşır türdendi. Sırf yüce gönüllü Hıristiyan bir kadın kahramana yöneltilmiş bu arsız şiire bakarak bile alt sınıftan Voltaire’imizin eleştirel düşüncenin hakiki ve güçlü ışığını kesinlikle yansıtmadığını dile getirebiliriz. Bu aynı zamanda Robespierre’in, Devrim’in kalbini oluşturan din karşıtı şiddeti mahkûm ederek nasıl da bilgece davrandığını, ve neticesinde eline toplumsal muhalefet ve iç savaştan başka hiç bir şey geçmediğini de gösteriyor. Bu aynı zamanda bizi şunu düşünmeye de itiyor: İnsanlar –kasten ya da değil - Fransız demokratik düşüncesini bölen Rousseau’nun gerçek anlamda demokratik ve ilerlemeci yaklaşımından yana mı olmalılar, yoksa birer hedonist ve şüpheci de olan şehvet düşkünü iş bitiricilerden ve varlıklı spekülatörlerden yana mı olmalılar? Nitekim Voltaire’i hakiki kavgalarda galip kılan da işte omzundaki bu şeytanlardı. Fakat günümüzde bütün bunlar leş gibi sömürgeci zihniyet kokmakta – tıpkı başörtüsü karşıtı yasanın Breton başlığıyla dalga geçilen Bécassine tiplemesini yeniden hatırlatması gibi - Ve bütün bunlar aynı zamanda, kültürel faşizmin gözü kör bir düşmanlık ve köhnemiş bir cehaletle birleşip kendi hallerinden pek memnun küçük burjuvalarımızın kalplerine, kenar mahallelerden yahut da Afrika’dan kitlelerin  – yeryüzünün lanetlilerinin – saldıkları korkuyla birleştiği noktalardır.

3. Olan şey

1.Faşist Cürüm

Peki, polisin vakit kaybetmeden öldürdüğü üç Fransız genç? Öncelikle şunu belirtelim, öldürülmeleri sayesinde yaşananların ve suçun gerçek kaynağının tartışılması anlamına gelecek bir davadan yakayı sıyırmış olduk ki, bu duruma sevinen epeyce bir insan vardır. Bu aynı zamanda ölüm cezasının kaldırıldığının unutulmuş olduğu anlamına da geldi: Tıpkı Western filmlerindeki gibi, iş toplumsal intikama dönüştü. Olan bitene dair bir nitelendirmede bulunmak gerekirse, bu üç gencin faşist cürüm olarak tabir edilebilecek bir suç işlediklerini söyleyelim.

Ben şu üç özelliği sergileyen suç biçimini faşist cürüm olarak adlandırıyorum. Öncelikle, eylem körlemesine değil, maksatlı; zira ideolojik saikli, faşizan bir karakterde, bu da kimlikle, yani ulusla, ırkla, cemaatle, töreyle, dinle ilişkili olduğu anlamına gelir. Bu örnekte, klasik faşizmin sık sık hedef aldığı üç kimlik, katillerin de hedef tahtasında açık ve net bir şekilde yer aldı: Karşıt kanatta kabul edilen gazete çalışanları, nefret edilen bir parlamenter düzenin savunucusu polisler ve Yahudiler. Dolayısıyla ilkinde mesele dinle ilişkili, ikincisinde ulusal devletle, üçüncüsünde varsayımsal bir ırkla. Ayrıca burada aşırı bir şiddet söz konusu: Soğuk ve mutlak bir kararlılık hissi uyandırmayı hedeflediğinden küstah ve şatafatlı bir şiddet, aynı zamanda özyıkıma varan bir damara da sahip, öyle ki bizzat katiller de kendi olası ölümlerini kabulleniyorlar. Eylemlerindeki bu nihilist tutum, "Yaşasın ölüm!" hali… Üçüncüsü de büyüklüğü, şaşırtıcılığı ve norm dışılığıyla işlenen cürüm; dehşet uyandırmayı ve tam da bu yolla devlet ve kamuoyu nezdinde ortaya çıkacak kontrolsüz tepkileri beslemeyi, böylelikle cürmü işleyenlerin ve onları idare edenlerin gözünde, kanlı girişimlerinin simetrik biçimde onanmasını hedefliyor.

Bu tip cürümlerde, suçun işlenmesini sağlayan manipülatörler, eylem sonrasında akıbetini düşünmeyecekleri kişileri seçerler. Nitekim bunlar öyle büyük profesyoneller, gizli servis çalışanları, deneyimli suikastçılar falan değiller. Bunlar hayatlarında ne bir anlam ne de bir kaçış imkânı görebilen, salt eylemin büyüsüne kapılmış, hayatlarından çekip koparılmış sıradan insanlar. Bu karışıma bir tutam kimlik bileşeni eklenirse; biraz da sofistike silahlara, seyahatlere, çete hayatına, çeşitli iktidar ve zevk biçimlerine erişebilecekleri düşüncesiyle, biraz da paraya kavuşabilecekleri ihtimali sunulursa… Fransa’da çok başka dönemlerde dahi, faşist gruplara mensup pek çok kimsenin aynı sebeplerle katillere ve işkencecilere dönüşebildiklerine şahit olduk. Fransa’nın Naziler tarafından işgali sırasında, Vichy’nin "Ulusal Devrim" bayrağı altında topladığı milisler tam da bu duruma örnek teşkil eder.

Faşist cürümlerle karşılaşma riskini azaltmak istiyorsak, ders çıkarmamız gereken tablo işte budur. Bu gibi cürümlerin ortaya çıkmasına olanak tanıyan belirleyici etkenler açıktır. Toplum, küresel yoksulluğun içinden çıkan bu genç insanlarla ilgili olumsuz kanılar besliyor; ve onlara yaklaşmaya da olumsuz bakıyor. Tartışmaya kapalı kimlik, teşvik edilen ırkçı ve sömürgeci kategorilerin dolaşımı; ve hatta ayrımcılık ve damgalanmayı dayatan ceza yasaları gibi meseleler bambaşka yollarla da ele alınabilir. Ayrıca hiç şüphesiz, bu genç insanları faal, sağlam ve akılcı bir politik hedef etrafında örgütleyebilecek -mevcut mutabakat dışında- devrimci ve evrensel nitelikteki politik seçenekler uluslararası ölçekte de müthiş derecede zayıf durumda. Hiç yok demiyorum, bizim ülkemizde de çeşitli görüşleri temsil eden ve insanlarla somut ilişkiler kuran politik eylemciler var. Kamuoyu, ancak tüm bu olumsuz etkenleri dönüştürecek sürekli bir faaliyet ve hâkim politik şekli tepeden tırnağa değiştirmeye yönelik bir çağrı söz konusu olduğunda durumun vahametine dair gerçek bir fikir sahibi olacaktır. Bu da, kendi haline bırakıldığında daima tehlikeli sonuçlar doğuran polis faaliyetlerinin, maharetli ve aydınlık bir kamu vicdanına tabi olmasıyla imkân bulur. Hükümet ve medyanın tepkisiyse bunun tam tersi oldu.

 

4. Olan şey

2. Devlet ve Kamuoyu

En başından beri devlet, bu faşist saldırının ölçüsüz ve aşırı tehlikeli bir biçimde kullanma yolunu benimsedi. Kimlikçi saiklerden kaynaklı bu suçun karşısına, başka bir simetrik kimlikçi saik koydu. "Fanatik Müslümanlara" karşı iyi Fransız demokratı hiç çekinmeden iliştiriverdi. Skandal sayılabilecek "ulusal birlik",  yani "kutsal ittifak" teması, tozlu raflardan çıkarıldı - ki bugüne kadar bu tema, Fransa’da genç insanların bir hiç uğruna kendilerini cephelerde kurban etmesinden başka bir işe yaramamıştır. Bu temanın kimliğe ve savaşçılığa dayandığını bir de, Hollande’larımız, Valls’lerimiz tüm medya organlarınca izlenirken, Bush tarafından – bugün yıkıcı ve absürd sonuçlarını artık bildiğimiz – uğursuz Irak işgali sırasında icat edilmiş olan "terörizme karşı savaş"  havasını tekrar tutturduklarında hepten görmüş olduk.  Bu faşist tipteki izole suç bahanesiyle, insanların evlerinden çıkmamaya, yahut yedek üniformalarını kuşanıp Suriye’ye savaş borusunun peşinden gitmeye çağrılmamış olunması da ayrıca isabetlidir.

Kafa karışıklığı, devlet insanları tamamıyla otoriter bir biçimde gösteri yapmaya çağırdığında şahikasına ulaştı. Burada, "ifade özgürlüğünün" ülkesinde, devlet emriyle bir gösteri! Valls’in törende hazır bulunmayanları hapsetmeyi düşünüp düşünmediğini kendi kendine sormadan edemezdi insan. Bir dakikalık saygı duruşuna riayet etmeyenler de, şurada ve ya burada cezalandırıldı zaten. Gerçek anlamı ile her şeyi gördük. Yöneticilerimiz halk nezdinde sürünür haldeyken - böyle bir zaferi hayallerinde dahi göremeyecek yolunu şaşırmış üç faşist sayesinde - bir milyondan fazla kişinin önünde boy gösterip "Müslümanlar" tarafından hem terörize edilen, hem de beslenen demokrasiyi, Cumhuriyetçi paktı ve büyük Fransa’nın görkemini kurtarmayı başardılar. Ve hatta fikir özgürlüğünü ve sivil barışı kutlamak üzere geldiği varsayılan sömürgeci savaşın baş suçlusu Netanyahu’nun dahi, göstericilerin önünde ilk sırada yer alması mümkün oldu.

"İfade özgürlüğü", e hadi bunun hakkında konuşalım! Gösteri bunun tam tersini teyit etti: üç-renkli bayrağın büyük desteği arasında Fransız olmak her şeyden önce devlet gözetiminde aynı fikre sahip olmak demektir. Tüm bu süre boyunca, olan biten hakkında özgürlüklerimiz ve Cumhuriyetimiz türküsünü tutturmaktan, genç proleter Müslümanların ve ürkütücü şekilde kapatılmış genç kızların kimliğimizi, birliğimizi bozmasını lanetlemekten ve "terörizme karşı savaşa" yiğitçe hazırlanmaktan başka bir fikir ileri sürmek pratik olarak mümkün değildi. Ve hatta, ifade özgürlüğüne hayran olunası şu çığlığı dahi duymuş olduk: "Hepimiz polisiz".

Bütün bunlar bir yana bugün, çok küçük istisnalar dışında, basın organları ve televizyonlarının tamamının büyük ve özel sanayi ya da finans gruplarının elinde olduğu bir memlekette, "ifade özgürlüğü" hakkında konuşmaya nasıl cesaret edebiliyoruz? Bu büyük grupların, Bouygues’in, Lagardère’in, Niel’in ve diğer tamamının özel çıkarlarını demokrasi ve ifade özgürlüğü mabedine teslim edeceklerini tasavvur etmek için "Cumhuriyetçi paktımızın" esnek ya da uyum sağlamaya elverişli olması gerekir!

Ülkemizde yasaların tekçi düşünceye ait, korku veren itaat yasaları olması aslında çok doğal. Özgürlük - düşünce, ifade, eylem ve hatta yaşam özgürlüğü de dâhil olmak üzere genel olarak bugün, polisin bir düzine faşist haydudun izini sürmesinin, sakallı ya da örtülü şüphelilerin ihbar edilmesinin, bir zamanlar Komüncülerin kesildiği "varoşların" vârisi karanlık "kenar mahallelere" dair süre gelen şüphenin yedeği haline mi gelmiştir sadece? Kurtuluş mücadelesinin, kamusal özgürlük fikrinin başlıca görevi bu kenar mahallelerdeki gençlerle, örtülü ya da değil tüm genç kadınlarla; herhangi bir kimliğe ait olmayan ("proleterlerin vatanı yoktur") ve sonunda kendi kaderini kendi tayin eden bir insanlığın eşitliğini hazırlayan yeni bir politika çerçevesinde, mümkün mertebe müşterek hareket etmek değil midir? Bu politika, utanmak bilmez sahici sahiplerimizi, kaderimize hükmeden zenginleri başımızdan savmanın en akılcı yolunu ön görmek değil midir?

Fransa’da uzunca bir süredir iki tip gösteri yapılagelmiştir: Kızıl bayrak altındakiler, ve de üç-renkli bayrak altındaki gösteriler. Bana inanın: Efendilerimiz tarafından yönetilen ve kullanılan üç-renkli bayraklar değil işe yarayacak olanlar. İster İslam dininin sekter oluşumlarından, isterse Fransız ulusal kimliğinin ve Batı’nın üstünlüğüne inananlardan oluşsun kimlikçi ve katil faşist gruplara karşı mücadeleye diğer bayrakları tekrar geri getirmek gerekiyor: Kızıl bayrakları.

 ***

Alain Badiou (Filozof, dramaturg ve yazar)

Fransızca’dan Çevirenler: İlksen Mavituna, M. Efe Fırat, Nıvart Taşçı

Makalenin Fransızca aslını okumak için tıklayın.

Bağlı olduğu dosyalar