7 Haziran 2010Referans Gazetesi
Türkiye'nin önündeki sorunların önemli bir kısmı uzlaşma ile çözülmeyi bekliyor. Ancak uzlaşma konusundaki başarısızlık önemli bir engel. Öte yandan uzlaşma gerekmeyen konularda da karar almada güçlükler yaşanıyor.
Bir süre önce Sayın Cem Kozlu'nun yapıp sunduğu ‘Başarının İzinde' programının konukları Sayın Bülent Eczacıbaşı ve Sayın Gürer Aykal idi. Konu, yönetimde karar alma yöntemlerine geldi. Sayın Eczacıbaşı, sonul kararı uzlaşmaya bırakan bir anlayışı benimsediğini söyledi. Sayın Aykal ise tek elde karar vermeden yana olduğunu belirtti. Tabii, her ikisi de kendi farklı alanlarındaki deneyimlerini aktarıyorlardı. Sayın Aykal, orkestra yönetmenliği söz konusu olduğunda başka türlü olamayacağının altını çizdi ve bunun dışına çıkmayı deneyen Dimitri Mitropoulos'un (1896-1960) New York Filarmoni Orkestrası'nın yönetmeniyken başına gelenleri örnek gösterdi. Sayın Aykal'ın söyledikleri birkaç açıdan ilgimi çekti. Bir kere orkestra yöneticisi denildiğinde gözümün önüne hep eli değnekli bir insan geliyor. Baton (ya da baget) adı verilen değnek, ince ve zarif olsa da yine de değnek... Orkestra yöneticilerinin fotoğraflarının en belirgin öğesi. Oysa eli değnekli bir yönetim kurulu başkanı ancak karikatürlerde olur. Bu, işin şakası! İkinci ilgimi çeken nokta ise Mitropoulos örneği oldu. Klasik Batı müziğini dinlemeye ilgi duymaya başladığımda (1961-62) ilk öğrendiğim orkestra yönetmeni isimlerinden birisiydi Dimitri Mitropoulos. Nedeni de o zamanlar bu müziği dinleyebildiğim tek kaynak olan Ankara Radyosu'nu açtığımda anonsların büyük bir çoğunluğunda ya "Arturo Toscanini idaresinde NBC Senfoni Orkestrası" ya da "Dimitri Mitropoulos idaresindeki New York Filarmoni Orkestrası" geçerdi. Ya elde bu kayıtlar boldu ya da program yapanlar bu yönetmenleri seviyorlardı.
Sevecen, yardımsever ve otorite kurmak yerine ikna etmeyi seçen Mitropoulos'un yaşamını New York Filarmoni Orkestrası'nın bazı üyeleri cehenneme çevirmiş ve sonunda görevden ayrılmasına yol açmışlardı. (Bu arada ekleyeyim, Mitropoulos, kalp krizi geçirinceye kadar, operalar dışında orkestrayı baton kullanmadan yönetirmiş.) Bu tatsız, hatta gaddarca olayın öyküsü için Willliam R. Trotter: Priest of Music-The Life of Dimitri Mitropoulos, Portland, Amadeus Press, 1995, s. 401-422'ye bakılabilir. Ancak, orkestra yönetimine yaklaşımı Mitropoulos'un tam tersi olan Herbert von Karajan'ın da başına benzer bir olay gelmişti. Karajan'ın diktatörlüğe varan otoritesi de aldığı bir kararın (daha sonra çok ünlenecek olan klarnetçi Sabrina Mayer'in orkestra üyeliğine alınması) Berlin Filarmoni Orkestrası'nın üyeleri tarafından reddedilmesiyle büyük bir darbe yemişti. (Richard Osborne: Herbert von Karajan - A Life in Music, London: Chatto & Windus, 1998, s. 670-675). Sayın Aykal'ın söylediklerinde dikkatimi çeken üçüncü nokta ise yapılan işin niteliği ile yönetim biçimi arasındaki ilişkinin önemi oldu. Bir orkestra yapıtının nasıl yorumlandığına ilişkin sorumluluk orkestra yönetmenindir. Orkestra yönetmeninin yorumu, sonunda sadece kendisinin eleştirilmesine ya da övülmesine yol açacaktır. O halde bu konuda karar vermek onun tekelinde olmalıdır. Bu görüş üzerinde, siyasal karar alma süreci bağlamında durmak istiyorum.
İki demokrasi anlayışı
Çoğunlukçu demokrasilerde yürütme görevi ve bundan doğan sorumluluk hükümetlerindir. Hükümetlerin kararları ve uygulamaları parlamento ve ilgili yargı oranları tarafından da denetlenir. Başka bir deyişle, yasalar çerçevesinde kalmak koşuluyla, hükümetlerin karar almada tekel konumunda olması söz konusudur. Bu yaklaşım, ‘çoğunluğun iradesinin geçerli olması' biçimindeki demokrasi anlayışına uygundur. Denetim mekanizmasının iyi çalışması durumunda, bu sistemin çoğunluğun diktatörlüğüne yol açmaması da sağlanabilir. Dünyada da bu yaklaşımı başarıyla uygulayan pek çok demokrasi örneği vardır. Öte yandan bu yaklaşım demokrasiyi ‘bir karardan etkilenenlerin, kararın alınmasına doğrudan ya da dolaylı katılması' biçiminde niteleyen yaklaşıma, özünde uymamaktadır. Çünkü, bu yaklaşım içinde yasalar çerçevesinde kalmak koşuluyla, mecliste çoğunluğu elinde tutan bir siyasal partinin kurduğu hükümet, kararlarını bunlardan etkilenenlerin katılımına gerek olmaksızın alabilir. Buna karşılık, oydaşmacı (uzlaşma arayan) demokrasilerde ise bu tür katılım ihtiyari değil, zorunludur. Dünyada bu yaklaşımı da başarıyla yürüten ülkeler (örneğin İsviçre) var.
Bu iki yaklaşımın hangisinin daha iyi olduğu sorusuna yanıt vermek o kadar kolay değil. Çünkü karşılaştırmanın anlamlı olması için çok boyutta ve farklı ölçekler kullanılarak yapılması gerekiyor. Konuyu iktisat politikasıyla sınırlasak bile, en azından büyüme, enflasyon, istihdam, bütçe açığı, özelleştirme/kamulaştırma ve cari açık gibi boyutlar; etkinlik, haklara saygı ve adalet gibi ölçütler söz konusu olacak. Bu durumda da sıralama yapmak hiç de kolay bir iş değil. Bu iki demokrasi anlayışını ve uygulamada ortaya çıkan sonuçları değerlendiren önemli bir çalışma [Arend Lijpart: Demokrasi Motifleri, Çeviri: Güneş Ayas ve Utku Umut Bulsun, İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2006] birkaç yıl önce Türkçeye çevrildi. Bu çalışma oydaşmacı demokrasinin, ilk bakışta göründüğünden daha başarılı olduğunu göstermeye yönelik. Ama her boyutta oydaşmacı demokrasinin çoğunluğa dayalı demokrasiden başarılı olduğunu söylemiyor. Öte yandan uzlaşmacı demokrasinin her toplumda yeşerebileceği gibi bir düş de kurmuyor. Bütün bunlardan sonra yazar, tercihini oydaşmacı demokrasiden yana koyuyor.
‘Uzlaşma' ama hangi durumda
Aslında çağdaş çoğunlukçu demokrasi örneklerine baktığımızda, oydaşmacı demokrasinin temelini oluşturan ‘uzlaşma' anlayışının hem çok önem taşıdığını hem de öneminin zaman içinde arttığını görüyoruz. Üstelik bazı temel sorunlar ortaya çıktığında, uzlaşma aramak, yasalarda yazılmamış olmasına rağmen hemen akla gelen seçenek oluyor. İçinde bulunduğumuz kriz ortaya çıktığında, ABD'de seçim ortamında olunmasına rağmen, iki partinin uzlaşarak ekonomiye müdahale kararının alınması bunun önemli bir örneği. Bu tür örneklerin varlığı çoğunlukçu demokrasilerin, uzlaşmayı sağlamaya yönelik uygulamaları pekâlâ yürürlüğe sokabileceğini gösteriyor. O halde, Sayın Aykal'ın altını çizdiği ‘yapılan işle yönetim yöntemi' arasındaki ilişkinin ne olması gerektiğine dikkat etmek gerekiyor. Böyle bir bakış açısı bazı konulara uzlaşmayı esas almanın, bazılarında ise bunu ikinci planda tutmanın tercih edilebileceği daha esnek ve etkin bir yapının oluşturulmasına olanak sağlayabilir. Dolayısıyla bir konuda uzlaşma aranmaması, demokratik ilkelerin dışına çıkıldığı anlamına gelmeyebilir. Bir konuda tüm ilgililerin görüşünün alınmasından sonra sonul kararın sorumlu makam tarafından verilmesi yaklaşımı bunun bir örneğidir. Mali piyasaların düzenlenmesine ilişkin kararlarda genelde izlenen yol budur. Buna karşılık, anayasanın değiştirilmesi, köklü bir yapısal reform programının yürürlüğe konulması gibi konular söz konusu olduğunda, uzlaşmanın öne çıkması gereklidir.
Önümüzde yatan sorunlara baktığımızda, bunların önemli bir kısmının uzlaşma gerektiren alanlarda olduğu görülüyor. Öte yandan, uzlaşma sağlamadaki başarısızlığımız ise önümüzde önemli bir engel oluşturuyor. Bu, uzlaşma gerektiren konularda bu yola gidilmemesine yol açıyor. Sonuçta karar alınıyor ama ya uygulanamıyor ya da uygulama maliyeti çok yükseliyor. Öte yandan, bu konudaki bulanıklık, bazen uzlaşmanın o kadar gerekmediği kararların alınmasını da güçleştirebiliyor. Bunu aşamazsak, küresel yarışta kazananlar arasında olma şansımızı tehlikeye atacak kadar büyük bir hata yapmış oluruz.