17 Eylül 2006Efe Gönenç*
Son zamanlarda bazı belediyelerin kadınlar için özel parklar yaratma, bu parkları erkeklere yasaklama çalışmalarına şahit oluyoruz. Toplumun bir yarısının vakit geçireceği düşünülen söz konusu kentsel-kamusal mekânlar, toplumun diğer yarısına ancak 12 yaşına kadar ulaşılabilir oluyor, o yaştan sonra da muhtemelen 'tehlikeli ve taciz edebilir' statüsüne ulaştığı için bu kesimin parklara girişi yasaklanıyor. Bu parklar, belediyeler tarafından evlerinde oturan kadınların dışarıya rahat çıkabilmeleri için düşünülmüş, onların dört duvar arasında oturmak yerine dışarıda birbirleriyle dertlerini paylaşabilecekleri güzel mekânlar olarak lanse ediliyor. Türkiye'de kamusal alanın ve mekânın nereler olduğu ve kime ait oldukları yeni bir tartışma değil. Aslında bunun literatürdeki tarifi çok basit: Kamusal mekânlar bir kentin caddeleri, parkları, meydanları, kıyı promenatları ve hatta dar sokakları, herkese aittir ve bu olgunun hem fiziksel hem de sosyal ve politik anlamları var. Kentin kumsallarının belli kesimlerce kullanımını istemeyen gazeteci de, kamusal açık alanda politik gösteriye müdahale eden kamusal erk de, kadınlara özel park yapan belediye başkanı da aynı şeyi yapıyor: Toplumda belli kesimler arasında zaten halihazırda varolan kutuplaşmayı artırmak. Piknik yapanlar ve jogging yapanlar birbirlerini görmesin, politik derdi olan olmayana bir şey anlatmasın, hatta kadın ve erkek biraraya gelmesin. Toplum içerisindeki iletişim, birbirini görme ve anlamaya çalışma veya kızma ve tepkisini gösterme kent kültürünün olağan dinamikleri. Otobüs duraklarında karşılaşan, vapurda karşı karşıya oturan, kuyruklarda birbirini uyaran, meydanlarda beraber yılbaşını kutlayan, sokak kafelerinde yan yana oturan, görülen, gören ve gördüğünü yorumlayan kentli, ötekini tanıyor, onunla iletişime geçiyor ve bu anlarda ve mekânlarda olup bitenler kent kültürü denilen olguyu yaratıyor. Bu planlı veya tesadüfi karşılaşmalar kent hayatına dair tecrübeleri yaratıyor ve bu karşılaşmaların olasılığını azaltan her kentsel müdahale, kamusal yaşama zarar veriyor.
Tecrit ve ayrışma Bu eksende bakılınca, kadınların rahatını sağlamak için sadece onların gittiği bir park yapan belediye, aslında kent kültürünün ayrılmaz bileşeni olan 'birarada, beraber olabilme' olgusunun önemini hiçe sayıyor. Yararına hizmet yaptığını sandığı kadınların kamusal mekândan tecridine yol açıyor. Öyle ki, durum sadece kadın erkek arasındaki kutuplaşmaya değil, o parklara giden kadınlarla ve (erkeklerin de gidebildiği) başka parklara giden diğer kadınlar arasında da ayrışmaya sebep olacak gibi görünüyor. Bireyler ve gruplar arasında karşılıklı gerilim, anlayışsızlık ve ayrışma bu tavrın olağan sonucu olsa gerek. Kamusal mekânın kullanımının ve yerel yönetimlerin buna etkilerinin arkasındaki sosyal sonuçlar bu örnekte açıkça ortaya çıkıyor. Nüfusun büyük oranının kentlerde yaşamaya başladığı Türkiye'de, herkese açık ve ulaşılabilir kentsel kamusal mekânlar, öncelikle toplumsal barış, beraber yaşama kültürü ve demokrasi açısından hayati önem taşıyor. Herkesin birbirini tanıdığı ve ne yaptığını bildiği kırsalın aksine, yabancılarla dolu şehir denilen ortamda anonimleşen kentli, ancak diğer kentlilerle birarada-yan yana olabildiği mekânlarda varolur. O mekânlarda kentliler birbirlerini karşılıklı eğitir, düşündürtür ve iletişime geçer. Bu iletişim görsel veya sözel, hatta sanatsal olabilir ama hep gerçek bir iletişimdir ve medyanın aksine gayet dolaysızdır. Kentliler arasında bu iletişim, karşılıklı anlayış, beraber sevinme, başkası için üzülme veya ona kızma gibi çeşitli şekillerde olabilir, ama her durumda iletişimdir ve kentteki sosyal hayat da zaten bir ilişkiler ve iletişimler toplamıdır. Tabii, kimse kentliler için bu tecrübelerin pürüzsüz ve kolay yaşanacağı yanılsamasında değil. 'Ötekiyle' birarada olmanın getireceği rahatsızlıkları ve gerilimleri, iyimser bir yaklaşımla önyargıların getirdiği toplumsal refleksler olarak algılamalı belki de. Kentsel yaşamın iyi ve kötü yönlerine dair her olayın sahnelendiği kamusal mekânlarda olup bitenler aslında bizim kendi aynamız, beraber yaşamayı becerip beceremediğimizle ilgili olsa gerek. Kamusal hayat ve ortak yaşam kültürü, her toplum gibi bizim için de bir eğitim süreciyle kazanılan alışkanlıklar. Farklı sınıflar arasındaki ekonomik ve sosyal farkların uç boyutlara vardığı, siyasi, sosyal anlayışsızlığın ve yaşam tarzları açısından 'öteki'ne karşı önyargıların, hatta müdahalenin günlük yaşamda kendini iyiden iyiye gösterdiği kentlerimizde, kentlinin aidiyet duygusunu tekrar güçlendirecek ortak yaşam alanları oluşturulması elzem. Buna karşılık, herhangi bir sınıfın, zümrenin veya cinsiyetin baskın çıktığı veya tecrit edildiği kentsel mekânlar herkes için tehlikeli. * EFE GÖNENÇ: Mimar-Kentsel Tasarımcı