17 Aralık 2006Gaye Boralıoğlu (*)
''Sevgi, sarmalanma duygusudur" diyor Adorno. Sevildiğimizi hissettiğimiz anlarda dünyaya karşı bir koruyucu kalkan oluşur üzerimizde. Hayat daha az yakıcı, daha az can acıtıcı hale gelir. Bulutlar yavaş yavaş dağılır, kabuslar karanlık köşelerine dönerler. Derinlerimizde saklanan karşımızdaki için, kendimiz için, insanlık için iyilik yapma isteği yavaş yavaş kıpırdanır, benliğimizden çıkıp dışarıya doğru uzanır. Şeytanlar kaçışır, iyi huylar oynaşmaya başlar içimizde. Sevgi büyü etkisi yaratır. Ah, hele o sevginin kalıcı olduğu, hiç bitmeyeceğini hissettiğimiz zamanlar... Bazen anne babamızdan, kardeşlerimizden, bazen dostlarımızdan ya da aşık olduğumuz insandan gelen akışkan sevgi... Kim olursan ol, ne yaparsan yap, yine de biri ya da birileri tarafından sevileceğinden emin olmak... Aslında sadece böyle bir bilginin kendisi bile insanı kusursuzlaştırabilir, üretken ve güçlü kılabilir. Karşılıksız ve kalıcı bir sevgi, sevilen insanı sarmalamaktan, onun üzerinde bir kalkan oluşturmaktan öte, onun kendini gerçekleştirmesini, daha iyi bir insan olmasını, hayata, başkalarına, kendine daha çok güvenmesini sağlar. Sevgi, korkuları azaltır. Korkular azaldığında şiddet yok olmaya başlar. Yüksekova'da erkeklerin çoğu kadınlarını sevmiyor; ama jiplerini seviyorlar. Yüksekova'ya Anadolu Kültür A.Ş.'nin düzenlediği "Kadın ve Sinema" konulu bir söyleşiye katılmak üzere gittim. Yüksekova'da ve Şemdinli'de iki söyleşi gerçekleştirdik Derya Alabora ile birlikte. Uzun zamandır ilk kez bu tür bir etkinlik oluyordu bölgede. İzleyen insanlar heyecanlıydı, meraklıydı. Zaman zaman, acaba onlara söyleyecek yeni bir şeyim var mı, umutlarının, meraklarının karşılığını verebiliyor muyum diye endişeye kapıldıysam da, havada gezinen samimiyet dalgası, kadınların dinlemeyi seven gözlerini görmek beni rahatlattı. Ama Yüksekovalı kadınların gözlerinde başka bir şey daha gördüm: Sahiplenilmemenin, derinden sevilmemenin hüznü okunuyordu o iri, siyah gözlerde. Yüksekova'da erkeklerin yanında kadınlar değil, jipler var. Erkekler jiplerine biniyorlar, jipleriyle dolaşıyorlar, jiplerine gözleri gibi bakıyorlar, jipsiz sokağa çıkmıyorlar, gittikleri her yere jiplerini götürüyorlar, kadınlarını değil. Durumu şahane bir şekilde özetleyen bir hikâye dolaşıyor ortalıkta. İlçenin Gorbaçov lakaplı tırnak içinde iş adamlarından birini bir arkadaşı telefonla arıyor. Neredesin diye soruyor. Cevap: Jipin yanındayım. Arkadaş ısrarlı; peki jipin nerede diye soruyor. Cevap: Benim yanımda. Son soru: Peki sen ve jip neredesiniz? Cevap: Yan yanayız.
Eroin cenneti Hakkâri'ye bağlı Yüksekova ya da eski adıyla Gever, Türkiye'nin sağ alt köşesinde İran'a ve Irak'a sınırı olan şaibeli bir ilçe. Dört tarafı incecik kar tabakasıyla kaplı dağlarla çevrili bu tuhaf ovayı, pek de istemeye istemeye Zap Suyu besliyor. Hava o kadar soğuk ki, Zap Suyu tarım için toprağın olgunlaşmasını sağlayamıyor bir türlü. Bölgenin MÖ 7000'li yıllara dek uzanan tarihi ise toprağın altına gizlenmiş. Çıkmaya da pek cesareti yok gibi görünüyor; yukarıda bekleyen güncel hayat hiç de parlak değil çünkü. O yüzden turistler de pek gelmiyor bölgeye. Biraz hayvancılık var, hepsi o. Bir ara bir tekstil fabrikası kurmaya kalkmış birileri ama her ne hikmetse olmamış, ilçenin çıkışlarından birinde hayalet gibi bir inşaat duruyor. Bütün bu imkânsızlığa rağmen ortalıkta 34 ya da 06 plakalı son model jipler cirit atıyor. Bu jiplerin hayvan güderek alınamayacağı çok açık. O halde ne işle uğraşıyor Yüksekova'nın zenginleri? Pek çoğumuz biliyoruz tabii. En azından Susurluk raporu, bölgenin eroin cenneti olduğunu ve bundan "düşük yoğunluklu savaşın" her iki tarafının da çeşitli kârlar sağladığını açıklıkla ifade ediyordu. Benzer bir cevabı da söyleşi sırasında tanıştığım bir öğretmenin "Baban ne iş yapıyor" diye sorduğu öğrencisi veriyor: "Sormayın hocam, karanlık işler yapıyor." Bölgede biraz vakit geçirdiğinizde zaten hemen kulağınıza şu laflar çarpıyor: Onun amcası eroinden içerde, şunun babası kaçakçılıktan yargılandı, bir diğeri bir ton eroinle yakalandı. Yok sözün gelişi bir ton demedim, gerçekten bir ton eroinle yakalanan bir "işadamı" var. Yakalandıktan sonra ifadesinde, "Son işimdi," demiş. İnsan hay Allah demek istiyor.
Haydi büyük şehire Her neyse, aslında eroin ve kaçakçılıkla Yüksekova arasındaki ilişki bilinmedik gerçekler değil elbette. Jipli adamlar da ortalıkta dolaşıyor, onların durumu da gizli değil. Herkes, her şeyi biliyor ve kirli bir çark şu ya da bu biçimde dönmeye devam ediyor. Ama bilinmeyen, pek de farkında olunmayan gerçek, kadınların durumu. "Jiplenen" erkekler, tabii ki ilk iş olarak karılarını terk ediyorlar. Çoğu zaten jiplerine binip büyük şehirlere doğru yola çıkıyor, kalanlar da ovaya doğru sigara içerek jiplerinin yanında "duruyor." Başka bir şey yapmıyor. İnsan Yüksekova'ya baktıkça, yahu madem bu kadar kazanıyorsunuz, iyi tamam ama hiç olmazsa memleketinize de bir yatırım yapın, bir okul açın, sokakta dilenen şu çocuklara bir çare bulun, o kirli paranın bir kısmını hayır için ayırın, belki cennette küçük bir yeriniz olur diyesi geliyor, ama onlar zaten kendileri için yeryüzünü cennete çevirmişler. Eskiyen karılarını çocuklarla birlikte hemen derleyip toplayıp bir kenara atıyorlar ve sonra şehirli güzellerin kucaklarına doğru tam gaz uzaklaşıyorlar. Nesrin hanımın başına gelenler çarpıcı bir örnek. Türkçe bilmeyen Nesrin hanımı eski bir belediye başkanı olan eşi, yedi çocuğuyla birlikte bir başına bırakarak ortadan kaybolmuş. Zavallı kadıncağız dilini bilmediği "kendi ülkesinde" yedi çocuğuna bakmaya çalışıyor, hayatta kalma savaşı veriyor. Nesrin hanımın eşi ise kimbilir kimle birlikte sevgili paralarını "harcamakla" meşgul. Onun işi de zor! Yasadışı bir şekilde oluşan ranttan kadınlar hiçbir şekilde pay alamadıkları gibi, o rantı yemek isteyen erkekler tarafından terk ediliyorlar, aşağılanıyorlar. Bize Yüksekova'yı gezdiren arkadaşlardan biri, "Burada kadınlar hep hastadır," dedi. "Ya mideleri ağrır, ya başları ağrır, sık sık fenalık basar... Ama doktora, hastaneye götürülmezler. Yüksekova'nın dışına çıkarılmazlar." Hastaneye gitseler ne olacak ki, bir parça sevgi, biraz aşk, akşamları iki sarılma, sabahları sahici bir öpücük terkibi sunan bir reçete mi var?
Aşkın mucizesi Yüksekova'da dolaşırken ister istemez, Uğur Yücel'in son filmi 'Hayatımın Kadınısın' geldi aklıma. 80'li yıllarda güzelliğiyle dillere destan olan ünlü şarkıcı Asuman Karaca'nın (Türkan Şoray) artık düşkünleşmiş, içindeki şiddet duygusunu nereye püskürteceğini bilemeyen kocası Nejdet'in elinde paralanmış hayatını anlattı Uğur Yücel bize bu filminde. Türkan Şoray'ın özel olarak hayranı değilimdir ama Nejdet'le birlikteyken, mutsuzluğu damarlarında dolaşan, sevilmeyi çoktan unutmuş, kanı çekilmiş Asuman'ın, Tayfur'la karşılaştıktan sonra nasıl parladığını, bir kadının sevildiğinde nasıl güzelleşeceğini, tazeleneceğini inanılmaz bir incelikle anlatan Şoray'ın hakkını teslim etmemek mümkün değildi. Asuman'a, başkaldırma, kaderine meydan okuma gücü veren, kendisi gibi bir başka erkeğin elinde savrulup duran kızı Ahu'ya sahip çıkma, onunla birlikte hayatın bataklığından kurtulmak için mücadele etmesinin yolunu açan da bu sevgi değil miydi! Tophaneli Tayfur sapına kadar delikanlı bir adamdı, bütün raconu, alemleri bilen, ne ki artık kendi köşesinde yaşamayı tercih eden, Asuman'a olan sevgisini yıllarca ve yıllarca içinde beslemeyi bilmiş, vakti geldiğinde de bunu pek mahçup ama içten bir şekilde ifade edebilmiş sahici bir erkek. Bize erkekliğin çok kadınla yatmakla değil, bir kadını derinden sevebilmekle büyüyeceğini, yükseleceğini gösteren bir erkek. Yücel'in filminden kimileri, "Böyle aşklar eskide kaldı" diyerek çıktı, kimileri de "Biz aşkı böyle filmlerden öğrendik" diye. O eskide kaldı diyenler jiplerine binip uzaklaştılar sinemadan. Ama aşkın, erkekliğin aslında ne olduğunu (Tayfur: "Geldim gidiyorum, ama sizin kadar güzelini görmedim Asuman hanım") ve ne olmadığını (Nejdet: "Assolist Asuman Ceylan malak gibi yatıp tavanlara bakıyor!") bir kez daha gözden geçirmek isteyen kadın ve erkeklerin, akıp giden hayatta sürüklenmemenin tek çaresinin "bir dala tutunmak" olduğunu bilenlerin çok keyifle izlediği bir film oldu 'Hayatımın Kadınısın'. Şurası çok açık, başka şeylerle oyalanmanın yollarını bulsak da hepimizin sevgiye ihtiyacı var. Bütün kadınların Tophaneli Tayfur'unki gibi bir sevdaya ihtiyacı var; belki de en çok, güzel, derin bakışları, mafya kültüründen örselenmiş kırık yürekleriyle Yüksekovalı kadınlar hak ediyor böyle sevgileri. Yüksekova sokaklarında, Tayfur'u, Nejdet'i, Asuman'ı, Ahu'yu, erkekleri ve kadınları düşünürken az daha düşüyordum. Yüksekova'nın bir özelliği de bu; hava günlük güneşlik bile olsa her an buzlu bir bölgeyle karşılaşabiliyorsunuz. Yüksekova'nın kaygan zemininde kayıp düşenler de, hep kadınlar oluyor ne yazık ki.
* Yazar