İsrail'in Korku Duvarı

-
Aa
+
a
a
a

Lübnan’da, İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze’de Müslüman militanların öfke ve aşırılıkları dış dünyaya anlaşılmaz şeyler gibi görünüyor. Vahşi cinayetler, kaba saba bir anti-semitizm (Yahudi düşmanlığı), çocukların ve diğer masumların hayatı da dahil olmak üzere insan yaşamına karşı katı bir kayıtsızlık... Bütün bunlar, dışarıdakilere, bu militanları başka bir ahlâk evrenine itme ve onları anlaşılmaz olarak damgalama fırsatını vermektedir.

Ama, bu militanları insanlık dışı, makul insanların asla anlayamayacağı varlıklar olarak damgalamamız ancak şu şekilde mümkün olabiliyor; kendi kayıtsızlığımız ve sessizliğimiz yüzünden, İsrail’in Lübnanlılar ve Filistinliler üzerinde on yıllardır kurduğu ezici baskıyı, işgalin ezici ağırlığını, en ağır aşağılama ve şiddeti görmezden, bilmezden geliyoruz da ondan. Korku saçan bu grupları yavaş yavaş yaratan ve oluşturan şey, İsrail’in şiddete ve işgale olan yatkınlığıdır.

Dış dünyanın yıllarca süren bu vahşice baskıya tepki gösterememesi ve ABD’nin, işgal altındaki Lübnalılar ve Filistinliler adına olaylara müdahaleyi reddetmesi, kana kanla, vahşete vahşetle yanıt veren ve şimdi sahneyi İsrail’le paylaşan bu radikallerin yavaş yavaş oluşmasına ve bilenmesine yol açtı.

Bu işgal edilmiş topraklarda yaşayanlar yıllarca yardım için yalvardılar. Onları dinlemeyi reddettik. Ve bu insanlar öfke, kan ve intikam ateşi ile bentlerini aşıp taşınca, buradaki suç ortaklığımızı göremeden, dehşet içinde geri çekildik. Onlardan sakin ve makul olmalarını istedik.  Ama onlar, yıllar süren istismar ve ihmal sonucu kaynayan kanlarının da etkisiyle bizi dinlemeyince, biz de onları kendi kaderlerine terk ediverdik.

Batı Şeria’da İsrail tarafından inşa edilmekte olan duvar, uzun zamandır süren bu aşağılamanın ve İsrail’in Filistinlileri boğarak öldürme girişiminin en somut ve en önemli simgelerinden biri. Bu duvarın oynadığı rolü anlamak, şimdi açığa çıkardığı öfkeyi de anlamaya başlamak demektir. Anlamak mazur görmek demek değildir elbette, ama bu militanların başka bir ahlaki evrenden gelmediklerini kavramadıkça, onların ortaya çıkmasında ve şu anda Lübnan’da ve işgal altındaki topraklarda ortaya dökülen dehşette suç ortaklığımız olduğu gerçeği ile yüzleşmedikçe, militan hareketleri besleyen büyük adaletsizlikleri anlamaya başlayamayız bile. Her şey bir yana, bu duvarın yapımını mümkün kılan şey, ABD’nin 10 milyar dolarlık kredi garantisidir.

Yeni yerleşim yerleri inşa etmek ve daha fazla Filistin toprağı işgal etmek amacıyla kullanıldıkları sürece bu kredi garantilerine son vermek, militanların gazabını yatıştırmakta ve onların yürüttükleri şiddeti dindirmekte, İsrail’in Lübnan’da, Bartı Şeria’da ve Gazze’de kadersiz sivillerin üzerine yağdırdığı misket bombalarından ve parçalı bombalardan daha etkili olabilirdi oysa.

Ne var ki, çok geç tepki veriyoruz biz. Verdiğimiz tepki de, öfkenin nedeninden çok, onun ortaya konma biçimine karşı oluyor. Ve biz de, o lanetlediğimiz insanlar kadar ahlaken çökmüş, onların bize anlaşılmaz geldiği kadar da anlaşılmazız aslında. Ve, birbirimiz için anlaşılır hale gelene kadar, Ortadoğu’da barış içinde olmamız mümkün değil.  

Devasa, soğuk ve yabancı

Nuhayla Auynaf’ın ön bahçesindeyaklaşık yedi buçuk metre yüksekliğinde bir duvar yükseliyor. Üzerinde yer yer İsrail askerleri için açılmış ince pencereleri olan yüksek kuleler ile donatılmış bu gri kütle, bahçe basamaklarının oradan bakıldığında, tersaneye çekilmiş dev bir transatlantik gibi duruyor. Devasa, soğuk ve yabancı bir kütle. Cüce çalı-çırpı, bodur meyve ağaçları, sanki duvarın karşısında bir araya toplanmış, yardım istercesine ürkek duruyorlar. Uçaklar çarptıktan bir kaç saat sonra için için yanmaya devam eden ve dumanları tüten Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkıntı yığınından nasıl bir anlam çıkarmaya çalıştıysam, şimdi bundan da bir anlam çıkarmaya çalışıyorum.

İkimiz de konuşmuyoruz. Nuhayla Hanım, duvarla yatıp duvarla kalkıyor. Duvar nasıl onu uzağa doğru itiyorsa, aynı zamanda kendine doğru çekiyor da. Duvar onu içine alıyor, massediyor. Nuhayla Hanım her sabah ikinci kattaki balkonuna çıkıp ona bakmadan edemiyor. Yeni varoluşunun muammasını açıklayacak bir Sfenksmiş gibi, sorularına cevap vermesi için ona yalvarıyor adeta. “Eski hayatım duvarla birlikte sona erdi” diyor bana.

İsrail’in bir yıl önce inşa ettiği duvar onu her zaman alışverişe gittiği Kfar Saba adlı İsrail kasabasından koparmış. Tüm İsrail’den koparmış aslında. Batı Şeria’nın geri kalanına erişmesini de zorlaştırmış. Yolunun üzerinde yer alan tek İsrail kontrol noktasındaki bütün o gözetleme kuleleri, projektörler, beton engeller, toz toprak, ağır koku, kalabalıklar, özel geçiş kartları, tacizkâr aramalar, sınır polisinin kaba saba konuşmaları; bütün bunlar ona kaldırabileceğinden fazla gelmiş. O noktadan sadece bir kez geçmeye teşebbüs etmiş.

“O kadar aşağılanmaya dayanamadım” diyor Nuhayla Hanım. “Geri döndüm. Eve geldim. Bir daha da çıkmadım.”

Duvar onun tüm yaşamını kendi çemberinin çirkin çevresine indirgeyip hapsetmiş. Nuhayla Hanım’ın beş oğlu denize gidelim diye ona yalvarıyor. Ama duvar yüzünden artık bu imkânsız. Deniz kenarına artık hiç kimse gidemiyor. Geçiş kapısının tamamen kapatıldığı günler oluyor. Meselâ, intihar saldırılarının ardından kilit vuruluyor kapılara;  bazen de İsrail askerleri herhangi bir açıklama yapmaksızın kilit vurup gidiyorlar. O günlerde Nuhayla Hanım bazen çocuklarını topluyor, ıssız sokaklarda mahkumların volta attığı gibi yürüyüşe çıkıyor. Diğer aileler de aynı. Bu bir hareket duygusu veriyor Nuhayla Hanım’a. Bu yürüyüşler sırasında ailelerin birbirlerinin yanından bir akşamüstünde iki, üç, dört kez geçtiği oluyor. Hepsinin kafasında aynı düşünceler tabii.

“Belediye denize gidelim diye bize otobüs tutardı" diyor Nuhayla Hanım. “Günü birliğine giderdik. Suyun içine girer, orada öylece durup kayaları, dalgaları seyrederdik. Artık hepsi mazide kaldı.”

Hoş bir evi var Nuhayla Hanım’ın. İntifada’nın başlangıcında bitmiş. İşlerin iyi olduğu, barışın ise neredeyse mümkün göründüğü günlerde. Yerler mermer. Mutfakta güzel bir tezgâh ve beyaz eşyalar var. Koltuk ve sandalyeler uçuk mavi üzerine bej çizgili bir kumaşla kaplanmış. Salonda oturuyoruz. Açık kapının önünde yerde duran büyük bir vantilatör odaya zayıf da olsa bir esinti veriyor. Kapının çerçevesi duvarın ifadesiz gri yüzüyle tamamen kaplı, manzara olarak görünen tek şey, o duvar. Birisi ile konuşurken sesi kapatılmış bir televizyon ekranı nasıl dikkatleri çekerse, duvar da bakışlarımızı öyle çekiyor üstüne. Bazen duvara sanki odada duran ayrı bir varlıkmış gibi dönüp bakıyoruz, bir bardak çay veya su ikram etmeye veya kalkıp gitmesini istemeye yelteniyoruz. Bizimle konuşmasını istiyoruz onun.

6 yaşındaki oğlu İbrahim Nuhayla Hanım’ın kucağında oturuyor. Oğlanın bacağında bir yara izi var. İki yıl önce İsrail askerleri tarafından vurulmuş. Akşam karanlığında olmuş bu iş. Askerler, doğru dürüst izin belgeleri olmadan İsrail’e girmeye veya oradan çıkmaya çalışan bir grup Filistinli işçiye ateş açmışlar. Oğlan da ön bahçede olanları izlerken, seken bir kurşun bacağına saplanmış. İbrahim özellikle silah sesi duyduğunda hemen annesine sokuluyor. Evden çıkmayı sevmiyor. Dünya onu ürkütüyor.

Bu aile, duvar onları mahvetmeden önce Kalkilya’nın en zengin ailelerinden biriymiş. Kiremit eğimli damı ve keyifli bir bahçesi olan bu ev için 200,000 dolar harcamışlar. Ev, Tel Aviv’in dış mahallerindeki orta sınıf evlerini andırıyor. Duvarın inşası ile birlikte, ailenin geçimini sağladığı yedek parçacılık işi de yok olmuş. Nuhayla Hanım’ın kocası, eskiden kazandığının %10’unu bile zor kazanıyor artık. Duvarla çevrilip kapatılan bölgeye araba yedek parçası ithal etmek artık çok zorlaşmış. Genellikle, ana bayilere ulaşamıyor. İsrail’de olsun, Batı Şeria’nın geri kalanında olsun, eski müşterileri de artık onun dükkânına gelemiyor. Arabasını kontrol noktasından geçirmek için de izin belgesi yok. Giriş çıkış yapmak için sıraya girip bazen saatlerce beklemesi gerekiyor. Şu anda seyahatte. İşini kurtarmaya çalışıyor ama böyle giderse imkânsız bu. Nuhayla Hanım kocasının bu gece eve döneceğini umuyor, ama emin de değil tabii. Kuyruklar çok uzun. Bazen askerler bıkıyor, sıkılıyor ya da asabileşiyor ve o zaman da insanları ertesi sabah tekrar gelmeleri için geri gönderiyorlar.

“Hayatımızı nasıl sürdüreceğimizi, ne yapabileceğimizi konuşup duruyoruz,” diyor Nuhayla Hanım.

Balkona çamaşır asıyor sonra. Tek manzarası duvar. Geçen sabah gene böyle çamaşır asarken birinin şarkı söylediğini duymuş. Ünlü Arap şarkıcı Fadıl Şakir’in şarkısıymış bu. Şarkıyı söyleyenin sesi yumuşacıkmış.

"Sen, uzakta olan, neden unutursun seni sevenleri?“ diyor şarkıda. “Uykuya daldığımda, gözlerimin önünde sadece senin gözlerin. Sadece seni düşünürüm ben.”

O sırada beş oğlu da bahçede. Onlar da bu bildik şarkıyı söylemeye başlıyorlar. Ortaya bir koro çıkıyor, o yumuşak sesle çocukların sesinden oluşan. Nuhayla Hanım, parlayan güneşe doğru bakmaya çalışıp şarkıyı söyleyeni görmek istiyor. Duvarın İsrail tarafında, askerlerin bu taraftakileri izlemek için üzerinden ciplerle geçtiği tümseğin üzerinde yeşil üniforması ile bir İsrail askerini görüyor. Orada Olimpos tanrılarından biri gibi duruyor asker. Nuhayla Hanım onun bir Dürzi olduğu kanısında. Dürziler, aslen Müslüman olup Suriye sınırı civarında yaşayan küçük bir grup; mensupları zaman zaman İsrail ordusunda ve sınır polisinde hizmet veriyorlar.

“Şarkı bittiğinde bize el salladı,” diyor Nuhayla Hanım. “Çocuklar da ona el salladılar. Sonra da delikanlı duvarın ardında gözden kayboldu."

Bir kaç gün sonra gene balkonda ipe çamaşırları mandallıyor. Evin tahta panjurları açık. Nuhayla Hanım yukarıya baktığında bir asker görüyor, o tepenin üzerinde kendisini gözleyen. Ama bu kez şarkı söylemiyor asker. Hırıltılı sesi cipin üzerine yerleştirilmiş megafonda patlıyor. Ona eve girmesini ve panjurları da kapatmasını emrediyor ses. Nuhayla Hanım emre itaat ediyor. Islak çamaşırları balkonda sepetin içinde kalıyor.

“Bir hayvanat bahçesinde yaşıyorum,” diyor Nuhayla Hanım. “Gelip beni seyrediyorlar. Kafesteki bir hayvan gibiyim. Onlar gelip gitmekte, bakıp bakmamakta, nazik veya zalim olmakta özgür. Benimse hiçbir özgürlüğüm yok.”

Nuhayla Hanım çıldırmaktan korkuyor. 50-60metre ötede bir incir ağacının altına çömelip oturmuş yaşlıca bir kadını gösteriyor bana.

“Duvar onun sonu oldu,” diyor. “Duvarın inşası bittiğinde o da aklını yitirdi.” Birlikte kadını izliyoruz. Kadıncağız inceden inceye sızlanıp duruyor. İnsanların hayatları bu duvarın canavar dişlerinin arasında mahvolup gidiyor. Batı Şeria topraklarından, Cadmus’un ektiği şeytani savaşçılar gibi fışkıran canavar dişleri. Beni ilgilendiren asıl hikâye bu işte; yoksa harcanan çimentonun miktarı, kullanılan dikenli telin uzunluğu, kesilip biçilen zeytin ağacı ya da yıkılan köy sayısı değil. Asıl hikâye,  bütün bunların insan ruhunda neler yarattığı konusunda.

Felaket getiren darbe

Yola inip yaşlı kadına doğru yürüyorum. Gölgede onun yanına çömeliyorum. Dişlerinin çoğu eksik. Tarak görmemiş, taraz taraz olmuş kirli saçları bembeyaz. Adı Fatma Halil el-Bas. 72 yaşında. Kocası birkaç yıl önce ölmüş. Yanı başımızda eski bir taş evin harap duvarları duruyor. Burası onun eviymiş. Orada doğmuş, büyümüş ve İsrail tankları 1967 savaşında evi havaya uçurana kadar da orada oturmuş. O ve ailesi evi asla yeniden inşa etmeden, harabenin çevresindeki tarlalarını ekip biçmeyi sürdürmüş. İsrailliler duvarı inşa ettiklerinde, bu arazileri de onun elinden almışlar. Geriye küçük bir bahçe kalmış, o kadar. Onun tarlaları, yani henüz küçük bir kız çocuğuyken, sonra bir anne olarak, daha sonra da bir büyükanne olarak üzerinde çalıştığı, ekip biçtiği  tarlalarsa artık erişilmez durumda. Duvarın ardında, her taraflarını otlar bürümüş ve bakımsız ve ıssız, öylece duruyorlar. Onlar artık İsrail’in mülkü. Fatma Hanım da küçük dairesini terk edip bu incir ağacının altında yaşamaya başlamış. Eski tahta parçalarını, kalasları dallara yaslayarak kendine bir sığınak yapmış. El kadar bir toprak parçası üzerinde domates ve salatalık yetiştiriyor.

Anlattıklarının çoğu, ipe sapa gelmez şeyler. Kocasının ikinci karısına sövüp saydıktan sonra birden yumuşak bir sesle “Ne iyi adamdı.” diyor. Ariel Şaron, George Bush ve Yaser Arafat adlarını tükürürcesine bir nefretle birbiri ardından sıralıyor. Elinde kalan bu son toprağı hayatı pahasına korumaya and içtiğini söylüyor, ama hemen ardından geceleri korku içinde kaldığını da itiraf ediyor: “Gece ağacın altında yatan bir kadın olarak korkuyorum, namusum elden gidecek diye korkuyorum.” Ben gitmek için ayağa kalkıyorum. Ağlamaklı gözlerle bana bakıyor. Arkamı döndüğümde Nuhayla Hanım’ın bizi izlediğini görüyorum.

Yaşlı kadın “Ben bir garip kuşum, sana vurulmuşum,” diye fısıldıyor arkamdan.

Can çekişen bir getto

Kalkilya bir getto. Tamamen duvarla çevrilmiş, kuşatılmış durumda. İnsanların Batı Şeria’ya çalışmaya gidip sonra eve dönmesine imkân veren tek bir askerî kontrol noktası var. Sadece bir grup insan Kalkilya’ya giriş çıkış yapabiliyor: Onlar da, İsrail’in dağıttığı özel geçiş iznine sahip olan kişiler. Burası bir Lodz gettosu veya Varşova gettosu değil ama, gene de 1555’te Papa IV. Paul’ün duvarlarla çevrili bir cebin içine yığınlar halinde hapsettiği ve nesiller boyu orada tecrit edilmiş halde yaşamak zorunda kalmış olan Yahudilere hayli âşina gelecek bir getto. Kalkilya, dünyadaki bütün gettolar gibi ölmekte. Duvar Batı Şeria’nın iki yakasında bir yukarı, bir aşağı dev bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerler, durmadan yeni Filistin topraklarını yutar ve Filistin kentlerinin, kasabalarının, köylerinin ve tarlalarının etrafında düğüm üstüne düğüm atarken düzinelerce başka kuşatılmış getto da Kalkilya’nın yanı sıra bu ölüm kervanına katılıyor.

Duvarın inşaatına 2002 yılında başlandığında görünürdeki amaç, İsrail’i intihar eylemcilerinden ve benzeri başka saldırılardan korumaktı. Kâğıt üzerinde duvarın, 1949 Ürdün-İsrail ateşkesi ile belirlenen ve İsrail ile Filistinlilerin elindeki Batı Şeria toprakları arasındaki sınırı oluşturan Yeşil Hat boyunca ilerlemesi gerekiyor. Ne var ki, duvarın yaklaşık yüzde 80’i, fiilen Filistin topraklarının içinde ilerliyor ve hatta bazı yerlerde 20 km kadar Filistin topraklarına girmiş durumda.

Duvar bundan birkaç yıl sonra bir gün tamamlandığında (eğer tamamlanırsa) Batı Şeria’yı üç ana bölge ve sayısız küçük kuşatılmış getto halinde parçalamış olacak. Bu üç ana cep, güneydeki Beytüllahim/Hebron bölgesi ile kuzeydeki Cenin/Nablus ve Ramallah bölgelerinden oluşacak.

İşgal altındaki bölgelerdeki yaşam koşullarını belgeleyen, önde gelen İsrail insan hakları kuruluşu B'tselem’in yakınlarda açıkladığı rapora göre, duvar Batı Şeria’nın etrafında dolaşarak toplam 1,150 km uzunluğunda olacak; yaklaşık 740 kilometresinin inşaatı bitmiş durumda. (Karşılaştırma için, Berlin Duvarı’nın 154 km uzunluğunda olduğunu söyleyelim.) B'tselem aynı zamanda Batı Şeria’da yaşayan 500,000 Filistinlinin bu duvardan doğrudan etkileneceğini tahmin ediyor: Ya, duvarın tamamen çevirip kuşattığı alanların içinde yaşamak suretiyle; ya duvarın batısında kalan ve hukuken değilse de fiilen İsrail toprağı olan topraklarda yaşamak suretiyle; ya da Batı Kudüs’e geçmelerinin fiilen imkânsız olduğu Doğu Kudüs’te oturmak suretiyle bundan etkilenecekler.

Kalkilya’nın ana caddesinde duruyorum. Ortalıkta çok az trafik var. Dükkânlar birbiri adından kepenklerini indirip kapatmış. Ağır metal kapılar yere asma kilitlerle raptedilip emniyete alınmış. İbranice ve Arapça tabelalar bir zamanlar ticaretin yapılabildiğini hatırlatan soluk izler gibi.

Duvarın inşasından önce burada 42,000 kişi yaşıyordu. Belediye Başkanı Maruf Zahran en az 6,000 kişinin burayı terk ettiğini söylüyor. Onları, işsizliğin %70’e çıktığı bu kasabada daha birçokları  izleyecek ve göç edecek. Uzakta, duvarın tepesinden Tel Aviv gökdelenlerinin uçlarını görebiliyorum. Burada insan kendini karantina altındaki vebalı bir kentteymiş gibi hissediyor. İsrail’e bir kaç intihar bombacısının Kalkilya’dan sızması üzerine İsrail yetkilileri buradan “terörist oteli” olarak söz etmeye başladılar.

Duvarın öbür tarafında yüzlerce hektarlık tarım arazisi kaldı; bir kısmı Batı Şeria’nın en verimli topraklarıydı ve sınır kapılarını, kontrol noktalarını ve diğer barikatlarla engelleri düşünürsek, bunların giderek daha da erişilmez hale geldiği apaçık. Kalkilya’nın hemen dışında tarımla uğraşan 32 köy var; bunların kendi arazileri ile bağlantıları kesilmiş durumda ve buraların insanları yoksulluk ve çaresizlik batağına her gün biraz daha fazla gömülüyor. Yüzlerce yıldır ürün veren kadim zeytin ağaçlarını barındıran zeytinliklerde ağaçlar kökünden sökülmüş, içinde bulundukları arazi buldozerlerle dümdüz edilmiş. Duvar Batı Şeria’da orta sınıfı yok ediyor ve bu sınıf, İslami köktenciliğin önündeki son engel. Bu duvar, Batı Şeria’yı büyük bir hızla Gazze’deki sefalet düzeyine çekiyor: Yani, insanların günde 2 doların altında bir parayla yaşamaya çalıştıkları düzeye. Bu, Filistin topraklarının Afrikalılaştırılmasından başka bir şey değil.

Bu, aynı zamanda bir etnik temizlik. Sırpların Bosna’da yürüttüklerine şahit olduğum olay kadar şiddet yüklü olmasa da, onlarınki kadar etkin bir etnik temizlik. Binlerce Filistinli bir daha dönmemek üzere bu toprakları terk etti. Beytüllahim gibi şehirler giderek boşalıyor. Filistinlilere göre asıl amaç da bu zaten: Yaşamı dayanılmaz hale getirmek ve böylece bu toprakların sâkinlerini buraları terk etmeye zorlamak.

Projeyi mümkün olduğu kadar kulağa hoş gelir hale getirmek için dilbilgisi üzerinde epey gayret gösterdikleri anlaşılan İsrailliler, duvara “teyel” ya da “dikiş yeri” diyorlar. Duvarın sınır oluşturmak gibi bir amacı olmadığı konusunda ısrar ediyor ve bunun İsrail’i daha güvenli hale getireceğini iddia ediyorlar. Dediklerine göre, Gazze çevrilip kapatıldığında, oradan gelen intihar bombacılarının da ardı arkası kesilecek. Batı Şeria tamamen kapatıldığında da, oradan teröristlerin artık bir daha İsrail’e geçemeyeceğini garanti ediyorlar. Güvenlik vaadi, bıkkın ve yorgun İsrail halkının kulaklarına, kudret helvası (manna) gibi geliyor; Yani, Mısır’dan göç sırasında Tanrı’nın kendilerine sunduğu ilahî yiyecekler kadar kutsal ve ferahlatıcı.

Bu vaat, tabii ki bir varsayıma dayanıyor:  Duvarın Filistinlileri Yahudilerden ayıracağı varsayımına. Ancak, bu varsayım, İsrail’in içinde yaşayan 1 milyon İsrailli Arabı yok sayıyor, ki bu insanların bazıları daha şimdiden vücutlarını birer silah olarak kullanıp patlatmayı seçmiş durumda. Bu varsayım, 200 kadar Yahudi yerleşiminde genellikle Filistinlilere sadece bir kaç metre mesafede yaşamakta olan Yahudi yerleşimcilerin varlığını da göz ardı ediyor. Fakat bunlardan daha tehlikeli olarak, insanları toptan tecrit etmenin sonuçlarını da tamamen görmezden geliyor. Oysa, Batı Şeria da tıpkı Gazze gibi, korkunç bir öfke ile patlayacak.

Gazze’de muhabir olarak ilk çalışmaya başladığım 1988 yılında Hamas pek az takipçisi olan önemsiz bir gruptu. Şimdi ise İslamcı radikaller, direnişin öncüleri konumunda. Batı Şeria toprağına gömülen her beton kiriş, yeni katil çetelerini doğuracak. Bunu Gazze’de yaşadık. Burada da aynen böyle olacak. Bu duvar asla güvenliği sağlayamayacak; ama zaten amaç güvenlik değil ki. Bütün bu olup bitenin ardında çok daha sinsi bir amaç var.

Bu duvar güvenlik amacıyla yapılıyorsa, neden İsrail Batı Şeria’nın önemli bir kısmını gasp ediyor o zaman? Duvar neden Batı Şeria’nın içine geniş kavislerle dalıp, çok uzaklara savrulmuş Yahudi yerleşimlerini çekip İsrail’in içine alıyor? Neden binlerce hektarlık en verimli tarım arazisine ve Batı Şeria’nın yeraltı su rezervlerinin çoğuna İsrail tarafından el konuyor?

Duvar, Birleşmiş Milletler tarafından İsrail ile Batı Şeria arasındaki sınırı belirleyen eski 1967 hattı veya 1949 tarihli İsrail-Arap ateşkes hattı boyunca ilerlemiyor. Belirlenen güzergâhta Batı Şeria’nın en az yüzde 50’si duvarın diğer tarafında kalacak. Batı Şeria Filistinlilerinin kullandığı suyun yarısından fazlasını sağlayan batı tepelerindeki su rezervlerinin tamamı da buna dahil. Bu duvar, Batı Şeria ve Gazze’nin 1967’de işgal edilmesinden bu yana Filistinlilere vurulan en feci darbedir.

Duvarın bizzat kendisi, bunun geçici bir önlem olduğu yolundaki herhangi bir iddiayı alaya alır nitelikte. İnşaatın kilometre başına maliyeti 620 bin dolar (1 mil başına 1 milyon dolar) tutarında. Tamamlandığında toplam maliyet 2 milyar doları aşacak.  Duvar Batı Şeria’nın 365 kilometrelik kısmını kat ederek onu İsrail’den ayırıyor, ama Filistin topraklarını içine katmak amacıyla dolambaçlı bir güzergâhta ilerlediği için,  buradaki uzunluğu yaklaşık 655 km olacak. İkinci bir duvar da Batı Şeria’nın Ürdün nehri tarafında inşa edilmekte. Duvarın geçeceği yerleri görmek için haritaya bakmak, esas noktayı gözden kaçırmamıza sebep olacaktır. Haritada görünmeyen o esas nokta da şu: Duvar, İsrail’in Filistin topraklarından çaldığı her bir arsa ve emlaki birbirine bağlamakta. Ve, sonunda tüm parçalar yerine oturduğunda, hiç şüphe yok ki İsrail bu kuşatılmış sefalet, yoksulluk ve umutsuzluk havuzcuklarını bütün dünyaya Filistin Devleti olarak ilan edecektir.

Duvar boyunca yolculuk

Duvarın bitirilmiş kısmı boyunca 10 gün yolculuk yaptım. Duvar bölüm bölüm inşa ediliyor. Genellikle birden fazla kontrol noktasından geçmek zorunda kalınarak Batı Şeria’ya girip çıkmak, her seferinde 3-4 saat alıyor. Duvarın kuzey kanadı 2003 Temmuzunda tamamlanmış olmasına rağmen, 2006’da ben oradayken İsrail Savunma Bakanlığı kuzeyde duvar boyunca bir tampon bölge oluşturmak için hâlâ evleri ve tarlaları dozerlerle yerle bir etmekle meşguldü. Buldozerler, kamyonlar ve kepçeler arazinin üzerinde dizel dumanları saçıp homurdana homurdana bir oraya bir buraya gidip geliyorlardı. Duvarın bulunmadığı yerlerde de genellikle geniş toprak bir yol, inşaat için tesviye edilmiş ve düzlenmiş oluyor. Yükselmekte olan duvarın her iki yanında dinamitlenmiş dükkânlarla evlerin yıkıntıları ve tarumar edilmiş zeytinliklerin kararmış kalıntıları var. Bu, bugüne kadar devlet tarafından girişilmiş en iddialı ve hiç şüphesiz en maliyetli inşaat projelerinden biri.

Duvarın güzergâhı üzerinde Maşa adlı küçük bir kasaba bulunuyor. Üç yıl önce ayaklanmanın başlarında İsrail buradan Tel Aviv’e giden yolu kapatınca bu kasaba ölmeye başladı. Bu tecrit, yol boyunca sıralanmış çardak ve tezgâhlarında meyve- sebze satan insanların işlerinin sonu olmuş. Bu tecrit, Filistinlilerin çoğunu Batı Şeria’ya hapsetmiş ve işte bu yüzden de duvar İsrailliler için soyut bir kavram. Duvar İsrail topraklarına girmiyor. İsraillilerin yaşamını değiştirmiyor. Sadece mevcut durumu, statükoyu sağlamlaştırıyor, o kadar..

Dar asfalt yolun iki tarafında bulunan Badya Pazarı bomboş, bir zamanlar yığınlarla meyve ve sebze satılmakta olan teneke damlı kulübeler ve depolar artık terkedilmiş. Yol kapandığından bu yana kasabanın nüfusu 7,000’den 2,000’e düşmüş.

Tel Aviv’e giden yolu kapatan iki toprak yığınından birinin üzerine çıkıyorum. İlerideki tepelerden birinin üzerinde bir askeri üs var. Solumda yolun yüz metre kadar yukarısındaki yerleşim yerinin etrafını bir elektrikli tel çevrelemiş. İki yeşil İsrail ordu cipi ikinci tepeciğin bir kaç metre ilerisinde yolu kapatacak şekilde çapraz park etmiş duruyor. Bu iki tepecikle onların arasında kalan boş yol parçası eski karton kutular, kırık cam şişeler, tahta meyve sandıkları, teneke kutular, plastik Cola Cola şişeleri, araba lastikleri, yırtık pırtık naylon torbalar ve bir çocuk arabasının eğri büğrü kalıntıları ile dolu.

Genç bir çocuk üç karton kutuyu bir alışveriş arabasına yerleştiriyor. Hemen yanımdaki tepeciğin üzerinde duran yaşlıca bir kadın ona yardım ediyor. Araba dolunca çocuk onu 20 metre kadar ilerideki diğer tepeciğe sürüyor. Kadın onu izliyor. Diğer tarafa ulaştıklarında çocuk kutuları boşaltıp kadına uzatıyor. Kadın çocuğun eline bir gümüş şekel bırakıyor. Çocuk sonra diğer tepeciğe geri dönüp bekliyor. Gün boyunca bütün yaptığı bu. Malların bu yoldan geçirilmesinin tek yolu da bu zaten.

Küçük barakaya doğru yürüyorum, masada bir adam oturuyor. Raflar bomboş. Adamın önünde iki kasa domates duruyor. Cam kapılı bir buzdolabında soğuk içecekler var. Çıplak bir telin ucunda sallanan ampulden yüzündeki hafif gri sakala yumuşak bir huzme vuruyor. Şişman ve mecalsiz sinekler etrafta vızıltılarla uçuşuyor. Duyduğum tek ses bu. Adama benimle konuşup konuşmayacağını soruyorum. Uzun bir sessizlik oluyor.

“Neden konuşalım ki?” diyor sonunda, “Hiç faydası olmaz.”

Yolun yukarısına doğru, iki tepeciğin üzerinden yürüyüp halka halka yığılmış dikenli tellerin arasındaki açıklıktan geçmek üzere sola sapıyorum. Dikenli telin yanındaki araziye dikilmiş bir direkte özgürlük sembolü gökkuşağı renklerinde bir bayrak dalgalanıyor. Toprağı kaldırılmış bahçede ağır iş makineleriyle kepçelerin açtığı  palet izleri, çukurlar görülüyor. Çalışmakta olan makinelerin homurtularını, iniltilerini ve gıcırtılarını duyuyorum. Makineleri göremiyorum. Gökyüzü berrak. Ortadoğu’nun o kör edici billur berraklığında, gün ışığı merhametsiz ve ezici.

Bahçede evin önünde tenteler var. Tentelerin altında bir dizi kirli yatak ve köpük yastık görülüyor. Yatakların etrafına saçılmış sırt çantalarının bazılarında Avrupa havayollarının etiketleri seçiliyor. Mavi bir sırt çantasındaki etikette SAS yazısı okunuyor. Etrafta birkaç su soğutucusu var. Yere plastik bardaklar saçılmış. Çoğu büyük cepli pamuklu pantolonlar ve sandaletler giymiş delikanlılarla genç kızlar minderlerin üzerine uzanmış, hafif sesle sohbet ediyorlar. Birkaçı uykuya dalmış.

Evin kapısına doğru yürüyorum. Burada yaşayan Münire İbrahim Amer beni evin çatısına çıkarıyor: çamaşırların asılı olduğu, büyük bir su tankının bulunduğu düz bir çatı burası. Sıcak dayanılmaz. Az da olsa gölgede kalabilmek için duvarın kenarındaki dar saçağa doğru yürüyorum. Kısa sarı saçlı, güneş gözlüklü genç bir kadının elinde bir video kamera var. Yeşil bir tişört ve bol haki bir pantolon giyiyor. Beline bir kemerle bağlanmış küçük bir kese var. Adının Maria olduğunu söylüyor. Soyadını söylemek istemiyor.

Almanca ya çalan bir aksanla “İsrailliler hava alanında binlercemize giriş vizesi vermeyi reddettiler," diyor. "Birçoğumuzu da sonradan yakalayıp sınır dışı ediyorlar. Sana adımı verirsem beni kara listeye alırlar. Bir daha beni ülkeye sokmazlar. Pasaportuma “Giremez” damgası vururlar.”

Dediğine göre, bir yılı aşkın bir süredir Filistin’e girip çıkıyor. İsrail’in silahlı militanlara karşı giriştiği saldırının ardından Cenin kampına giren ilk yabancılardanmış: geride onlarca ölü bırakan ve kampın bazı bölgelerini harabe haline getiren Cenin saldırısının.

“Cesetlerin kokusundan nefes alamıyordum” diyor, “Anne babalarının vücutlarından geriye kalanları toplayan çocuklar gördüm. Hiç birimiz yemek yiyemedik. Korkunçtu. Bütün dünya da öylece durup seyretti; hiç bir şey yapmadı.”

İslam araştırmaları üzerine ihtisas yapıyormuş. Arapça biliyor. İşgale karşı İtalya’da düzenlenen protesto eylemlerinde yer almış. “Apartheid duvarı” adını verdikleri bu inşaatı protesto etmek için bölgeye eylemciler gönderen Kadınlar Uluslararası Barış Hizmeti adlı örgüte katılmış. Diğer eylemcilerle birlikte, bir Filistin köyü olan Haras’ta bir evde yaşıyor. Bir yıldan fazla bir süredir Batı Şeria ve Gazze’ye girip çıkarak, örgütünün sağladığı dar kaynakla yaşamını kıt kanaat sürdürüyor.

On yıllık emeğin üstünden geçen buldozerler

Buldozer aşağıdaki tepede inşaat alanını düzlemek üzere dumanlar püskürtüp homurdanarak bahçede sarsıla sarsıla ilerlerken, eylemciler evin etrafını sarıyor. Buldozerin geri dönüp saldıracağı ihtimalini öngören üç eylemci kendilerini evin bitişiğindeki sundurmaya zincirliyor. Sundurmanın bugün-yarın yıkılacağı aileye bildirilmiş. Maria buldozeri anlatırken, adeta yaşayan bir canlıdan, Filistin’i yutmak üzere toprağın karnından fışkıran bir tür canavardan (Leviathan’dan) söz ediyor.

“Bir eylem yaptığımızda harika oluyor.” diyor. “Yaşam bu işte, kendi mutluluğumuz için mücadele etmek değil sadece, birlikte yaşamak. Gerçek mutluluk arayışı, kendimi mutlu etmeye yönelik bir çaba değil aslında. Birlikte yaşamak ve paylaşmaktır mutluluk.”

Burada, derin ve hüzünlü bir düşünce seziyorum; sanki Maria insanlığın hüznü hakkında birçok şey biliyormuş gibi.  Daha sonra da bunun gerçekten böyle olduğunu anlıyorum. Aktivistler, yardım görevlileri, uluslararası muhabirler ve askerler, genellikle evden kaçan öksüz ve yetimlerdir. Ben de onlardan biriydim. Böyle insanlar yeni aileler, yaşamak için yeni sebepler peşinde koşarlar: Geçmişi silecek, belleğin kara bulutlarını defedecek kadar güçlü ve genellikle de mesihvari olan yeni yaşama sebepleridir bunlar...

Boynunda gümüş bir takı var Maria’nın. Hindistan’dan gelmiş. “Korktuğumda bunu avucuma alır, parmaklarımla okşarım,” diyor parmakları ile onu kavrayıp. “Bâtıl inançlar geliştirdim. Geçen yıl hayatımı bir kaç kez tehlikeye attım. Filistinlilerin Allah’a neden inandıklarını anlıyorum. Şaron ve Amerika’nın karşısında güçsüz kaldığınızda, onlardan daha güçlü bir şeye inanmanız gerek. Ayakta kalabilmenin tek yolu bu. Ben Tanrı’ya inanmam. Ama buna inanıyorum."

Âniden askeri ciplerin motor homurtuları ve fren gıcırtıları duyuluyor. Bir düzine İsrail askeri miğferleri ve kurşun geçirmez yelekleriyle araçlardan fırlıyor. Askerler, hızla yola yayılıyorlar; yüzleri, şimdi minderlerinden fırlayıp kalkmış olan aktivistlere çevrili. Aktivistlerden üç erkek zincirleri kapıp sundurmaya koşuyor. Askerlerin kucaklarında kara M-16 taarruz tüfekleri var.

“Lanet olsun!” diyor Maria ve hızla, bir yandan da kayıt düğmesine basıp kamerasını aşağıdaki sahneye çevirirken. “Bir cip daha geliyor. Basın merkezini arayıp onları uyarmam gerek.”

45 aktivistten oluşan gayri nizami grup bahçeye dağılıyor. Askerler, sessiz ve boş bakışlarla onları seyrediyorlar, birazdan ayağının altında ezeceği karıncaları seyreden çocuklar gibi. Bir kaç dakika sonra ise ciplerine atlayıp oradan uzaklaşıyorlar.

Eylemciler güneşin altında bir kaç dakika daha bekledikten sonra tentelerinin altına dönüyorlar. Maria da çatıdan inip onlara katılıyor. Kullanacakları taktikleri tartışmaya başlıyorlar. Birisi askerler tekrar gelirse “Give Peace a Chance” (Barışa Bir Şans Ver) şarkısını söylemeyi öneriyor. Bir diğeri buldozerin yolu üzerine Filistin köyünün küçük bir modelini yapmayı öne sürüyor. Pankartlarına ne yazmaları gerektiği üzerine hararetli bir tartışmaya girişiyorlar. Bir konu üzerinde anlaşmaya vardıklarında, alkışlamak yerine kollarını kaldırıp parmaklarını oynatıyorlar. Gruptan biri, Başkan Bush da dahil, dünya liderlerinin duvar aleyhine söyledikleri sözleri yazmayı öneriyor. Başkan Bush’un adının geçmesi tartışmayı kızıştırıyor.

İsrail aksanıyla konuşan bir kadın “Pankartlarımıza Başkan Bush’un laflarını yazmamız gerektiğini düşünmüyorum doğrusu,” diyor. "George Bush’un buna aldırdığı yok, hiçbir şeye aldırdığı yok. O adamdan gerçekten nefret ediyorum. Katıldığım hiç bir eylemde onun ağzından çıkan herhangi bir şeyin yer almasını istemiyorum.”

Tüm eller havada ve parmaklar oynatılıyor. Bir taraftan, bu adanmışçasına bağlılıklarına hayranlık duyuyorum. Öte yandan da, onları fanatiklere mahsus, o ‘herkes için en iyisini bilme’ düşüncesinden etkilendikleri için kendilerini bir anlamda üstün görür buluyorum. Öfkeleri kısmen, kimsenin onlara kulak asmamasından kaynaklanıyor, ama kısmen de kendi içlerindeki yıkımdan, sanırım çoğunun içten içe tedavi etmeye çalıştığı ve iyileşmesini umdukları yıkımdan besleniyor.

Eve girip aile ile birlikte oturuyorum. Aile, etrafındaki bu çılgınlığın ortasında yaşamaya devam ediyor. Buldozer eve su taşıyan boruları kırmış. Son bir kaç haftadır sularını eve plastik kovalarla taşıyorlar. Çocuklar evin bir tarafını açık tuvalet haline getirmişler. Ortalığa dışkı kokusu yayılıyor.

Münire İbrahim Amer ve kocası Hani’nin dört erkek, iki de kız çocukları var. Dışarıda toprağın altını üstüne getirmek için haldır huldur çalışan ağır iş makinelerinin çıkardığı gürültüyü bastırmak için sık sık bağırıp çağırarak odanın içinde koşuşturup duruyorlar. Bir İonescu oyununun sahnesinde sanıyorum kendimi.

“Bu toprağı satın alıp üstüne bir sera kurmak için Suudi Arabistan’da 10 sene çalıştım” diyor Hani. "İsrailliler birkaç saat içinde tüm bitkilerimi ve seralarımı yerle bir ettiler.”

Aile bu eve 1981’de yerleşmiş. İyi bir yaşamları varmış. Birçok İsrailli müşterileri olmuş. Birçok şey yetiştirmişler.

“Geçen yıl önce askeri cipler köye gelip caminin etrafında el ilanları dağıttılar” diyor. “Sonra eve askerler geldi. Bize evimizin duvarın güzergâhı üzerinde olduğunu ve yıkılacağını söylediler. Bedelini ödeyeceğiz dediler.”

Ama onlara inanmıyor. Arazinin değerine İsraillilerin karar verdiğini ve diğer Filistinlilerin de dediği gibi genellikle hiçbir bedel ödemediklerini söylüyor.

“Duvarlarını çıkacaklar ve bu yabancıların bizi korumasına izin verdiğim için de benden intikam alacaklar. Evimi yıkacaklar,” diye ekliyor. Akşam karanlığı bastırıyor. Oradan ayrılıyorum. Bir yıkımdan korkan eylemciler tentenin altında uyuyorlar. Ertesi sabah Maria ile telefonda konuşuyorum. Bana gerçek adını söylüyor. Maren Karlitzky. Kendisi Almanmış. Adını artık bana söyleyebiliyor çünkü gece diğer eylemcilerle birlikte Ariel yerleşiminde bir polis karakolunda tutulmuşlar. İsrailliler pasaportuna el koymuşlar. Tutukluymuş.

Sabah saat 7’de yüz kadar askerin evi kuşattığını anlatıyor. Eylemcileri otobüslere doldurmuşlar. Eylemciler de orada oturdukları yerden, buldozerlerin sundurmayı ezip geçmesini izlemişler. Bütün gece gruptan kimsenin uyumasına izin verilmemiş. Herkesi sorguya çekmişler.

“Beni sorguya aldıklarında, kendileriyle işbirliği yaparsam kalmama (yani İsrail’de kalmama) izin vereceklerini söylediler," diyor. “Reddettim.”

Sabaha karşı 4’te polis önlerine İbranice yazılı ifadeler koymuş ve bunları imzalayın demiş. İfadelerde hiçbirinin bundan sonra Batı Şeria’ya girmeye veya vizelerini yenilemeye teşebbüs etmeyeceğini yazıyormuş. İmzalamışlar.

“Bu bir hataydı” diyor Maren. “Yorgunduk”.

Bundan sonra ne yapacağını soruyorum. “Bil bakalım,” diyor.

Aşırı baskı

Genellikle arabamı bir yere park edip iki üç yıldır yollara erişimi olmayan köylere yürümek zorunda kalıyorum. Toprak yığınları, hendekler ve yer yer yırtılıp bir kenara atılmış asfalt parçaları yolları geçilmez hale getirmiş. Yolların her iki yanında da çalılar, ayrık otları bitmiş. Bu engeller yakında yerlerini duvarlara, çitlere, hendeklere ve dikenli tellere bırakacak.

Issız bir toprak yoldan aşağıya doğru yürüyorum. Yol taşlarla kaplı. El-Numan adlı küçük bir tarım köyüne gidiyorum. El-Numan köyünde, çiftçilerin mal ve mülkleri mahkeme kararlarıyla ellerinden alınmış. Buna idarî kararnameyle yapılan etnik temizlik denir. Bu uygulama, Bosnalı Hırvatlarla Sırpların Saraybosna’daki eski evlerine dönmelerini istemeyen Bosnalı Müslümanların buluşudur. Mahkemelere başvurup bu mülklere mahkeme kararı ile el koydurmuşlardı.

İsrail mahkemeleri tarafından kendi evlerinde işgalci durumuna düşürülmüş, yani, nesiller boyu ailelerine ait olan evleri işgal ettikleri karara bağlanmış on binlerce Filistinli var.

Ağustos böcekleri hep bir ağızdan cır cır ötüyor. Sıcak, bir fırının açık ağzından fışkırıyormuş gibi. Kalın gövdeleri boğum boğum olmuş zeytin ağaçları önümden vadiye doğru sıra sıra uzanıyor. Yukarılarda kayalık ve boz tepeler. Yer yer yama gibi duran birkaç küçük yeşillik.

Köye giden yol 1995’te İsrailliler tarafından kapatılmış. Buldozerler yola moloz döküp köyün ucunda derin bir hendek kazmış; buradan çıkan toprağı ve siyah asfalt parçalarını da kenara yığıp gitmiş. İsrailliler burada hiç İsrailli yaşamamasına rağmen köyün adını değiştirip Mazmouria koymuşlar. Köy önümde görünüyor şimdi. Küçücük 26 haneli bir köy, evlerin damları düz, duvarlar kaba sıvalı.

Hendeğin içine giriyorum. İri kıyım, göbekli bir adam olan Yusuf Daravi, hendeğin öteki tarafında durmuş bana bakıyor. Sonra elini uzatıp çıkmama yardım ediyor. Ayağında sandaletler var. Elinde bir cep telefonu. Kemerindeki gümüş anahtarlığa bir sürü anahtar takılı. Arabasına biniyorum ve evine doğru gidiyoruz. Ön bahçesindeki tek ağacın altına beyaz plastik sandalyeler dizilmiş. Yaşlı adamlar gelip kendilerini tanıtarak yanımıza oturuyorlar.

Yusuf bu köyde doğmuş. Bilebildiği kadarı ile ailesi 180 yıldır, belki de daha uzun süredir bu köyde. Yaklaşık 40 hektar zeytinliği ile buranın en büyük toprak sahibi. Köydeki çiftçilerin toplam 400 hektar arazisi var. 1967 yılında İsrailliler burayı işgal edince kendilerine İsrail kimlik kartları verilmiş. Bu kartlarda onların Batı Şeria’da ikâmet ettikleri yazıyor. Burası Beytüllahim Belediyesi’ne dahil edilmiş. “Her şey 1987’deki ilk Filistin ayaklanmasının patlak vermesinden sonra değişmeye başladı,” diyor Yusuf.

İsrail yetkilileri yeni inşaat yapmayı hepten yasaklamışlar. Ne zaman birisi yeni bir ev yapmaya veya evini genişletmeye kalkışsa İsrail buldozerleri bu yeni inşaatları derhal yıkmış. Oslo anlaşmasının ardından baskı azalmış, ama son ayaklanmanın ardından kat be kat artarak geri gelmiş. Yol kapatılmış. Okulları Kudüs’te olan köy çocuklarının şehre girmeleri yasaklanmış. İsrailliler Kudüs belediye sınırlarını genişletmişler. Çiftçilerse İsrail topraklarını işgal eden Batı Şerialılar konumunda buluvermişler kendilerini. Bu, sıkı bir hukuk numarası. Buradaki insanlar da aralarında para toplayıp İsrailli bir avukat tutmuşlar. Ne var ki, davalar, İsrail Yüksek Mahkemesi’ne taşındığında ve hatta oradan Filistinliler lehine kararlar çıktığında dahi, devlet tarafından ulusal güvenlik gerekçesiyle ânında geçersiz sayılabiliyormuş. Ulusal güvenlik, benim ülkemde de olduğu gibi, hepimizin üstüne kâbus gibi çöken bir tanrı adeta.

“İsrail kanunlarına göre benim burada bulunmamam ve sizinle konuşmamam gerekir” diyor Yusuf. “Kendi toprağımda bulunmam yasak yani.”

Köyün suyu üç yıl önce kesilmiş. Şimdi su, kuyu ve tankerler aracılığıyla sağlanıyor.

Topografik bir harita çıkartıyor Yusuf. Haritanın üzerinde yerleşim bölgelerini, Kudüs’ün etrafında inşa edilmekte olan duvarı, el konulan arazileri, köyün yeni sınırları yürürlüğe girince el konulacak arazileri gösteren renkli çizgiler ve alanlar var. Mavi çizgi diye açıklıyor, Kudüs’ün yeni sınırlarını gösteriyor. Köy bu sınırın içinde kalıyor. Sarı çizgi ise, yukarıdaki tepede birkaç yüz apartman bloğundan oluşan yeni yerleşimden aşağıya doğru inşa edilmekte olduğunu gördüğümüz duvarı belirtiyor. Yusuf, tombul parmağını yolların, yerleşimlerin ve duvarın etrafında gezdirerek köyün nasıl kuşatılmış olacağını, kendisinin ve komşularının nasıl yakında tüm arazilerini kaybedeceklerini, ve akar suyu bulunmayan bir gettoda nasıl kanunsuz olarak yaşayacaklarını açıklıyor. Bu gibi açıklamaları kim bilir kaçıncı kez dinliyorum.

Filistinlilerin çoğu üzerlerinde haritalar taşıyor. En ufak fırsatta çıkarıp göstermek üzere bu haritaları katlayıp gömlek ceplerinde taşıyorlar. Soru sorduğunuz anda onları yere yayıyor ve sizi kendi yok oluşlarına giden güzergâh üzerinde bir geziye çıkarıyorlar. Bununla o kadar sık karşılaşıyorum ki sıkıcı oluyor artık, ama gene de her seferinde, verdikleri bilgi benim için yeniymişçesine dinliyor ve kafamı sallıyorum. Bu törensel durum mütemadiyen tekrarlanıp duruyor ve bana öyle geliyor ki, bütün bu olup bitenlerin hem boyutu, hem de dehşeti ile baş etme mücadelesinin bir parçasını oluşturuyor.

Dört ay kadar önce bir gün köyde bir grup İsrail askeri peyda olmuş. İsrail’in 1992’den önce yapılmış evlerin sahibi olan çiftçilere evlerin bedellerini ödeyeceğini söylemişler. Köylülerden tazminat formlarını doldurmalarını istemişler. Bedelin ordu tarafından belirleneceğini de eklemişler. 1992’den sonra yapılan evlerinse yıkılacağını ve buralarda yaşayan ailelere tazminat filan ödenmeyeceğini belirtmişler. Çiftçilerin hiçbiri tazminat için başvurmamış.

Ardından, fiziksel tacizler başlıyor. Temmuzda askerler sabaha karşı köye gelerek altı çiftçiyi yataklarından kaldırıyor ve yakındaki askeri karakola götürüyorlar. Onlara bir daha İsrail topraklarına girmeyeceklerine dair kâğıtları imzalarlarsa serbest bırakılacakları söyleniyor. Çiftçiler önlerine konan kâğıtları imzalıyorlar. Ondan sonra da, gecenin gerisini evlerine yürümekle geçiriyorlar.

“İmzaladım” diyor 55 yaşındaki Abid Ataya, çam ağacının altında yarım daire şeklinde sıralanmış plastik sandalyelerimizde otururken. “Onlara göre İsrail toprağında oturduğumun farkında değildim.” Sonraları, askerler sık sık gelip diğerlerinden de imza istiyorlar. Daha bir gece önce oradalarmış cipleri gecenin 2:30’unda paldır küldür köye inmiş. Askerler 20 çiftçiyi kelepçeleyip askerî karakola götürmüş. Hepsi de belgeleri imzalamayı reddetmiş. Geceyi topluca dışarıda çömelerek geçirdikten sonra salıverilmişler.

“Askerler bize güldüler,” diyor 43 yaşındaki Mahmut Ali Hüseyin. “Bize duvar bitince İsrail’e veya Batı Şeria’ya giremeyeceğimizi söylediler. Artık hiç toprağımız olmadığını söylediler. Bizi eve gönderdiler ve orada oturup bekleyin dediler. Dediler ki vademiz neredeyse dolmuş.”

Çiftçiler şaşkın şaşkın oturuyorlar: Bütün bu olup bitenleri kavramaya çalışarak, gerçeği olduğundan bambaşka gösterme becerisini kavramaya çalışarak oturuyorlar; kendi hayatlarını, bildikleri tek hayat tarzını bir kalemde ve geri döndürülmez biçimde silip atma yetisini kazanmaya çalışarak öylece oturuyorlar. Ben ağzımı açmıyorum, onun için de uzun süre bu şekilde oturuyoruz işte.

“Bir ölüm mahkumu kendi idam fermanını imzalar mı?” diye birden soruyor Mahmut.

Bir oğlan çocuğu aramızda dolaşıyor, elindeki tepside bardaklara konmuş ılık gazozları dağıtıyor. Hep birlikte yudumluyoruz. Çiftçiler sigaralarını yakıyorlar. Üzerimizdeki çam ağacının dallarına doğru ince mavimsi duman demetleri yükseliyor. Gene dalıyoruz, olup bitenler üzerinde düşünerek.

“Fazla basınç patlamaya yol açar,” diyor ev sahibim. “Eğitim, sağlık ve çalışma imkânlarımızı elimizden alırsan, ondan sonra ne yapmamızı beklersin ki? Evlerimizi arazilerimizi elimizden alırsan, bizi ailelerimize bakamaz hale getirirsen, gurur ve haysiyetimizi ayaklar altına alırsan, ondan sonra yerimizde sakin sakin oturmamızı nasıl beklersin? Bütün bunlardan sonra bizim iyi komşu olmamızı nasıl istersin? Barışın burada ne kadar şansı kaldığını düşünürsün ki?” Herkes başını sallıyor.

“Köyümüzün adını değiştireceğiz,” diye devam ediyor Yusuf. “Buraya artık Transfer 2004 diyeceğiz.” Espriye kimse gülmüyor.

İyi İsrailliler

Peki ya iyi İsrailliler? Nerede onlar? Ne yapıyorlar? Allegra Paçeko kendisiyle karşılaştığımda Beytüllahim’de ikinci kattaki küçük dairesinde yerleri silmekle meşgul. Daha bebek olan oğlu uyuyor. Oturma odasındaki eşyalar bir köşeye çekilmiş. Bayan Allegra harıl harıl yerleri ovuyor. Pencereler açık olmasına rağmen, fayansla kaplı zeminden yükselen amonyak kokusu bütün odayı kaplıyor.

“Dışarı çıksak daha iyi olacak,” diyor Allegra.

Balkonunda oturuyoruz. Deheyşa mülteci kampının lebalep insanla dolu kirli barakalarına bakıyor balkon. Her barakanın bir diğerinin üzerine adeta yaslanmış olduğu kamp, tepeden aşağıya akıp gidiyor. Papa 2000 yılında buraları ziyaret ettiğinde bu kampı arka planda fon olarak kullanmayı uygun görmüş. Orada gazetecilere şefaatini hikâye etmelerine ve fotoğraf çekmelerine yetecek kadar vakit bıraktıktan sonra hemen ayrılmış. Papa ayrıldıktan beş dakika sonra da kampta ayaklanma olmuş. Bölge karakolu bayağı tahrip edilmiş. Bu ayaklanmanın neden patlak verdiği konusunda asla tutarlı bir açıklama getirilememiş. İnsanların bir sahne dekoru gibi kullanıldıktan sonra unutulmalarına gösterdikleri açık öfke dışında anlamlı bir neden bulunamamış.

Allegra bir Yahudi. “Siyonist eğilimli bir aile”nin bir ferdi olarak Long Island’da büyümüş. Amerikalıların Yahudi devleti ile yakın ilişkiye girmesi amacıyla düzenlenmiş turlardan biriyle genç yaşta İsrail’i ziyaret etmiş. Columbia Üniversitesi Barnard Koleji’nde hukuk okumuş. Çevresindekilerin sormayı reddettiği soruları sormaya başlamış.

Ortadoğu üzerine yazılanları okumuş. Filistinlilerin öyküsü onu rahatsız etmeye başlamış. İsrail’in öteki yüzünü görmeye başlamış. New York’ta avukat olarak bir kaç yıl çalıştıktan sonra İsrail’e yerleşmiş. İsrail barosuna kayıt olmuş. Sık sık Filistinlilerin davalarını alan İsrailli avukat Lea Tsemel’i kendine örnek almış. Beytüllahim’de bir büro açmış. Filistin topraklarında büro açan ilk İsrailli avukat olmuş. Burada ev yıkımları, arazi gaspları, işkence vakaları ve gerekçe gösterilmeksizin gözaltına alınmalarla ilgili davalara bakmaya başlamış. Başta İsrail tarafından reddedilen bazı işkence olaylarını belgelendirmiş ve Yüksek Mahkemeye başvurmuş. Bu gibi uygulamalar yasaklanmış.

Allegra işine bir süre ara verip Barış bursu alarak Harvard Üniversitesi’nde bir kitap yazmaya giriştiği sırada ikinci Filistin ayaklanması patlak vermiş. Kitabı yarıda bırakıp geri dönmüş. Ancak kısıtlamalar ve yasaklar öylesine katıymış ki çoğu kez bürosuna gitmek için kontrol noktalarından geçememiş. Müvekkillerini görmek ya da duruşmalara girmek son derece zor bir hal almış. Bir gerekçe gösterilmeden hapiste tutulan Filistinli insan hakları savunucusu Abed El-Rahman El-Ahmar’ın davasını da o sırada üstlenmiş.

“İşte kocamla 1996’da, o işkence altında sorgulanmakta iken tanıştım,” diyor.  “Sonra onu iki buçuk yıl idari gözaltına gönderdiler ve ben onu temsile devam ettim. Serbest kaldığında hukuk büromu kurmama yardımcı oldu ve benimle birlikte çalışmaya başladı. Ona böyle âşık oldum.”

Evlenmişler. Balaylarını neredeyse kesintisiz uygulanan sokağa çıkma yasağı yüzünden dairelerinde mahsur geçirmişler.

Bir çadırda yirmi kişi

Abed on üçüncü kez tutuklandığında Allegra sekiz aylık hamileymiş. Abed’i Ofra Cezaevi’ne göndermişler. Çölün ortasında 20 mahpus tek bir çadırda kalıyormuş. Tahta kasaların üzerinde uyuyorlarmış. Çadırlar yazın cehennem gibi sıcak, kışınsa dondurucuymuş.

"Abed kışın üzerine 10 battaniye örterek uyuyordu," diyor. “Isınma imkânları yoktu.” Yakınlarda açık bir kanalizasyon ve sivrisinek sürüleri varmış. Hakkında gizli deliller bulunduğu gerekçesiyle burada tutuluyormuş; bu demek oluyor ki, ne ile suçlandığı kendisine hiç söylenmemiş. Abed hiç mahkûm olmamış. Altı aylık askeri gözaltı süresi Haziran’da altı ay daha uzatılmış. Bu da gizlice yapılmış. Bu süre sonsuza kadar uzatılabilirmiş. Uluslararası Af Örgütü onu vicdan mahkûmu olarak ilan etmiş.

Abed’in sağlığı bozukmuş. 16 yaşındayken İsrail askerlerine taş attığı için gözaltına alınmış. Bir sandalyeye vücudu çapraz gelecek şekilde bağlanmış. Bu, sırtına ve midesine inanılmaz ölçüde baskı yapmış. Çok ıstırap çekmiş. Kafasına idrara batırılmış bir torba geçirmişler. Allegra 1996’da onun  gördüğü işkence nedeniyle ordu aleyhine dava açmış. Abed gözaltındayken üç kez daha işkence görmüş.

“Davadan vazgeçersek serbest bırakılacağını söylemişler,” diyor. “Vazgeçmeyecek”.

Bu baharda, Kudüs şehrini örnek alarak Kuds adını verdikleri ilk çocuğunu doğurmuş. Abed oğlunu hiç görmemiş. Allegra ona oğlunun fotoğraflarını göndermek için yetkililerden posta adresini istediğinde, adresi falan yok diye cevap vermişler.

“Kocamın Kudüs’e girmesi 20 yıldır yasak,” diyor Allegra. “Biz de o zaman Kudüs’ü evimize buyur ettik.”

Kendisi İsrail vatandaşı olmasına karşın, kocası Filistinli olduğundan, yani etnik kökeni nedeniyle, Abed’in vatandaşlık başvurusu reddedilmiş. Allegra, Long Island’da doğmuş. Kocası ise burada. Allegra’ya vatandaşlık var, kocasına yok. Bu işler İsrail’de böyle yürüyor işte. İsrail sadece Yahudiler için bir demokrasi. Eğer bir Yahudi ile evlenmiş olsaydı, kocası İsrail vatandaşlığı ve pasaport alabilecekti.

“Hangi demokratik devlet, hukukunu etnik kimlikler üzerine kurar?" diye soruyor Allegra. "Güney Afrika’daki Apartheid rejiminin amacı, beyazların ayrıcalıklarını korumak için onları siyahlardan ayırmaktı. Burada Filistinlilere yapılan, ondan ne kadar farklı ki?”

“Bu duvarın dışına kapatılan kim?” diye ekliyor sonra. "İçine kapatılan kim? Duvar bittiğinde, İsrail kapalı bir toplum olacak. Böylece kendini gerçeklerden büsbütün uzaklaştırmış olacak."

Oğlu uyanıyor ve ağlamaya başlıyor. Kalkıp onun odasına gidiyor. Sonra, kucağında bebekle geri geliyor. Bebeği emzirmeye başlıyor. Oğlunu mırıl mırıl beslerken, bana okumam için cezaevinden gizlice çıkarılmış bir defter uzatıyor. Defterde Abed’in öyküleri ile birlikte mahkûmlardan birinin Kuds için yaptığı resimler var. Çizgili defterin kapağında “Kuds’un Akıllı Defteri” yazıyor.

Resimlerden birinde küçük bir çocuk, bir kuşu beslerken görülüyor. Altında “Bu Kuds’un kuşu” yazıyor. "Kuds kuşu besliyor. Kuş Kuds’u seviyor. Kuşlar Kuds’un güzel bahçesinde oynuyorlar. Onlar Kuds’u tanıyorlar. Onu çok seviyorlar.”

Allegra nikâh yüzüğünü parmağından çıkartıp iç kısmına işlenmiş yazıyı okumam için bana uzatıyor. Alyansın iç kısmında iki A harfi, onların ortasında da bir kalp var. Yanlarına “Sonsuza kadar” yazısı kazınmış. Allegra kucağına bastırıyor oğlunu ve onu rahatlatacak bir şeyler mırıldanıyor. Ardından yorgun ve mahzun gözlerle bana bakıyor.

Ürdün nehri ile Akdeniz arasında yaşayan tüm insanların eşit haklara sahip olduğunu savunduğum için İsrail’de bana radikal gözüyle bakıyorlar,” diyor.

İlmek daralıyor

Nereye bakarsam bakayım, fark etmiyor. İlmeğin her yerde daraldığını görüyorum. Hiç kaçış yok. Duvar, yolunun üzerine çıkan her şeyi öğütüp un ufak ederek dört bir yandan üstümüze kapanıyor. Klostrofobiyi, kaçınılmaz kıyameti ve bütün bunların korkunç ölümcüllüğünü hissetmeye başlıyorum.

Flistinliler, batan bir gemiden kurtulup denizde tersyüz olmuş gemilerinin teknesine tutunmaya çalışan denizciler gibi: Ellerinde ne kalmışsa ona sarılmaya çalışıyorlar. Burada kitlesel bir göç yaşanıyor. Bu insanlar evlerinden zorla çıkartılıyor. Bazıları tarlalarına taşınıyor. Sebze tarhlarının arasına sefil küçük kamplar kuruyorlar. Burası onların son sığınağı artık.

Duvarın İsrail tarafındaki Cayyus köyündeyim, kaba toprak üzerinde yürüyorum. Köyün altı su kuyusu ve bir pompa istasyonu ile birlikte toplam 880 hektar arazisi var. Duvar köyde yaşayan çiftçileri, sulanan arazilerinin %73’ünden kopartmış. 300 kadar aile, hayattaki tek geçim kaynaklarını yitirmek üzere. Ayaklarım çamur içinde. Tarlalarda yakılmış bir dizi kamp ateşinden sıçrayan kıvılcımları görüyorum. Uzaklardan çocukların, kadınların ve erkeklerin gevezelikleri geliyor.

30 yaşındaki Sufyan Yusuf eski mavi bir kamyonun yanında duruyor. İki erkek kardeşi, annesi ve babası da onunla. Hava karardı kararacak. Küçük bir tente ve derme çatma bir baraka kurmuşlar. Uyudukları yer burası. Ateşin üzerindeki ızgarada bakır bir kahve cezvesi duruyor. Odun dumanının kokusunu alıyorum.

“Bir aydan beri tarlalarımızda uyumaya başladık,” diyor. “Kapıları kapatırlarsa ürünümüzü alamamaktan korkuyoruz. Ürünümüzü pazara götürmek de sorun. Bir kaç  gün önce kasalarla patatesi kamyona koyup kapıya götürdük. Sınır Polisi bize kasaları üç kez kamyondan indirtip tekrar yükletti. Dördüncü kez kamyondan indirirken patatesleri yere boca ettiler ve postallarıyla ezdiler. Bizi tüfek dipçikleri ile dövdüler."

Cırcır böcekleri hafif hafif ötüyor. İnce bulutların arasından arada görünüp kaybolan yarım ayı görüyorum. Barikatlar ve kontrol noktaları, çiftçilerin ürünlerini Batı Şeria’daki yerleşimlere götürememeleri demek. Şimdi artık İsrailli satıcılar, yerleşimciler için yapılan yolları kullanarak bu pazarlara giriyorlar. Filistinli çiftçilerin sebzeleri bu alanlarda mahsur kaldığı için fiyatlar aşırı bir şekilde düşmüş.

Yusuf "Önümüzdeki yıl ürün ekecek kadar paramız olmayabilir,” diyor. Oradan ayrıldığımda gece inmiş. Tarlalarda bata çıka yürüyorum. Onların gelecek sene burada olmayacağını da biliyorum.

Ölümün tadı

Tulkarim’in kuzeyinde bir tarım köyü olan Zita’daki 542 numaralı kapıya vardığımda vakit akşamüstü. Çamurlu yol boyunca göz alabildiğine uzanan elektrikli telin üzerinde şöyle yazıyor : “Tehlike. Askeri Bölge. Bu çiti geçmenin veya ona dokunmanın vebali kendi boynunadır.” Yazı İbranice, Arapça ve İngilizce yazılmış.

Demir kapılar sarı boyalı. Tel boyunca hareket algılayıcıları ve televizyon kameraları yerleştirilmiş. Ön tarafa üzerinde ayak izi kalsın diye düzeltilmiş kum dökülmüş. Çamurlu bir servis yolu var. Araçların gelip duvara çarpmasını engellemek için yaklaşık iki metre derinliğinde bir hendek kazılmış. Askeri ciplerin kullanımı için stabilize bir yol yapılmış. Top top dikenli tel kümeleri yerleştirilmiş. Duvarın iki tarafında da otuzar metrelik bir alan tamamen boşaltılmış. Topraktan sökülüp atılmış zeytin ağaçlarının siyah kökleri toprağın üzerinde görünüyor. Duvarda ve çevresindeki tüm canlılar yok edilmiş. Ölüm tadı var burada. Batı Şeria’nın büyük bölümünde duvar böyle görünecek işte.

Duvarın üzerine geceyi gündüze çevirecek güçte projektör kuleleri yerleştirilmiş. Bir zamanlar tarlalarının bulunduğu bu çöplüğün yakınında yaşayan çiftçiler geceleri bu kör edici ışıklar nedeniyle uyumakta zorlanıyorlar.

Bir düzine kadar yoksul çiftçi ve çoban, duvarın öbür tarafında toplanmış. Topraklarında, yani İsrail’in yuttuğu topraklarında sürülerini otlatmışlar, ürünlerine bakmışlar. Bir saattir oradalar. Kapının saat 6’da açılması gerek. Bazı akşamlar sınır polisi erken gelir. Bazılarında ise geç. Bazı zamanlar ise hiç gelmez. Sınır polisinin gelmediği akşamlar çiftçilerle çobanlar gece yerde yatar, öylece sabahı beklerler.

43 yaşındaki Cemal Hassuna benim yanımda duruyor. Bir zamanlar onun olan, ama duvarın inşaatı için karşılığı ödenmeden el konan toprağının üzerinde duruyoruz.

“Kim tele dokunursa, bu bir çocuk bile olsa, bir daha geçmesine asla izin vermezler,” diyor. “Her asker küçük bir Ariel Şaron sanki.”

İki elektrikli telin arasındaki asfalt yoldan iki yeşil askeri cip homurdanarak geliyor. Duruyorlar ve içlerinden beş sınır polisi iniyor. M-16 taarruz tüfeklerini çapraz tutuyorlar. Başlarında miğferleri var. Askerlerden biri diğer ikisinin gözetiminde diğer taraftaki kapının asma kilidini açıyor. Kapının kanadını itiyor ve karışık kalabalık kapıdan boş alana geçerek, önce asfalt, sonra toprak yolu geçip benim tarafımdaki sarı kapıya yürüyor. Sarı kapıdan geçmelerine izin verilmeden önce polise özel geçiş izinlerini gösteriyorlar.

Polis sessiz. Cemal bunun benim burada olmamdan kaynaklandığını söylüyor. Oysa, birçok akşam çiftçilere hakaret ve küfür edildiğini, gömleklerini kaldırmalarının istendiğini, aşağılamak amacıyla kapıdan emekleyerek geçmelerinin emredildiğini anlatıyor. Eşler ve çocuklar, bu tacizlerden uzak durmak için artık kapıdan geçmiyorlarmış. Bir çok çiftçinin, kendilerine hiç bir neden gösterilmeksizin, artık geçmesine izin verilmiyor. Onların tarlaları ölüyor. 

Üzerlerine ince kahverengi bir ağ örtülmüş olan domates tarlalarına yürüyorum. 27 yaşındaki İyad Ebu Hamdi domates tarlasının yanındaki sulama kanalının kenarına ilişmiş, tek başına oturuyor. Arazisi, duvarın öbür tarafında.

Birkaç gün önce tarlasındaki biberleri sularken bir sınır polis devriyesi gelmiş. İki polis, kendisiyle birlikte çalışan karısı hakkında terbiyesizce laflar etmeye başlamışlar. Ondan kendilerine kahve yapmasını emretmişler. Kadın emri yerine getirmiş. Ondan sonra dönüp kadının kız kardeşine kendilerine su getirmesini emretmişler. Kız reddetmiş. Onun üzerine ellerindeki termosu, İyad’ın erkek kardeşine fırlatıp bunu doldurmasını istemişler. O da reddetmiş. “Kardeşimi dövmeye başladılar,” diyor Hamdi. “Kahveyi suratımıza fırlattılar. Küfrettiler, bağırıp çağırdılar. Kimliklerimize el koydular. Karıma onların tekliflerini kabul etmesini, aksi halde hakkında söylentiler yayıp onu insan içine çıkamaz hale getireceklerini söylediler.”

“Tekliflerini kabul etmesini istediler” derken sesi öfke ve utançtan titriyor ve kafasını çevirerek gözlerini gözlerimden kaçırıyor.

Güneş uzaklarda dünyanın içine doğru iniyormuş gibi. Tarlaların üzerinde soluk sarımsı bir parlaklık bırakıyor. Sesi titriyor Hamdi’in. Başını dizlerinin arasına çekip toprağa bakıyor.

“Bu 3 Ağustos’ta oldu," diye tekrar söze başlıyor sonra. “O günden beri geçmeme izin vermiyorlar. Kapıyı yüzüme çarptılar. Mahsulüm tarlada ölüyor.” Yanaklarından yaşlar süzülüyor. Bu yaşlar da canavarın dişleri işte.

Türkçe’ye çeviren: Neşet Kutluğ ve Açık Radyo ekibi1 Ağustos 2006'da Truthdig'de yayınlanmıştır.

Chris Hedges, The New York Times gazetesinin eski Ortadoğu büro şefi ve War Is a Force That Gives Us Meaning (Savaş Bize Anlam Kazandıran Bir Güçtür) adlı kitabın yazarıdır.