Türkiye ve Büyük Anlatıları
Post-modernler, modernite kökenli büyük anlatıların (Marksizm, Liberalizm) sonlarının geldiğini ilan edeli neredeyse birkaç on yıl geçti. Ne ki ülkemiz ve yerküre ölçekli siyasal, söylemsel hegemonya mücadelelerine bakıldığında bunun biraz aceleci bir ölüm fermanı olduğu ortada. Deniz Kandiyoti, 15 Şubat’ta London School of Economics’teki Çağdaş Türkiye Çalışmaları bölümünde verdiği seminerde, Türkiye’deki büyük anlatıdan söz ettiğinde aklıma ilk gelen bunlar olmuştu. Kendisiyle konuşmasını müteakip yazışmamızda da vurguladığı gibi Türkiye’ye egemen olan bu büyük anlatının yapı bozuma uğratılması için bir toplumsal çıkar, ekonomik çıkar analizinin yapılması gerekiyordu. Bir başka söyleyişle, Türkiye’deki hegemonya ve güç paylaşımı mücadelesinin bir tezahürü olarak ortaya çıkan ve liberal-demokrat kulaklara da çok tatlı bir fısıltı olarak çalınan bu büyük anlatının altının kazınabilmesi için, önemli ölçüde Marksist analizlere dayanan ekonomi politiğe dönülmeliydi. Bu tahlili, şimdilik daha uzun soluklu akademik çalışmalara havale ediyorum. Bu yazıyı, , aşağıda temel mesajını özetleyeceğim büyük anlatıyı mümkün kılan süreci ve bu süreçte Türkiye’deki üç başat anlatının, (İslamlaşma, Modernleşme ve Avrupalılaşma) zaman zaman çatışarak, zaman zaman kesişerek ortaya koydukları fikri bulmacaları didikleme imkanı olarak kullanmak istiyorum. Doğrusu Sayın Başbakan Erdoğan’ın, 26 Şubat Cuma günü sarf ettiği ve gazete patronlarına kendisinin hoşnut olmadığı köşe yazarlarını açıkça işten atmalarını buyurduğu sözlerin de bu didikleme arzumu tetiklediğini söylemeliyim.
Sayın Kandiyoti’nin sözünü ettiğim seminerinde ayrı ayrı ele alınması gereken birçok tahlili vardı. Ancak benim bu yazının amaçları bakımından dikkat çekmek istediğim çözümlemesi, Türkiye’de bugün yürürlükte olan ve kendisinin “master narrative” (büyük anlatı) dediği olguyla ilgili olanı. Liberal ve İslami versiyonları arasında kimi ayrışmalar gözlemlense de bu büyük anlatı, şu şekilde tarif edilebilir: Bugün Türkiye’deki mücadele, devlet merkezci, monolitik, çağ dışı kalmış bir modernleşme ve laikçilik anlayışını savunanlarla, demokratikleşme ve Avrupalılaşma reformlarını, çok kültürlülüğe ve bu arada toplumun İslami değerlerine saygı duyulmasını savunanlar arasındadır. Bu ilk gruptakiler, yani reformlara karşı statüko bekçiliği yapanlar, Ergenekon gibi derin devlet yapılanmalarına da sahip çıkanlardır. Ana anlatının, baştan verili gerçeklikler olarak kabullenmemizi buyurduğu ve bir kalemde reddetmenin pek de mümkün görünmediği bu genel geçer yargıların dolaşımını bu denli kolaylaştıran olgu ve gelişmelere bir göz atmak gerekiyor.
1990’lı yıllarda, solun kendisini Kemalist mirasla özdeşleştiren ve özdeşleştirmeyen kesimleri içindeki az sayıdaki ortak tartışma konularından biri, 1980 askeri darbesi ve hemen ardından gelen 1982 anayasasıydı. Düsturu, Türk İslam sentezini resmi ideoloji konumuna taşımak olan darbe ve anayasasının, Türkiye’de solun içine düştüğü durumun başlıca sorumlusu olduğu söylenir, konuyla ilgili hemen tüm analizlere “1980 askeri darbesi”, özneli cümlelerle başlanırdı. İşkencehanelerde hayatları söndürülen gençler, fişlenen yüzbinler, bir gecede kürsülerinden edilen 1402’likler, gene bir gecede profesör yapılanlar, kapatılan partiler, dernek ve sendikalar, basına, örgütlenme ve fikir özgürlüğüne getirilen inanılmaz kısıtlamalar, düşünce suçlularıyla dolan hapishaneler ve toplatılan, yakılan kitaplar, askeri yönetimin, solun üzerinden bir silindir gibi geçtiği yargısını güçlendirir nitelikteydi. Solun “panzehiri” olarak pompalanan ve ANAP hükümetlerinin neo-liberal açılımlarına da kolaylıkla eklemlenen Türk İslam sentezinin itkisiyle güçlenen siyasal İslama çare olarak, ordudan önce bilhassa sosyal demokrat solun birleşmesi akla gelirdi. 1982 anayasasının anti-demokratik, dahası otoriter hükümler taşıdığı, darbeyi yapanların yargılanarak demokratik siyasetin alanının genişletilmesi gerektiği konusunda büyük bir fikir birliği vardı. Lakin, askerin siyasi özne olarak bir kez daha ortaya çıktığı 28 Şubat süreci, çoktandır çatlama eğilimi gösteren bu fikir birliğinin parçalanmasına neden oldu. Siyasi tasavvurlarını, öncelikle Kemalist mirasla tanımlayan sol aktörler, yükselen siyasal ve iktisadi İslamla mücadele uğruna demokratik ve reformcu siyasetin alanından yavaş yavaş çekilmeye, postal izlerini takip etmeye koyuldular. Kürt ve İslami kimlik taleplerinin tanınmasını savunan siyasi akımlar ve gruplar güçlendikçe, solun bu kesiminde telaş büyürken, Güneydoğu’daki insan hakları ihlalleri, yakılan ve boşaltılan köyler, anti-demokratik yasal ve anayasal hükümler ve % 10’luk seçim barajları iyice göze görünmez oldu.
Bu arada 28 Şubat süreci, mücadelenin karşı kutbu olarak tanımlanan, İslamcı kesim içinde de yarılmalara, yeniden değerlendirmelere, Avrupa, demokratikleşme gibi mefhumlar karşısında yeniden konumlanmalara yol açıyordu. Milli görüş geleneğinden gelmekle birlikte, kendilerini sistemle doğrudan karşı karşıya getiren ve siyasi, iktisadi liberalizmle eklemlenemeyen bu geleneğin artık ayak bağı olduğunu düşünen bir grup, Erbakan çizgisinden ayrılarak AKP’yi kuruyorlardı. Kendilerine “muhafazakar demokrat” denmesini daha uygun bulan bu grup, temel argümanının, cumhuriyetin İslamileştirilmesi değil demokratikleştirilmesi olduğunu vurguluyordu. Nitekim AKP, girdiği ilk seçimlerden Türkiye’deki koalisyonlar dönemine son verecek bir çoğunlukla galip çıktığında parti lideri Erdoğan, kapsamlı bir Avrupa turu eşliğinde Türkiye’nin AB’yle entegrasyonu için ne gerekiyorsa hızla yapılacağı mesajını iç ve dış kamuoyuna veriyordu. Hiç şüphesiz ki Avrupa ve özellikle AB, 28 Şubat süreciyle bilhassa “İslamcı” gruplar için daraltılan siyasi, iktisadi ve kültürel alanların genişletilmesine, AKP iktidarının meşruiyetini güçlendirirken, karşıtlarının demokratik ve meşru olmayanın alanına itilmesine yardımcı olacak bir imkan olarak görüldü. Öte yandan Avrupa’yla entegrasyon, o günlere dek küresel piyasalarla eklemlenmenin ve devlet teşviklerinin başlıca yararlananı olan “seküler” burjuvazi karşısında, muhafazakar sermayeye de yeni kapılar aralıyordu. Avrupalılaşma böylece İslami değerlerin antitezi olmaktan çıktı, rejimin otoriter yönlerinin törpülenebileceği, örneğin sivil ve askeri bürokrasinin siyaset üzerindeki vesayetinin kırılabileceği ve karşıtların anti-demokratik eğilimlerinin, dahası derin devleti “savunan” tutumlarının ifşa edilebileceği normatif ve siyasal bir bağlam haline geldi. Avrupalılaşma ayrıca, dini kökenli toplumsal ve politik taleplerin, demokratikleşme, insan hakları ve çok kültürlülük taleplerine tercüme edilmesi olanağını da yarattı.
AB’nin 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin adaylık statüsünü tanıması, devlet merkezci modernleşmenin iktisadi ve siyasi bir liberalleşmeye dayanan yeni bir paradigmayla aşılmasını isteyen tüm grupları cesaretlendirdi. Liberal ve yeni İslamcı akımların kesişme noktası, bu derin değişim isteği oldu. Bu kesişmeyi bir noktaya kadar sürdürülür kılan tahayyülde Avrupa, iktisadi kalkınma, piyasa ekonomisi ve bireysel hak ve özgürlüklerle tanımlanan liberal demokrasinin Avrupasıydı. Avrupalılaşma, Türkiye’nin küreselleşen dünya ekonomisi ve siyasetiyle bütünleşmesinin bir aşaması ve onun bölgesel, küresel bir aktör olmasını mümkün kılacak bir araçtı. Hızlı özelleştirmelerle devletin iktisaden olabildiğince küçültülmesi, yapısal uyum reformlarıyla piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi ve sosyal devletin aşındırılması, yeni muhafazakarların neo-liberal programları ve Avrupa tahayyülleriyle kolayca eklemlenebildi.
Buna karşın Kemalist sol ne yaptı? İçinden konuşabileceği, “muhafazakar demokratların” (ki onlara göre düpedüz İslamcıların) söylem ve eylemlerini sorunsallaştırabileceği bir normatif-siyasi alan olarak Avrupalılaşmayı, demokratikleşmeyi, dahası modernleşmeyi, çoğulculuğu karşıt bildiklerine hediye etti. Son derece katı tanımlanmış, devlet din işlerinin ayrılmasından çok devletin, dini bir yönetme mekanizması olarak kullanmasını öngören, İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğüne olduğu kadar bir avuç kalmış dini azınlıklara da hoşgörüsüzleşen bir sekülerliğe ve etno-milliyetçi bir Türklük tanımına sıkıştı kaldı. Muhafazakarlar, AB reformlarına 2003-2004 döneminde hız verdikçe ve Avrupalılaşmayı, bilhassa Kemalist solu, milliyetçi-ulusalcı yapıları sorunsallaştıracakları bir moral dil kurdukları normatif bir bağlam olarak kullandıkça, bu kesimlerin Avrupa’ya karşı savunmacı ve hatta reddiyeci tutumları da sertleşti. AB ve diğer Avrupa kurumlarının Türkiye siyaseti ve toplumu üzerindeki etkilerinin artışı, bir kesimi iyiden iyiye ırkçılığa kaymış olan (Türk Solu dergisi çevresi gibi) Kemalist-ulusalcı sol tarafından, AB’nin Türkiye’yi bölmek ve ılımlı bir İslam devleti haline sokmak istediği fikrine yaslanan bir alarm durumu yaratmak için araçsallaştırıldı. AB’den gelen azınlık hakları dahil insan hak ve özgürlüklerinin alanının genişletilmesi talepleri, emperyalist batının İslamcılarla işbirliği halinde “Cumhuriyetin 80 yıllık kazanımlarını yok etme” ve askeri “elini kolunu kıpırdatamaz hale getirme” girişimleri biçiminde tartışıldı.
Kemalist sol tahayyülde AB üyeliği öteden beri, Atatürk reformlarıyla başlayan Türkiye’nin çağdaş batı medeniyetine ve modernleşmeye doğru tarihi yürüyüşünün son aşaması, onun Avrupalı kimliğinin en güçlü karinesi olarak kavramsallaştırılmıştı. Ne var ki, evrensel bir aydınlanma projesi olarak modernitenin ve ulus devletin beşiği olan Avrupa hızla değişiyor, ulus devlet sonrası toplumsallıklar güç kazanırken, milliyetçilik ve sekülerlik gibi değerler insan hakları, çok kültürlülük ve çoğulculuk çerçevesinde yeni yorumlara tabi tutuluyordu. Türkiye’den başta Kürt ve İslami tüm kimlik taleplerini tanımasını, etnik, dinsel ve siyasi azınlıkların koşullarını iyileştirmesini isteyen Avrupa, Kemalist solun o bir zamanlar dahil olmak istediği Avrupa olmaktan gittikçe uzaklaşıyordu. Oysa erken Cumhuriyet döneminde, toplumu dönüştürecek, modernleştirecek reformların bir bağlama oturtulması için Avrupalılaşma ve batılılaşmayı araçsallaştıranlar, bugünkü Kemalist solun fikriyatını dayandırdığı Cumhuriyet elitleriydi. 1920 ve 30’ların Avrupası, güçlü ve homojen ulus devlet özlemleriyle ve sekülerizm, milliyetçilik ve tepeden inmeci reformizm gibi Jakoben-Cumhuriyetçi değerlerle özdeşleştirilmeye çok daha yatkındı. Bu da modernleştirici seçkinlerin Avrupalılaşmayı, kendilerini modernitenin, uygarlığın ve ilerlemenin ülkeye taşıyıcıları olarak temsil edebildikleri normatif-siyasal bir bağlam olarak kullanmalarına imkan verdi. Ne ki Avrupa ve ona atfedilen değerlerin, devletin otoriter uygulama ve siyasetleriyle özdeşleştirilmesi, uzun zaman boyunca cemaatçi ilişki ve değerlere bağlı olan geniş toplum kesimlerinin Avrupalılaşma ve batılılaşmayı geleneksel, İslami değerleri için bir tehdit biçiminde algılamalarına da yol açtı. Nitekim son 10-15 yıla dek hemen tüm İslamcı siyasi akımlar, Türkiye’nin AB üyeliğine, ülkenin “İslami kimliğinin Hıristiyan batı tarafından asimilasyonunun son aşaması” gözüyle baktılar.
Ancak hem Türkiye’nin iç dinamiklerinde yaşanan ve hem de Avrupa’nın deneyimlediği büyük değişimler, Avrupalılaşma, demokratikleşme ve modernleşme gibi bağlam ve süreçlerin, Türkiye’de farklı toplum kesimlerince algılanma biçimlerini de derinden etkiledi. Bir zamanlar AB’yi, Hıristiyan kulübü olarak tanımlayanlar, siyasi-toplumsal projelerini gerçekleştirmek için Avrupalılaşma, demokratikleşme bağlamını işlevselleştirmeyi başarırken, Kemalist sol bir zamanlar taşıyıcısı olmakla övündüğü bu bağlamı terk etti. Sivil anayasa tartışmalarına katkı vermeyi kategorik olarak reddeden, Ergenekon’un avukatlığına soyunan, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını önlemek için Anayasa Mahkemesine başvuran, 1982 anayasasının azimli bekçiliğine girişen, yargının devleti koruma refleksiyle, işkence yapan kolluk kuvvetlerini beraat ettiren kararlarını eleştirmeyi aklına bile getirmeyen, bir avuç kalmış dini azınlıklara neredeyse hasmane bir tutum geliştiren (bu liste daha da uzar gider) Kemalist sol, demokratikleşme, modernleşme cephelerinden de elini eteğini çekmiş oldu.
İşte özetlemeye çalıştığım bu süreç, yukarıda sözünü ettiğim ve “Türkiye’deki temel çatışmanın değişim, demokrasi ve Avrupa yanlılarıyla, statükocu, derin devletçi ve otoriter bir rejim yanlıları arasında” olduğunu duyuran büyük anlatının, kolay sorunsallaştırılamaz bir ön kabule dönüşmesine yol açmıştır. Burada büyük vebal, Kemalist sol cenahın başlıca siyasi aktörü CHP ve bilhassa onun parti yönetimine aittir. Bu siyasi duruşu ve yapısıyla CHP, söz konusu anlatının yapı bozuma uğratılmasına, “muhafazakar demokratların” Avrupalılaşmayla ilişkilerinin konjonktürel niteliğinin ve demokrasi anlayışlarının kısıtlarının fark edilmesine engel olmaktadır. Solda olma, solda durma tasavvurunu, militan bir laiklikle, tepkici milliyetçilikle ve her koşulda AKP karşıtı olmakla eş tutan CHP, bu büyük anlatıyı sorunsallaştıracak, özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi ve neo-liberal saldırılar karşısında emekçilerin haklarını öne koyacak gerçek bir solun önünü de tıkamaktadır. Türkiye’nin, Avrupalılaşma ve demokratikleşme bağlamlarını kendine gerektiği kadar kullanan, iktisaden neo-liberal, siyaseten icap ettiği ölçüde liberal kadrolarla mücadelesini verecek, toplumsal ilişkileri piyasa değerlerinin değil adalet ve vicdan ölçütlerinin belirlemesi gerektiği fikrine dayanacak, siyasi var oluşunu kutsal bildiği devletin değil bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesi esasına oturtacak ve bütün dinsel inançlarla birlikte inanmayanlara da, etnik, dini azınlıklara da aynı mesafede duracak gerçek bir sola çok ihtiyacı olduğu açıktır.