12 Ağustos 2007Radikal Gazetesi
Fransa'da yayımlanan aylık Le Monde Diplomatique gazetesinin, düşünür ve dilbilimci Noam Chomsky'le demokrasi, iletişim ve propaganda üzerine söyleşisi: 2005'teki Avrupa Anayasası referandumunda çoğu Fransız gazetesi 'evet' yanlısıydı. Halkın yüzde 55'i yine de 'hayır' oyu kullandı. Bu durum medyanın kamuoyunu yönlendirmesinin sınırı olduğunu gösteriyor. Seçmenler medyaya da mı 'hayır' dedi? Ayrıntılı bir çalışmaya göre medya aslında nüfusun en eğitimli kesiminde daha fazla etkiye sahip. Kamuoyunun geniş kesimi medyadan daha az etkileniyor. İran'a karşı savaş olasılığını ele alalım. Amerikalıların dörtte üçü ülkelerinin tehditlere son vermesi ve diplomasiyle anlaşma sağlamaya odaklanması gerektiğini düşünüyor. Batılı araştırma şirketlerinin anketleri de, İran ve Amerikan kamuoyunun nükleer güç konusunda bazı noktalarda yakınlaştığını gösteriyor. İki halkın büyük kesimi İsrail'den İran'a uzanan bölgenin nükleer silahtan arınması gerektiği kanısında. Bu bilgileri medyada bulmak için uzun süre aramanız gerek.
Hitler'den bu yana 'ilerledik' İki ülkede de önde gelen partiler bu görüşü desteklemiyor. İran ve ABD gerçek birer demokrasi olsaydı, çözüm bulurlardı. Başka alanlarda da benzer durum geçerli. Çoğu Amerikalı daha az askeri harcama isterken, sosyal harcamaların, BM'ye verilen kredilerin, ekonomik ve insani yardımın artırılmasını arzuluyor. Beyaz Saray'ın bu mevzulardaki siyaseti kamuoyunun istediğinin tamamen tersi. Ancak medya kamu muhalefetini gösteren anketleri nadiren yayımlıyor. Vatandaşlar hem iktidardan dışlanıyor hem de cehalet içinde bırakılıyor. Önemli bir gazeteci veya televizyon sunucusuna baskıya veya sansüre uğrayıp uğramadığını sorduğunuzda tamamen özgür olduklarını söylüyorlar. Öyleyse demokratik bir toplumda zihin kontrolü nasıl işliyor? Gazeteciler hemen 'Kimse bana baskı uygulamıyor' diye yanıt veriyor. Bu doğru da. Ancak hâkim normlara aykırı konumları savunsalardı, yazılarını başkaları yazıyor olurdu. Bazı şartları yerine getirmeyen birinin daimi yorumcu olma şansı yok. Totaliter bir devletin propaganda sistemiyle demokratik toplumda işlerin yürüyüş şekli arasındaki farklardan biri bu. Biraz abartarak söylersek, totaliter ülkelerde resmi tavrı devlet belirler. Demokratik toplumlarsa daha farklı işler. Resmi çizgi zımnen gösterilir. Bu hâlâ özgür insanların beyinlerinin yıkanmasını içerir. Ana akım medyadaki en hararetli tartışmalar bile pek çok karşıt görüşü dışlayan örtülü kurallar dahilinde kalıyor. Demokratik toplumlardaki denetim sistemi epey etkin. Resmi çizgiyi soluduğumuz havadan daha fazla fark edemeyiz. Bazen canlı bir tartışma izlediğimiz hayaline kapılırız. Bu denetim sistemi totaliter sistemlerdekinden çok daha güçlü. 1930'ların başındaki Almanya'yı ele alalım. Avrupa'da sanat, bilim, teknoloji, edebiyat ve felsefe alanlarında öncüydü. Kaderi birden ters döndü ve tarihteki en cani devlet haline geldi. Bunlar korkuyu kullanarak sağlandı: Bolşevik, Yahudi, Amerikalı ve Çingene korkusunu; Nazilere göre, Avrupa kültürünün temel değerlerini ve Yunan medeniyetinin soyundan gelenleri tehdit eden herkese dair bir korkuyu. Herhangi bir ideolojiyi dayatmak için hep aynı yöntem kullanılıyor. İnsanlar üzerinde hâkimiyet kurmak için şiddet tek başına yeterli değil; meşrulaştırma gerek. Bir kişi bir başkası üzerinde güç kullandığında eylemini haklı gösteren bir ideolojiye ihtiyaç duyar. Bu da hep aynı şekilde gerçekleşir; tahakkümünü ezilenin iyiliği için icra ediyordur. İktidardakiler kendilerini hep fedakâr, kendi çıkarını gözetmeyen kişiler gibi yansıtır. Nazi propagandasının kuralları, basit kelimeleri duygu ve korkuyla ilişkilendirerek tekrarlamayı içeriyordu. Hitler Sudetenland'ı istila ettiğinde bunun için en yüce gerekçeyi dile getirdi; Almanca konuşanların etnik temizliğini önlemek için insani müdahale gereğinden bahsetti. Propaganda mevzusunda bazı küçük ilerlemeler kaydedildi. Şimdi elimizdeki araçlar daha halis, özellikle de Britanya ve ABD gibi en geniş medeni haklara sahip ülkelerde. Çağdaş halkla ilişkiler endüstrisi buralarda 1920'lerde doğdu, ki bu faaliyetleri propaganda diye niteleyebiliriz. İki ülke de o dönemde demokratik haklar konusunda gelişmişti ve özgürlük arzusunu sınırlamakta şiddet artık yeterli değildi. Dolayısıyla iktidardakiler başka rıza üretimi yöntemleri aradı. Halkla ilişkiler endüstrisi kavram, kabul ve teslimiyet üretiyor. İnsanların zihin ve fikirlerini denetliyor. Totaliter yönetime göre büyük ilerleme var, zira reklama maruz bırakılmak işkenceden daha kabul edilebilir. İfade özgürlüğü ABD'de her yerden daha geniş biçimde korunuyor. 1960'lardan beri Yüksek Mahkeme ifade özgürlüğüne ilişkin çok yüksek standartlar koydu; ifade özgürlüğüne yönelik tek sınırlamanın cezai bir eyleme katılmak olduğunu kabul etti. Hırsızlık yapmak için silahlı bir suç ortağıyla mağazaya girip, 'Vur' diye bağırırsam, anayasa söylediklerimi korumaz. Aksi halde ifade özgürlüğünü tartışma konusu yapmak için ciddi gerekçeler olurdu. Yüksek Mahkeme Ku Klux Klan üyeleri lehine bile bu ilkeyi muhafaza etti.
Devlet tarihsel doğru belirler mi? Fransa, Britanya ve Avrupa'nın geri kalanında ifade özgürlüğü tanımı daha sınırlayıcı. Esas mevzu devletin tarihsel doğruları belirlemeye ve bunlara karşı çıkanları cezalandırmaya yetkili olup olmaması. Devletin böyle bir güç kullanmasını kabul ediyorsak, Stalinist yöntemlerini kabul ediyoruz demektir. Bu tavrı reddediyorsak da, istisnalar tanımamalıyız. Devlet güneşin dünya etrafında döndüğünü iddia edenleri cezalandırmamalı. İfade özgürlüğü ilkesinin temel bir niteliği vardır; bu ilkeyi ya nefret ettiğimiz fikirler için de savunuruz ya da hiç savunmayız. Hitler ve Stalin de kendi iktidar görüşleri savunanların ifade özgürlüğü hakkını teslim etmişti. 'Görüşlerimi ölene dek savunurum ama siz de kendi görüşlerinizi savunabilin diye hayatımı veririm' diyen Voltaire'den iki yüzyıl sonra bunları konuşmak acıklı. Gerçek bir demokraside devletin rolü ne olmalı? Hayali bir evrende değil, şu anda bu dünyada yaşıyoruz. Bu dünyada acımasız örgütler var: Büyük şirketler. Bunlar totaliter kurumlara en çok benzeyen şeyler. Esasen, kamu ya da topluma karşı sorumlu değiller. Avcı gibi hareket edip diğer küçük şirketlerin üzerine çullanıyorlar. İnsanların kendilerini korumak için tek imkânı devlet. Fakat devlet pek etkili değil; genellikle bu avcılarla yakın ilişki içinde. Yine de gözardı edilemeyecek bir fark var. General Electric kimseye karşı sorumlu değil, ama devlet zaman zaman eylemlerini kamuya açıklamak zorunda. Demokrasi vatandaşların üretim ve ticaret araçlarını denetleyebileceği, içinde yaşadıkları çevrenin genel idaresinde yer alabileceği kadar genişlediğinde, devlet aşamalı olarak kaybolacak. Yerini işyerimizdeki ve yaşadığımız yerdeki gönüllü birlikler alacak. Sovyetleri (eskiden Rusya'da bir yöreyi yönetmesi için, üyeleri orada oturanlarca seçilen konsey) mi kast ediyorsunuz? Lenin ve Troçki'nin Ekim Devrimi sonrası ilk yok ettikleri sovyetler, işçi konseyleri ve demokratik birimler oldu. Bu açıdan Lenin ve Troçki sosyalizmin 20. yüzyıldaki en büyük düşmanlarıdır. Fakat ortodoks Marksistler olarak Rusya gibi geri bir ülkenin sosyalizme hemen ulaşamayacağını ve zorla sanayileştirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Komünist sistem çöktüğünde bunun paradoksal biçimde sosyalizmin zaferi olduğunu düşündüm. Benim sosyalizm kavramsallaştırmam üretim, ticaret ve insan varlığının diğer unsurları üzerinde demokratik bir denetimin bulunmasını öngörüyor. Ancak iki ana propaganda sistemi (kapitalist ve komünist) Lenin ve Troçki'nin kurduğu, Stalin'in bir canavara çevirdiği tiranik sistemin sosyalizm olduğunu savunmakta aynı tavrı benimsediler. Batılı liderler sosyalizm kelimesinin bu edepsiz kullanımına başvurmaktan geri kalamazdı. Benzer bir şevkle ama aksi yönde çalışarak Sovyet propaganda sistemi de sosyalist idealin çalışan yığınlar arasında yayıldığını göstermeye çalıştı. Anarşist ilkelere dayalı tüm otonom örgütlenmeler çökmedi mi? Anarşist ilkeler bütünü diye bir şey yoktur, hiçbir özgürlükçü bağlılık yemini etmemiz gereken şeylere itikat etmez. Anarşizm, otorite ve tahakküm uygulayan örgütlenmeleri bulmaya çalışır, onlardan eylemlerini haklılaştırmalarını ister, bunu yapamazlarsa onları ilga etmeye çalışır. Çökmek bir yana, anarşizm ve özgürlükçü düşünce serpiliyor. Pek çok alanda gerçek ilerlemeye yol açtılar. Daha önce kısmen tanımlanan baskı ve adaletsizlik biçimleri artık kabul görmekten uzak. Bu başlı başına bir başarı, ileriye doğru bir adımdır, başarısızlık değil. (Ağustos 2007)