Şerif Erol: Dinleyicilerimizden Ercan Çelik ile beraberiz, günaydın, hoşgeldiniz. Ercan Çelik ‘insan kalkanı’ olarak Bağdat’a gitmek istediğini ifade etti kendisi ile konuşurken daha önce yayın dışında. Biz de bunun üzerinde biraz konuşmak ihtiyacını hissettik, kendisini davet ettik ve bizi kırmadı; stüdyomuza geldi. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Ercan Çelik: Ben teşekkür ederim.
ŞE: Önce konuğumuzu tanıyalım, öğrenci misiniz, çalışıyor musunuz?EÇ: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilgiler Bölümü Öğretmenliği bölümü birinci sınıfında okuyorum.
Ömer Madra: Kaç yaşındasınız?
EÇ: 24 yaşındayım. Bundan önce 5 sene de arşivcilik eğitimi aldım aynı üniversitede. Fakat formasyon dersleri ile ilgili bir problem vardı ve ben de öğretmen olmak istediğim için tekrar eğitim fakültelerinden birine girmeye karar verdim.
ŞE: Böyle bir eylemde bulunma kararının nasıl oluştuğu hakkında bize biraz bilgi verebilir misiniz?
EÇ: Bunu en iyi açıklayabilecek kelime birikim olurdu herhalde. Martin Scorsese’nin yönettiği ‘Taksi Şoförü’ filmini izlediniz mi? O filmde bir sahne vardı, ben onu unutamıyorum açıkçası: Taksi şoförü Travis Bickle’ı canlandıran De Niro bir kafenin önünde başka bir şoför arkadaşı ile konuşurken şunu söylüyordu:
“Dışarı çıkıp gerçekten, gerçekten bir şeyler yapmak istiyorum”...
Duygularım açıkçası Trevis Bickle’la bu konuda benzeşiyor, onunla aramızda tek bir fark var, ben ne yapmam gerektiğini biliyorum, o bilmiyordu. Onun kafası çok karışıktı ve dışarıya çıkıp ne yapması gerektiği hakkında tek bir fikri bile yoktu. Ben Irak’a gitmeğe karar verdim.
Bu konuda çeşitli kuruluşlarla bağlantıya geçmeye çalıştım, Irak konsolosluğunu aradım, büyükelçiliği ile temas kurmaya çalıştım, fakat konsolosluk telefonu cevap vermedi –zannediyorum bozuktu– daha sonra büyükelçiliği aradım, orada da İngilizce ya da Türkçe bilen birisi ile konuşamadım –belki de benim şansımaydı bilemiyorum– Arapça konuşan birisine denk geldim birkaç denemede. O konuda da daha sonra bir sonuç alamadım...
Amerikalı eski asker Nicholas O’Keefe’e e-mail gönderdim, özellikle maddi yükün ne olacağı konusunda bilgi almaya çalıştım. Bana gönderdiği cevapta minimum 1000 euro’dan bahsediyordu. Açıkçası bunu karşılayamayacağımı düşündüm ve bu ‘minimum’ kelimesinden de korktum. Sonra sizi [Açık Radyo’yu] arayıp bu konuda neler yapabileceğim konusunda yardım istedim. Zannediyorum Tolga bey [Temüge] Greenpeace üyelerinden biriydi, onun numarasını aldım, kendisi bu konularda gerçekten tecrübeli. Irak’a gidildiğinde nelerle karşılaşabiliriz, açıkçası bu konuda kendisinin de pek fazla bilgisi yoktu, fakat oraya ne şartlarda gidilecek ve orada bize neler gerekecek konusunda kendisinden gerçekten çok faydalı bilgiler edindim. O’Keefe’den bana gelen e-mailin’de minimum 1000 euro’dan bahsetmesine karşılık, gittiğimizde 10-20 bin euro’nun gerekebileceğinden söz ediyordu. Bu bana çok aşırı geldi, Tolga bey de bunu belirtti, normal şartlarda 1000 euro ile oraya gidilebileceği, fakat maddi durumun bu konularda en son konuşulması gereken konu olduğunu söyledi bana. Ben de kendisi ile hemfikir olmakla birlikte, öğrenci olmamdan dolayı yine çeşitli yardım kuruluşlarını bu konuda aramaya karar verdim...
ŞE: Ben tekrar bu ‘birikim’ kelimesine dönmek istiyorum, nasıl bir birikim?
ÖM: Oraya geçmeden, bu taksi şoförü analojisi de tabii son derece ilginçti ve ‘Taxi Driver’ kahramanı ile kendi arasındaki farkı bence Ercan çok çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Aynı birikim konusu sanıyorum Kenneth Nicholas O’Keefe’de de var. Işın Eliçin NTV’deki röportajında şunu sorduğu zaman: “Bir Amerikan deniz piyadesi olarak 91’de Irak’a giderken neler hissetmiştin? O zamandan bu yana ne değişti?” sorusuna da şöyle cevap veriyor:
"Son 12 yılda epey büyüdüm. O zaman Kuveyt’in egemenliğini korumanın meşru olduğunu düşünüyordum, naiftim yani bir anlamda. Her nasılsa o zamanki savaşın daha çok petrolle ilgili olduğunun, Amerika’nın küresel tahakküm, küreyi domine etme, hegemonya platformunun bir parçası olarak Amerikan askerlerini S.Arabistan’a sokmakla ilgisi olduğunun -- ki askerler hâlâ orada ve bu planın bir parçası olarak devam ediyor -- farkına vardım.Bence pek çok insan da bunu anlıyor şimdi. O zamanlar bir şekilde haklı gerekçeleri olduğunu düşünmüştüm.”
Kendisinin de büyük bir evrim sürecinden, düşünce sürecinden geçtiğini söylüyor. Şerif’in sorusuna dönersek, bu birikimi nasıl ifade ediyoruz?
EÇ: Bende de bu 1991’den beri süregeliyor. CNN’de canlı izlemiştik hatırlıyorsanız, Amerika’nın attığı bombaları, Irak’ın attığı scud füzelerini canlı olarak izleme ‘şansına’ sahip olmuştuk. O günden beriAmerika’nın dış politikasını çok daha dikkatli izlemeye çalışıyorum elimden geldiğince ve Amerika dış politikasının ne kadar zorbalığa dayanan ve zora geldiğinde ‘kana kan’ düsturuna dayanan bir politika olduğunu görüyorum. Bunu ABD başkanları iktidarlarında kesinlikle en az bir kere deniyorlar. Bunu baba Bush denemişti, daha sonra Clinton geldi ve Sudan’ı bombaladı hiçbir sebep yokken ve Sudan’ın ilaç sektörünün %50’sini mahvetti, orada binlerce, onbinlerce insanın ölümüne neden oldu. Şimdi oğul Bush aynı şeyi yapıyor, Afganistan’da yaptı bunu, şimdi sıra Irak’a geldi fakat bunu engelleme çabaları içinde bir şeyler yapabiliriz diye düşünüyorum...
O’Keefe’nin söylediklerini aynen tekrar etmiş gibi olacağım ama sayı ne kadar fazla olursa ve o insanların milliyetleri ne kadar çeşitli olursa, dünya üzerinde çok daha büyük bir kamuoyu oluşturabiliriz gibi geliyor bana da. Bu konuda Türkiye’nin rolü de çok önemli, Türkiye’den oraya gidecek insanların da çok fazla olması gerekiyor bence.
ÖM: Gideceğine dair de bazı işaretler var anlayabildiğim kadarı ile. Bu arada, NTV televizyonu O’Keefe’yi canlı yayında ortaya çıkararak son derece önemli bir objektif gazetecilik haberi yaptı ki, kolay kolay rastlanmıyor bugünlerde. Amerikan basınında hele hiç, ama BBC gibi uluslararası bir efsanenin, 70. yılını kutlayan bir BBC dünya servisinin bunda haber değeri görmemesi de doğrusu çok çarpıcı. Dolayısı ile NTV’yi ve Işın Eliçin’i buradan bir kez daha kutlamak istiyoruz.
EÇ: Bu konuda bir ekleme yapmak istiyorum, O’Keefe’den daha sonra aldığım e-mail’de, BBC’de bir söyleşiye katılacağını ancak İngiltere’ye girmesinin İngiliz hükümeti tarafından yasaklandığını söyledi. Daha sonra İngiliz BBC 4. kanalında internet yolu ile canlı yayına katıldı diye hatırlıyorum. Kendisinden aldığım mail’de bu söylendi bana.
ÖM: Doğru olduğuna hiç şüphe yoktur sanıyorum, ama bunun BBC World Service’de konuk olarak ele alınmaması, en azından telefonla kendisine bu soruların yönlendirilmesine gerek duyulmaması da doğrusu insana epey şaşırtıcı geliyor. Hatta biraz da üzücü geliyor...
ŞE: Bu son derece zor bir karar aslında, insanın kendi canı ile ilgili karar vereceği, son derece şahsi bir durum. Bunun üzerinde yayın yapmanın, söz söylemenin de son derece zor olduğunu –en azından biz de- düşünüyoruz. Şunu da sormak istiyorum buradan hareketle, mesela biraz önce bu tür bir eylemi, yani insan kalkanı eylemine çok sayıda insanın katılmasının gerekliliğinden bahsediyoruz hep beraber; bu eylemde olmamakla beraber savaş aleyhtarı eylemlerde büyük artış olduğunu, Chomsky’nin de tespit ettiği gibi dünya tarihinde ilk defa bir savaştan önce savaş karşıtı eylemlerin bu kadar büyük boyutlara ulaştığı ifade ediliyor. Fakat bu yeni eylemlerin bir yaptırımının olmayacağı fikrinden hareketle buna geçiliyor, siz de bu kanaatte misiniz? Büyük çapta diyebileceğimiz bu tür savaş aleyhtarı gösterilerin, tavrın yeterli olmayabileceği görüşünü mü savunuyorsunuz?
EÇ: Yeterliliği konusuna şu an herhangi bir şey düşünemiyorum, çünkü ben sadece umut etmekle meşgulüm şu aralar. BBC ve CNN gibi dünyanın önde gelen kanalları insanları mümkün olduğunca pasifize etmeye çalışıyorlar bu tür yayınlardan uzak tutarak. Chomsky bu konuda şunu söylüyor: “Birçok yetişkin, alışılagelmiş eğitim sistemleri ve medya yayınları tarafından koşullandırıldığından, bir takım apaçık ve belirgin gerçekleri algılayamayacak durumdalar."Bana göre dünyadaki BBC, CNN ya da diğer Amerikan kanallarının da yapmaya çalıştıkları bu. Ne kadar çok insanı pasifize ederler ve savaştan uzak tutarlarsa -- ki Amerikan halkı üzerinde bunu çok iyi yapıyorlar, CNN özellikle -- belki savaşa o kadar daha çok yaklaştırıyorlar insanları. Bunun önüne geçmek için mümkün olduğunca çabuk bir şeyler yapılmalı.
Bunun yaptırımı olur mu, olmaz mı? Bunu düşünmek de istemiyorum. Mesela “oraya gider ama dönemeyebilirsin de” deniliyor bana. Ben bunu düşünürsem, bu sefer ölümden korkmaya başlayıp oraya gitmekten vazgeçebilirim.Ama ben eğer savaşı bir şekilde durdurabileceğimi düşünüyorsam bir çoğunlukla ve iyi bir organizasyonla o zaman ötesini düşünmemin hiçbir anlamı yokmuş gibi geliyor.
ÖM: Çok ilginç. Peki Kenneth Nicholas O’Keefe’nin söylediği, tarihin çok önemli bir konjonktürel noktasında olduğumuz, --ki bunu daha önce Chomsky ile yaptığımız mülakatta buradan da yayınladık, Açık Site’de de yer aldı-- son derece kritik bir dönem yaşıyoruz. Gerek yer kürenin kaynaklarının çevresel bakımdan yıkımı bir yana, öbür tarafta da nükleer gibi son derece vahim, artık son nokta olan silahların topyekûn yok olmamızın eşiğine getirdiği konusunda. Bu aşamada uluslararası demokratik bir hareket yaratma şansı ve insanın kendisini biyolojik bir hata olmaktan kurtarabilmesi şansını Chomsky’e sormuştum, bir kere de sana sorayım. (Artık ‘sen’ diyebilirim herhalde.) Nasıl görüyorsun?
EÇ: Bu şans var, insanlar gün geçtikçe bilinçleniyorlar, fakat bu konuda medyaya çok büyük bir görev düşüyor, özellikle görsel medyaya. İnternet forum sitelerinden birinde şöyle bir soru ile karşılaştım, çok klişe bir soru idi aslında, bir anket tarzında: “Yeni yılda neyi elde etmeyi bekliyorsunuz? İşinizde kariyer sahibi olmayı, ruh ikizinizi mi bulmayı yoksa barış içinde bir dünyada yaşamayı mı?" diye bir soru var. İnsanların çoğu barış içinde bir dünyada yaşama seçeneğini işaretlememişler ve bunun gerekçesini belirtmişler, demişler ki “bu çok ütopik bir şey, dünya barış içinde olmayacaktır, öyleyse ben kariyer sahibi ya da ruh ikizimi falan bulayım.” İnsanlar barışa inanmaz duruma gelmişler artık, normal olan bir şey anormal bir biçime sokulmaya başlamış. O yüzden medyaya çok büyük bir görev düşüyor, medya işini doğru olarak yaparsa o zaman barışa inanan insanların sayısı da otomatik olarak artacaktır. Bu tür eylemlerin de sayısı artacaktır ve çok büyük bir kamuoyu oluşacaktır.
ÖM: ‘Klasik’ anlamda bir pasifizmin, eskiden mesela Vietnam savaşının 60’larda ve 70’lerde yarattığı etkinin ötesine geçen, artık bizatihi bireysel varoluşumuzu ve toplu olarak toplu olarak varoluşumuzu ilgilendiren bir mesele haline geldiği görüldüğü de söylenebilir belki. Ne dersin?
EÇ: Kesinlikle! Oraya gitmek istiyorum, bunun üstüne basa basa söylüyorum.
Tarık Ali 2001 yılı içinde bir söyleşinde şunu söylemişti: “Bir Ruandalı’nın, bir Yugoslav’ın, bir Vietnamlı’nın, Filistinli’nin ya da Iraklı’nın hayatlarının bir Amerikalı’nın hayatından daha değersiz olduğunu düşünmek çok saçmadır.” Oraya giderek ben belki de bir Türk’in hayatının aslında bir Iraklı’nın hayatından değerli olmadığını gösterme çabası içine gireceğim.
ŞE: Belki bu çaba da ölüm korkusunu geri plana itiyor?
EÇ: Kesinlikle. Ölüm konusunda George Bush Teksas valiliği sırasında da İncil’e atfen çok konuşmalar yapmıştı. Daha sonra başkan olduktan sonra da bu alışkanlığından vazgeçmedi, yine ulusa seslenişlerinden birinde geçen sene İncil’den 23. ‘ayet’e [bölüm’e] atfen şunu söylemişti:“Ölümün gölgesinin vadisinden geçiyorum ama ölümden korkmuyorum.”Bush’a verilecek en iyi cevap yine bu bölümdür bence, yani;"Ölümün gölgesinin vadisinden geçiyorum ama ölümden korkmuyorum!"
ÖM: Bizim senden epey öğrenecek şeyimiz var anlaşılan.
EÇ: Estağfurullah.
ÖM: Doğrusu, böyle bir dinleyiciye sahip olduğumuz için de mutlu olduğumuzu söylemeliyim.
EÇ: Teşekkür ederim.
ÖM: Bunun üzerinde sende başka bir soru kaldı mı Şerif?
ŞE: Yok.
EÇ: Ben belki izninizle şunu söyleyebilirim: Ben oraya otostop yaparak da olsa bir şekilde gideceğim, artık bisikletle mi giderim, otostop mu yaparım bilmiyorum ama, elimden geldiği kadar para biriktirip oraya gitmeye çalışacağım.Fakat bir operasyon çıkarsa, savaş çıkarsa bunu engellemek adına gidiyoruz, umarım da böyle bir şey olmaz. Orada kalışım biraz uzayabilir, bunun için de artık bir sponsor mu denir, hayırsever bir vatandaş mı denir bilmiyorum ama insanların yardımına ihtiyacım var. En azından benim orada kalacağım dönemde günlük ihtiyaçlarımı ufak tefek karşılayabilecek birilerine ihtiyacım var. Bu konuda benimle bağlantıya geçmek isteyen insanlar veya kuruluşlar olursa telefon numaramı sizlere bırakabilirim değil mi?
ŞE: Tabii.
EÇ: Bu konuda benimle bağlantıya geçerlerse iyi olur. Son olarak bir anekdot okumak istiyorum sizlere, John Le Carré’nin 14 Ekim 2001’de The Sunday Times’da çıkan bir makalesinin çok küçük bir kısmını size okuyacağım, bu da beni çok etkiledi. Şöyle başlıyor:
“Savaş mı dediniz? Merak ediyorum, acaba Blair ya da Bush hayatlarında hiç parçalarına ayrılmış bir çocuk görmüşler midir? Ya da korumasız bir mülteci kampına düşen bir tek misket bombasının etkisine tanık olmuşlar mıdır? Bu tür üzücü şeyler görmek generallik için muhakkak gerekli bir koşul değildir ve ikisinin de bu deneyimi yaşamasını istemem. Ama 'savaş' derken parlayan o siyasi yüzleri gördüğümde, kalbimi savaş için güçlendiren o siyasi sesleri duyduğumda hep aynı korkuyu hissediyorum içimde. Eğer içimde bir korku varsa, benim de duyduğum korku budur, yani o siyasi yüzleri, 'savaş' derken parlayan yüzleri gördüğümde açıkçası sadece bu korkuyu duyuyorum kendimde. Çünkü orada ölecek masum insanları düşünüyorum sadece, başka herhangi bir korku yok içimde ölüme dair."
(6 Aralık 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)