İnsan hakları ve Ankara'nın ruhu

-
Aa
+
a
a
a

12 Aralık 2012Taraf Gazetesi

10 Aralık, bütün dünyada İnsan Hakları Günü olarak kutlanır.     

İnsan Hakları Günü’nün ritüellerinden biri, belki de en önemlisi, başta hak örgütleri olmak üzere çeşitli kuruluşların, önceki yıldan bu yana yaşanan gelişmelere ve özellikle ihlallere dair bilançolar çıkarmalarıdır.

Yayınlanan raporlara bakınca, Türkiye’nin son bir yıllık insan hakları karnesi hiç iyi görünmüyor.

Bunun Türkiye için yeni bir durum, bir sürpriz olduğu söylenemez. Zira uzak ve yakın geçmişi insan hakları alanında vahim ihlallerle dolu bir ülke burası.

Ne var ki, bu tablo son on yılda nispeten düzelmeye başlamıştı. AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılından itibaren, insan hakları ve demokrasi adına önemli reformlar yapıldı. 2006 yılının başlarına kadar da ciddi mesafe kat edildi. Ondan sonra gidiş değişti. Reformlar önce yavaşladı, sonra durdu. Hatta bazı konularda geriye dönüş bile yaşandı. Arada yine bazı düzeltmeler ve iyileştirmeler gerçekleştiyse de, tablonun bütünü son altı yılda bir türlü iç açıcı hâle gelmedi. Haziran 2011 seçimlerinden bu yana ise, iç karartıcı yerler giderek çoğalıyor.

Bu durumun nedenlerine dair kaba bir bilanço çıkarmaya çalışayım:

Reformların hızlı ve yoğun olduğu dönem (2002-2006), “AB Uyum Süreci” denen zaman dilimini kapsıyor. AKP hükümeti, AB’den tam üyelik için müzakere tarihi almayı başlıca hedef olarak belirlemişti. Bunun için “Kopenhag siyasi kriterleri”ni karşılamak gerekiyordu. Hükümet de, büyük bir gayretle reformları peş peşe yaptı. Nihayet AB’den müzakere tarihi almayı başardı. AB’yle ilgili bu yakın hedefe ulaşıldıktan sonra, gerisi yıllara yayılabilecek, manevra imkânının bol olduğu bir süreçti. Bu durum, AB’nin, demokratikleşme ve insan hakları açısından Türkiye’ye referans ve müeyyide olma işlevini bayağı zayıflattı.

Biz de zaman geçirmeden içimize döndük, bir zamanlar latif amaçlarla ilân edilmiş olan “Ankara kriterleri”yle baş başa kaldık ve ne olduysa o zaman oldu.

İnsan haklarının evrensel değer ve ilkeleriyle ülkemizdeki hâkim zihniyeti karşılaştırınca, mevzu daha iyi anlaşılır.

İnsan haklarının evrensel özü, iktidarı sınırlamakta yatar. Bu özü gerçekleştirmenin temel yolu, tehdit altındaki yaşam alanlarını ve toplum kesimlerini güvencelerle donatmaktır.

Ankara’nın en köklü geleneği ise, iktidarı yüceltmek ve en güçlü iktidar aygıtı olan devleti kutsamaktır. AKP devletle bütünleştikçe, insan hakları değerlerinden ve ilkelerinden uzaklaştı; giderek bunları, bir rahatsızlık kaynağı olarak algıladı.

Çoğunlukçuluk, zaten bu ülkede, özellikle sağın neredeyse genlerine işlemiş bir yönetim anlayışıdır. Bu anlayışın taşıyıcılarından olan AKP de devletle bütünleşince, muhalefeti ve siyasal talep mücadelesini sindirme konusunda büyük bir hırsa kapıldı.

Bu hırsın bir kaynağı da, hakları bir ihsan, bir lütuf olarak görmektir. Bu zihniyet, insan haklarının tarih sahnesine çıkmasında önemli katkısı olan “tabii hukuk” anlayışıyla taban tabana zıttır. Hatırlatayım, o “tabii hukuk”tan bugüne gelen en önemli medeniyet kazanımı, her insanın doğuştan bu haklara sahip olduğu şeklindeki şiardır.

Sonuç olarak, AKP, başta Kürt sorunu olmak üzere, hak meselesine “Ankara kriterleri”yle yaklaştığı için, insan hakları tablomuz gidererek kararıyor.

İdris Naim Şahin’in İçişleri bakanı yapılması, Sedat Selim Ay vakası, Roboski katliamının yaşanması ve aydınlatılmaması, Hrant Dink’in ölüm fermanının mimarlarından Ömeroğlu’nun ombudsman seçilmesi, insafsız polis şiddeti, kitlesel gözaltı ve tutuklamalar...

Bunların hiçbiri münferit veya tesadüf değildir, tam da bu zihniyetin sonuçlarıdır. Mazeretler uydurmak, bahaneler aramak yerine, bu zihniyetle doğrudan ve açık bir şekilde hesaplaşmak lazım. Yoksa insan hakları tablomuz kara lekelerle dolu kalacak...