27 Temmuz 2006
Amerikan Tarihi Ulusal Müzesi, Washington D.C.’de bulunan ünlü Smithsonian Enstitüsü’nün bir parçasıdır. Bu müze korint sütunları, saldırgan kartal figürleri ve işlemeli taşlarla bezeli heybetli Greko-Romen taklidi binalar olarak, bu kelime herhangi bir yere nakşedilmiş olmasa da imparatorluğun ortasında durmaktadır. Hitler ve Mussolini gibiler, Başkan Bush’tan bir alıntı yapmak gerekirse, “dünyayı şeytandan kurtarmak için” başlatılan “bu görevde” emperyalist olmakla da gurur duyduklarından, bu anlaşılır bir şeydir.
Müzedeki sergilerden biri “Özgürlüğün Bedeli : Savaşan Amerikalılar”. Noel Baba’nın sihirli mağarasının ruhunu yansıtan bu mekân revizyonizmin bu denli berbat bir taklidi, özgür ve medya doygunu bir toplumda sessizliğin ve yokmuş kabul etmenin ne kadar etkin kullanılabildiğini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Çoğu çocuk olan uzun kuyruklardaki bu sıradan insanlar, böbürlenerek anlatılan Amerika’nın her zaman “özgürlük ve demokrasi inşa ettiği” –özellikle Hiroşima ve Nagasaki’de atom bombalarının “milyonlarca yaşam” kurtardığı, Vietnam’da Amerikan kahramanlarının nasıl “komünist yayılmacılığı engellemekte kararlı oldukları”, Irak’ta ise aynı cesur yürekli insanların “daha önce görülmemiş hassasiyette hedefi vuran hava akınları düzenlediği” mesajlarına maruz kalıyorlar.
”İşgal” ve “çatışma” gibi kelimeler ortalarda pek görünmemekte; bu “büyük görevin” 1945’ten bu yana baskıya karşı direnen halk ayaklanmalarının bastırılması, bununla birlikte, çoğu demokratik 50 hükümetin devrilmesi girişiminden ve 30 ülkenin sayısız ölüme yol açan bombalanmasından sorumlu olduğu ile ilgili en ufak bir imaya bile rastlanmamaktadır. Orta Amerika’da Ronald Reagan’ın silahlandırdığı ve eğittiği haydut ordular 300,000 kişiyi katletmiştir; Guatemala’da bu olaylar Birleşmiş Milletler tarafından soykırım olarak nitelenmiştir. Mağarada bunlarla ilgili tek bir laf bile edilmemektedir. Bu tür bir sunum sayesinde Amerikalılar başkalarının suçlarını izleyip kendi suçları hakkında hiç bir fikir sahibi bile olamadan savaşa saygı duymaktadırlar.
Noel Baba’nın mağarasında Howard Zinn’in dürüstlükle kaleme aldığı People's History of the United States (Amerika Birleşik Devletleri Halkları Tarihi) adlı eserine, veya müzede “unutulan savaş” olarak adlandırılan Kore Savaşı hakkında I F Stone tarafından ortaya çıkarılan gerçeklere veya Mark Twain’in ulusalcılığı “başka halkların ülkelerinden bir parça gasp etmek için büyük masraflarla beslenen üniformalı katiller” bulundurma gereği olarak tanımlamasına yer yoktur. Hatta, Özgürlüğün Bedeli mağazasından Amerikan Ordusu Monopol oyununu ve “müteşekkir ulus battaniyesi”ni sadece 200 dolara alabilirsiniz. Bu serginin sponsorları dev perakendeciler Sear ve Roebuck’dır. Durum anlaşılmıştır.
Özgür toplumlarda doktrinlerin empoze edilmesinin gücünü anlayabilmek için, bastırılan gerçeğin isyankâr gücünü de anlamak gerekir. İngiltere’de Blair döneminde İmparatorluğun erken revizyonistleri savaş yanlısı medya tarafından kucaklanmışlardı. Soğuk savaş dönemi Amerika’sının kutsal “zafer” iddialarından esinlenen, kölelik, soygun, kıtlık ve soykırımın döktüğü kanı temizleme telaşındaki asparagas tarihi ile bu Britanya emperyalizmiydi (“İmparatorluk iyiye hizmet eden bir güçtü” : Andrew Roberts) ama aynı zamanda Gladstone’cu üstünlük inancını yeniden ortaya atarak Niall Ferguson’un ifade ettği gibi, “Batı değerlerinin empoze edilmesi” fikrini savunmaktaydı.
Ferguson kaypak gibi duran “değer” kavramının, imparatorluktan gelen barbarlığı ve günümüzün acımasız “serbest” piyasasını da içerdiğini öne sürerek çeşnilendirmiştir. Irk ve sınıfın yeni kodu “kültür”dür. Dolayısı ile zenginler tarafından yoksul ve güçsüzlere karşı sürdürülen korsanlık, özellikle doğal kaynaklar konusunda bir “medeniyetler çarpışmasına” gitmektedir. Francis Fukuyama “tarihin sonu” adlı (artık geri alındığına göre) saçmalığı yazdığından beri, revizyonistlerin ve egemen medya mensuplarının işi gücü Ferguson’un Kanal 4’de yayınlanan ve zaman zaman da BBC’de de özetlenen “Dünyanın Savaşı” dizisinde olduğu gibi, bu “yeni” enperyalizmi popüler kılmak olmuştur. Böylece kamuoyu uydurulmuş gerekçeler gösterilerek ülkelerin, İran’a yapılacak olası bir nükleer saldırı da dahil, tükenmez bir hırsla işgal edilmesi karşısında yumuşatılacak ve Başkan Yardımcısı Chenney’in dediği gibi, Washington icracı bir diktatörlük olarak yükselecektir. Teslim olmuş bir Kongre’nin, Yüksek Mahkeme’nin Guantanamo mahkemeleri komedisini kanunsuz sayan kararını geçersiz kılacak adımı bugün yarın atması beklenmektedir. Bush’un kendisi tarafından atanan bir Yüksek Mahkeme yargıcı çoğunluk görüşünü özetlerken James Madison’un şu öğretici sözlerine yer vererek uyarısını yapmıştır: “Yasama, yürütme ve yargıdan oluşan tüm gücün aynı elde toplanması durumu bu iter bir, bir kaç veya birçok kişi olsun, ister babadan oğula geçmiş, kendi kendine gelmiş veya seçilmiş olsun diktanın tam olarak tanımıdır.”
Ortadoğu’da yaşanan felaket bu tür bir imparatorluk diktasının ürünüdür. Açıktır ki, önce Gazze’ye ve şimdi de Lübnan’a karşı girişilen Washington onaylı ve genişlemesi beklenen saldırılar uzun süredir planlanmakta olan Lübnan, Suriye ve sonunda İran’a Amerikan kuklalarının yerleştirilmesini amaçlayan bir planın parçalarıdır. “Hesaplaşma vakti geldi” diye yazıyordu İsrailli tarihçi Ilan Pappe “şimdi Mesih zora düşen İmparatorluğu kurtarmalı.”
Süregelen propaganda – dilin suiistimali ve sonsuz yalanlar – son haftalarda en dip noktasına dek alçaldı. İşgalci bir gücün mensubu olan bir İsrail askeri, yakalanarak meşru bir zeminde savaş esiri olarak alıkonuldu. Bu durumun “kaçırılma” olarak tanımlanması Filistinli siviller üzerinde daha ileri giden kıyımı başlattı. Askerin ele geçirilmesinden iki gün önce, iki Filistinlinin kaçırılması ile kimse ilgilenmedi. Binlerce Filistinli rehinenin İsrail cezaevlerinde hapsedilmesi, Uluslararası Af Örgütü’nün kayıtlarına göre bir çoğunun da işkence görmüş olması ile kimsenin ilgilenmediği gibi. Kaçırılan asker öyküsü, İsrail’in göstermelik bir harekâtla çekildiği Gazze’yi yeniden işgalinin sorgulanmasını engelledi. Hamas’ın tek yanlı uyguladığı 16 ay süren ateşkesin önemi “İsrail’in tanınması” üzerine yürütülen anlamsız tartışmalar ve İsrail’in Gazze’de uyguladığı terör hali arasında kaybolurken – sivillerin yaşadığı bir bloğa 500 lb ağırlığında bombalar düşüyor, dünyanın nüfusu en yoğun yerleşim yerlerinden birinin üzerine 9,000’den fazla top mermisi atılıyor ve gece kullanılan ses bombaları ile terör sürdürülüyordu.
Çocuklar içinde bulundukları şartlar karşısında çıldırırken, İsrail Başbakanı “Gazze’de hiç kimsenin gece uyumasını istemiyorum” diye açıklama yapıyordu. Kendilerini savunmak için Filistinliler Kassam füzeleri atarak sekiz İsraillinin ölümüne neden olmuş ve bu BBC’de İsrail’in kurban ilan edilmesine yetmişti; Jeremy Brown bile, bir yüz kızartıcı bir “denge” sağlamak için haber kaynağı olarak “iki söylenti”yi göstermişti. Bunun tarihsel bir benzeri Varşova Yahudi Getto’sunun Naziler tarafından bombalanması ve orada yaşayanların açlığa mahkum edilmesidir. Bu olayın “iki söylenti” olarak tanımlandığını düşünün bir.
Bu olup bitenleri Washington’dan izlerken – kaldığım otel zevk peşindeki “İsrail için Hıristiyanlar” grubunun işgali altındaydı – duyduklarım arasında koloni dönemi söylemler vardı, ama tek bir gerçek bile yoktu. Amerika’nın artık karikatürleşen gazetecileri Hizbullah’ın “Suriye ve İran tarafından silahlandırıldığını ve finanse edildiğini” öne sürüp bu ülkelere de saldırılacağının sinyalini verirken, Amerika’nın uluslararası hukukun ihlal edilmesi konusunda dünya rekoruna sahip bir ülkeye, bir günde 3 milyar dolarlık uçak, hafif silah ve bomba hediye etmesi karşısında sesiz kalıyorlardı. Aynı şekilde Hamas’ın güçlenmesinin aslında Filistinlilerin yarım yüzyıldır maruz kaldığı insanlık dışı ve aşağılayıcı davranışların bir ürünü olduğundan, Hizbullah’ın da benzer bir şekilde Ariel Sharon’un 1982 yılında Lübnan’ı, geride 22,000 ceset bırakan canice işgaline karşı kuruluğundan da kimse söz etmemektedir. Yine hiç kimse, İsrail’in tarihi Filistin’in geride kalan yüzde 22’sine müdahalesinden, 11,000 evi yerle bir etmesinden, insanları tarlalarından, ailelerinden, hastanelerden ve okullarından bir duvar ile ayırmasından da söz etmemektedir. İsrail’in varlığının bir tehdit altında olduğu iddiasının bir uydurma olmasından, gerçek düşmanlarının Araplar değil, ama Siyonizm ve insani Judaizm’in bir karşı tezi olarak İsrail devletini güvence altına almak isteyen imparatorluk peşindeki Amerika olduğundan da hiç söz edilmemektedir.
Filistinlilere yapılan destansı adaletsizlik konunun kalbidir. Avrupa hükümetleri (onurlu bir istisna olarak İsviçre hariç) korkakça sessiz kalırken, Filistinlilerin yardımına sadece Hizbullah koştu. Ne kadar utanç verici. Medyada Filistinlilerin iki kez çoğu zaman sapanlar ve taşlarla sürdürdükleri kahramanca ayaklanma bir “söylenti” bile olamadı. İsrail’in Rachel Corrie ve Tom Hurndall’ı katletmeleri onları sadece yalnız bıraktı. Hükümetlerin sürdürdükleri sessizlik de o kadar şaşırtıcı değildi. Önemli bir BBC programında bir Yahudi ve işine gelen mazeretleri savunan biri olarak bilinen Maureen Lipman, pek de karşı çıkılmadan şunları söyleyebildi; “İsrailliler için insan yaşamı ucuz değil, ama diğer tarafta insan yaşamı aslında son derece ucuz...”
Lipman’a bir İsrail bombardımanın ardından Gazze’li çocukların nasıl etrafa saçıldığını ve ailelerinin yastan nasıl taşlaştıklarını göstermek gerekir. Genç bir Filistinli kadının – onun gibi bir çokları var – gece vakti hastaneye ulaşmak için geldiği İsrail kontrol noktasından bilerek geçmesine izin verilmediği için bir arabanın arka koltuğunda çığlıklar içinde nasıl doğum yaptığını göstermek gerekir. Sonra da Lipman’a, bebeğin babası tarafından donmuş tarlaların arasından taşınırken nasıl morarıp can verdiğini de göstermek gerekir.
Sanırım Orwell Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün şu bölümünde imparatorluğun nihai öyküsünü koyarken doğruyu görmüştü : "Ve görünüşün genel olarak gittikçe zorlaşmasıyla... uzun süredir unutulan uygulamalar – yargılanmadan hapse atılma, savaş esirlerinin köle olarak çalıştırılması, herkesin önünde infaz edilen idamlar, itirafta bulunması için insanlara işkence edilmesi... tüm bir halkın yerinden sürülmesi – sadece olağan olmakla kalmadı, fakat kendilerini aydın ve ilerici olarak tanımlayanlar tarafından hoş görülür hatta savunulur hale geldi."
Çeviren: Neşet Kutluğ