16 Temmuz 2006
Başında ABD, Britanya ve İsrail'in bulunduğu küresel şiddet cephesinin, insanların kanlı mücadeleler sonucu oluşturduğu hukuk birikimini yerle bir edip sorunlu gördükleri ülkeleri tek taraflı bir iradeyle işgale kalkmaları, insanlığın tehlikede olduğunu gösteriyor. ABD'nin, kendisinin ve egemen olduğu çokuluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda şekillenen tahakkümcü tek küresel güç olarak teknolojik yönden gelişmiş silahlarla birlikte şiddetin tekelini elinde tutup, işgallere giriştiği ve halen yürürlükte olup yapılanması ve işleyişiyle antidemokratik olan BM rejiminin ürettiği hukuki meşruiyeti dahi devre dışı bıraktığı görülüyor. Şiddet ABD eliyle küreselleşiyor. Çıkarları perdeleyen şiddetin kuşkusuz bir ilüzyona, bir düşmana ihtiyacı vardır. Dünyadaki adaletsiz düzenin, emperyal emellerin ve uygulamaların, kaynakları sömürülen ülkelerdeki insanların bulundukları umutsuz durumun yarattığı bir tepkinin, sisteme karşı bir meşru müdafaa durumunun ortaya çıkması doğaldır. Ancak bu tepkiler doğal mecrasını bulamıyor. Meşru haklarını savunanlar ya yok ediliyor ya da başıbozuk olarak nitelenen terör hareketine dönüştürülüyor. ABD ile işbirliği içindeki otoriter rejimlerin başında olanların da statülerini korumak için bu duruma katkı sağladıkları açık.
Bush Doktrini
Nixon doktriniyle ABD'nin küresel güç kaybına uğradığı kabul edilmişti. Bu nedenle sistem adına bölgesel çıkarların savunmasında yardımcı olacak müttefiklerle ilgili politikalar geliştirilerek Ortadoğu'da uygulandı. İran Şahı'nın devrilmesine kadar bu ülkeyle birlikte Suudi Arabistan ve İsrail'in de içinde bulunduğu bir ittifak oluşturuldu. İran'da Şah'ın devrilmesinden sonra askeri gücü ve silah üretimi dışında ekonomik dinamiklere sahip olmayan İsrail'in ABD açısından önemi daha da arttı. ABD'nin Afganistan'a ve Irak'a yönelik askeri müdahaleleriyle birlikte ideolojik tahakkümü genişledi. ABD'nin Ortadoğu'ya küresel, siyasi ve askeri gücüyle abanması sonucu, birlikte hareket eden devletler konumlarını yeniden tanımlamak zorunda kaldılar.
ABD'nin 2002' de kabul edilen "Ulusal Güvenlik Stratejisi" Bush Doktrini'nin ilk resmi ifadesidir. Ancak bu doktrinin asıl mimarları 11 Eylül 2001'den çok önce Amerikan İmparatorluğu'nun "Pax Amerikana" çerçevesinde bir imparatorluk hukukuna ulaşmasını amaçlayan bir "Lex Amerikana"yı "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi" ile savunanlardır. Bu doktrinin amacı gezegende kalıcı bir Amerikan tahakkümü kurmaktır. Bu amacı kalıcı olarak sağlamanın aracı ise, onaylamadığı rejimleri gerekirse ön alıcı saldırılarla devirmektir. Başarı durumunda kurulmuş olacak yeni emperyal düzende, ABD kullandığı şiddet ve saldırı araçlarıyla egemenliğini sağlarken diğer devletler de ABD'nin seçtiği hedefleri desteklemek üzere koalisyonlar içine alınacaktı. ABD'nin gücü karşısında diğer ülkeler askeri rekabetten çekileceklerdir. Böylece uluslararası düzen tek güç tarafından belirlenecekti.
Kennedy döneminin danışmanlarından Arthur Schlesinger, Jr. Irak'a yönelik saldırının gerisindeki Bush Doktrinini "ABD'nin dış politikasında ölümcül bir değişim" olarak niteledi. Kuşkusuz bu değerlendirmenin önemli gerekçeleri bulunuyor. Savaşı politika aracı olarak meşru gören anlayış I. Dünya Savaşı'ndan sonra terk edildi. Paris Misakı olarak bilinen 27 Ağustos 1928 tarihli Kellog-Briand Paktı ile savaş milli siyasetin bir aracı olmaktan çıkarıldı, tüm saldırı savaşları yasaklandı. Nitekim bu Misak'a aykırı hareketler Nüremberg Mahkemesi'nde suç sayıldı. 24 Ekim 1945'te yürürlüğe giren BM Antlaşması ile bu yasak pekiştirildi. Oysa Bush Doktrini bu yasağı kabul etmiyor, savaş açmanın ve saldırının Amerika'nın yeni dünya politikasının bir aracı olduğunu açıkça savunuyor. Bush Doktrini bu yasağın ihlali dışında "önleyici savaş" ilkesini getiriyor. Nürnberg Mahkemesi'nde önleyici savaş "ani, ezici, başka bir seçeneğe ve düşünceye zaman bırakmayan bir meşru müdafaa zorunluluğu" olarak tanımlandı. ABD'nin Irak işgali bu tanıma uymadığı gibi, BM Güvenlik Konseyi'nin barışı tehdit eden yeterince ağır bir durumun doğduğu yönünde bir kararı da bulunmuyor. Bu durumda ABD'nin tek yanlı olarak savaş açma hakkını savunması ve eyleme geçmesi evrensel hukukun çiğnenmesi demektir. Colin Powell BM'de ABD'nin askeri eyleme geçmesinin, ABD'nin egemenlik hakkı olduğunu söyleyebildi. Ancak ABD'nin hukuksuz davranmasından çok daha tehlikelisi, tek yanlı olarak "hukuku tanımlama, belirleme, oluşturma" girişiminde bulunmasıdır. Amerikan İmparatorluğu kendi çıkarları için mutlak güvenliğe dayalı yeni bir dünya düzeni oluşturmaya çalışırken, eylemleriyle sadece hukuksuzluğu meşrulaştırmıyor, daha da ileri giderek kendi tek yanlı iradesine dayanan hukuk normları oluşturma girişiminde bulunuyor (önleyici savaş normu gibi). Bu doktrin gezegene hükmedecek olan hukukun bir imparatorluk hukuku (Lex Amerikana) olmasını öngörüyor. İmparatorluk hukuku "bir küresel gücün tek yanlı bir tutumla oluşturduğu ve dayattığı, gayrimeşru ve hesap vermeyen" bir yönetimi işaret ediyor. Bu anlayışla ABD, hukuku kendi iradesinin bir türevi olarak görüyor. (Irak Dünya Mahkemesi Nihai İstanbul Oturumu, 23-27 Haziran 2005, Amy Bartholomew) ABD'nin silahlarını dayatarak, kendince sorunlu saydığı ülkeleri askeri şiddet ve dünyaya yayılmış bir toplama kampları zinciri yoluyla yönetmesi söz konusu. (Guantanamo, Ebu Garip, Kandahar) Kuşkusuz buradaki amaç, çıkarlara yönelik neoliberal ekonomik politikaların askeri yayılmacılıkla uygulanmasını sağlayan bir hukukun oluşturulması. Militarizm ile kapitalizm bütünleşiyor, silah üretenler, büyük bankalar, petrol tekelleri ABD'nin politik tutumunu belirliyorlar. Militarist dalga toplumsal dinamikleri denetim altına alıyor, medya aracılığıyla bu durum meşrulaştırılıyor. Görünmez bombardıman uçağı Awacs ve Patriot, Tomahawk füzelerinin projelerini yürüten silah tekeli General Electric üç önemli Amerikan televizyon şebekesinin sahibi bulunyor. (CBS, ABC, NBC)
Sorulması gereken sorular
İmparatorluk hukuku, Jürgen Habermas'ın deyişiyle, "ateş ve kılıçla" yerleştirilmeye çalışılıyor. İşlenen insanlık suçlarının gerisinde yatan "imparatorluk hukukuna" ve "küresel siyasetin ahlakdışılığına" karşı nasıl mücadele edilecekti? Ius contra bellum'u (savaşa karşı hukuku) canlandırmak ve orman yasaları yerine, hukuka dayalı yasaları getirmenin yol ve yöntemi nasıl olmalı?
Sorun ABD'nin sadece hukuk kurallarına karşı gelmesi değil, bunun ötesinde hukukun meşruiyetini oluşturan temel değerleri yok etmesidir. Bu temel değerler çiğnendiğinde hukukun felsefesi de yerle bir oluyor, hukukun üstünlüğü içi boşaltılmış bir değer olarak kalıyor. Bunun sonucu gelinen nokta tüm değerlerin yok sayıldığı, üstü örtülmüş bir faşizmdir. Bu faşizm barbarlıkla birleştiğinde ortaya korkunç sonuçlar çıkıyor. İsrail'in öteden beri yürüttüğü operasyonların nasıl bir hukuk ve insan dışılığı barındırdığı ortada. İsrail Başbakanı "elektriksizlikten kimse ölmez" şeklindeki beyanıyla tüm insanlığı ve insani değerleri aşağılıyor. Bu beyan karşısında susanlar tüm değerlerini yitirmişlerdir. Bir ülkenin merkezi siyasi sorumlularından yerel sorumlularına kadar birçok seçilmiş insanını hukuki ve ahlaki hiçbir dayanağı olmadan esir eden aşağılayıcı bir şiddete karşı tepkisiz kalan bir dünya, hak edilmiş bir yer olamaz. Bu tablo karşısında alternatif bir dünya görüşünü nasıl tasarlayabiliriz? İnsani bir uygarlığı amaçlarken, buna uygun yeni bir hukuk anlayışını nasıl evrenselleştirebiliriz? Bugünkü cehennemi yaratanların değerlerini, gücün öne çıkmasına dayanan evrenselleştirmeyi redderken, keşfetmemiz gereken uygarlıklar, kültürler ve değerlerden nasıl yararlanabiliriz?
Siyasetin ve siyasetçinin, hukukun ve hukukçunun, bilimin ve bilim insanının dışlandığı ve sözünün değer bulmadığı bir gezegende emperyalizmle mücadele hangi zeminde, nasıl yürütülebilir? Entelektüeller sisteme eklemlenmeden, onurlarını ve dürüstlüklerini yitirmeden, içlerindeki ahlak yasası ile yüzleşerek kendilerini sorgulamalı, görev ve sorumluluklarını yerine getirmenin yollarını bulmalıdırlar.