24 Eylül 2006Saime Tuğrul
Mete Çubukçu, Radikal İki'de, 19 Eylül tarihli yazısında, savaş gazeteciliğinin acı gerçeklerini anlatırken, savaş imajlarının sorumlularının gazeteciler değil, bu savaşlara yol açan politikaların olduğuna dikkati çekiyor. Gazetecinin bulunduğu yerin ise bu "savaşlara karşı" olduğunu ancak görevinin "rahatsız" etmek oldugunu vurguluyor. Dehşet görüntülerinin gerçek olduğunun, "Dünyanın herhangi bir yerindeki okurun, rahatsız da olsa bu gerçekliğe ulaşmaya hakkı vardır" diyerek gazeteci sorumluluğunun altını çizen Çubukçu'ya hak vermemek mümkün değil. Ancak gerek "savaş gerçekliği"ne ilişkin, gerek verdiği "uluslararası hukuku ayaklar altına alarak, dünyanın cehenneme çevrildiği" savaş örneklerine ilişkin, önemli bazı soruları da sormamak elde değil. 1) Savaş gerçekliğinin, evlerimizin içine dek girerek bizi rahatsız etmesinde, fotoğraf ve filmlerin etkisi büyük. (Nora Şeni de bir önceki haftadaki yazısında özellikle "duyu"lara hitap eden bu iletişim araçların, yazıya oranla etkinliği ve kalıcılığını vurguluyordu.) Kuşkusuz görüntü, iletişim araçlarının en etkileyicilerinden birisi. Fotoğrafın yakaladığı anlık çarpıcılığa devinim ve nefes de eklenince, imaj gerçeğin vazgeçilmez parçası, bazı filozofların altını çizdiği gibi gerçekliğe ilişkin yeni bir paradigmanın temelini oluşturuyor. Hatta, J. Baudrillard bu paradigmanın uçlarına giderek "imaj olmadan savaşın olmadığı", gerçek ne kadar virtueli geride bıraksa da (11 Eylül'de uçaklarin ikiz kulelere çarpması gibi) virtuelin gücünün gerçekliği aştığını, bu güç olmadan gerçeği algılamamızın artık çok güç olduğunu belirtiyor. Başka bir deyişle, savaşın olduğu yer değil de, görüntünün olduğu yerde savaş var. İşte sorun da tam burada başlıyor. Son yıllarda dünya çapındaki büyük siyasi ihtilaf ve katliamlara baktığımızda, görüntüsüz katliamların, felaketlerin ne denli sessiz kaldığını görüyoruz. Çok az hümaniter örgütün ve arada bir Birleşmiş Milletler temsilcisinin girebildiği, Sudan Darfur bölgesinde 2003'ten bu yana devam eden, 21. yüzyılın en büyük katliamanın imajlarını hangi televizyonda, ne kadar görmüşüzdür? 300 binden fazlası öldürülen, 2,5 milyonun köylerinden techir edilen, ya mülteci kamplarında ya da yollarda açlık ve hastalığa terk edilen insanlar, kimleri "rahatsız" ediyor? Sudan, Hartum hükümetinin desteğiyle ya da bizzat katıldığı, Arap milisleri "janjawitler"in, gene Müslüman ama Afrikalı siyah halkı kestiklerini, erkeklerini öldürdüklerini, Müslüman oldukları için köle olarak satılamayacaklarından, ırzına geçtikleri kadın ve 8-10 yaşındaki kız çocuklarının ağıtlarını, boşluğa bakan gözlerini, kaçımız, hangi fotoğrafta gördü? Son zamanlarda, Hollywood yıldızları George Clooney ve Angelina Jolie'nin Darfur katliamına sahip çıkmaları bile, bu bölgedeki katliamın sesini duyuramadı. Darfur, görüntüsüz, sessiz bir katliamdır. Dünya kamuoyu olup bitenlere karşı duyarsızdır, "politically correct" aydınların bile ilgisini çekmez. Dünya Doktarları Örgütü, Darfur'da mülteci kamplarındaki açlığa karşı giriştikleri kampanya için yeterince bağış toplayamıyor. Bunun gibi dünyanın farklı bölgelerinde onlarca görüntüsüz çatışma, nadiren yazılı basının arka sayfalarında yer almaktan daha ileriye gidemez.
Üstüne vazife olmayana karışmak 2) Öte yandan, Mete Çubukçu'nun yazısında "dünyayı cehenneme çeviren" savaş örnekleriyle ilgili önemli bir sorun var. "Dünyanın herhangi bir yerindeki savaştan" alınan örnekler, aslında "dünyanın sadece bir bölümünde" yer alıyor. Bu savaşların nedense tamamı Ortadoğu bölgesindeki savaşlardır. Özellikle ABD'nin öncülük ettiği savaşlardır. Daha önceki tarihli savaşlara değinildiğinde de, Vietnam, 1. Körfez Savaşı, Filistin örnekleridir. Oysa aynı bölgede 1980'li yıllarda 1 milyon insanın öldüğü, 13 yaşındaki çocukların savaşa yollandığı İran-Irak savaşı hafizalardan silindi. Ya da 1. Körfez Savaşı'ndan önce 1988 yılında, Saddam Hüseyin'in Kürt halkını cezalandırmak üzere çoluk çocuk gözetmeden gazladığı Halepçe katliamını, nedense tarafsız gazeteciler çok az hatırlarlar. Ya da bu bölgenin biraz uzağına giderek, gene 1980'li yıllarda, Cezayir'deki kanlı yıllarda, Radikal İslamcıların köyleri basarak, hunharca öldürdükleri 200 bine yakın sivil halkın acısı, uykuları yeterince kaçırmaz. Burada ister istemez şu sorular aklımıza geliyor: Tarafsız gazeteci, dünyada olup biten "acı savaşlar" içinde, hangisinin gösterilmeye değer olduğuna ilişkin nasıl bir kriter kullanıyor? Mazlum halklar kendi aralarında savaş yaptığında ya da iç savaşlarda, birbirlerini kestiklerinde o savaşlar daha mı az "rahatsız" edici oluyor? 3) Nitekim, savaş haberciliğinin ötesinde daha genel düzeyde, Türk basınının dış haberler sayfaları ya da televizyondaki dış haberler, bir zamanlar çok gördüğümüz New York merkezli dünya haritasını anımsatıyor. Bu haritada, New York küremizin üçte ikisini kaplarken, geri kalan kıtalar ve şehirler ise birer nokta halinde gösteriliyor. Yazılı basınımızın dış haberlerini incelediğimizde de benzer bir duyguya kapılıyoruz. Türkiye ve Ortadoğu'nun küresel haritanın hemen hemen tamamını kapsadığını, biraz Avrupa ve ABD'nin dışında dünya ülkelerinin hatta kıtalarının varlığını hatırlatacak hiçbir habere rastlayamıyorsunuz. Hele televizyon haber kanallarını izlediğimizde -yıldız sanatçılarımızın yurtdışına yaptıkları seyahatlar olmasa- Türkiye'nin şu koca dünyada tek ülke olduğunu, dünyada (daha çok Avrupa ve ABD'ye ilişkin) olup bitenlerin, Türkiye sorunlarının ancak bir uzantısı halinde olduğu zaman dikkate değer olup tartışılabileceği izlenimi ediniyoruz. Yurtdışı haberlerinin sadece Ortadoğu ülkelerinde olup bitenlerle sınırlanması, bizi tanımayanları, bizim de tanımaya ihtiyacımız yok gibi bir davranıştan mı kanaklanıyor? Yoksa "Bana ne dünyanın öteki ucunda olup bitenden!" şeklindeki yorumlamalar mı dünyadaki olup bitenlere duyarsızlığımızı belirliyor? Neden gazete sayfalarının birinci sayfalarını dolduran, Beyrut'ta ölen çocukların imajları, yanan köylerin görüntülerinin ancak uydu fotoğraflarıyla çekilebildiği Darfur çocuklarından daha fazla "rahatsız" ediyor? Irkçı Sudan hükümetinin 30 yıldır, Araplaştırma politikası ile 2 milyonu aşkın Siyah Afrikalı halkını katletmiş olması, vahşet görüntüleri olmadığı için mi yoksa bizden çook uzak oldukları için mi kafamızı kurcalamıyor? Benzer soruları daha da uzatabiliriz. Ancak gazeteci ya daha genel de gazetelerin görevi, dünyanın herhangi bir yerindeki savaş, ihtilaf, katliamı en gerçekçi biçimde aktarmak ve biraz olsun okuyan her bireyi "rahatsız" etmek ise toplumun genel hassasiyet noktalarının biraz ötesinde olmaları beklenir. Yoksa, sadece Ortadoğu ülkeleri ihtilaflarına ilişkin, her an patlamaya hazır toplumsal hezeyanın doğrultusunda görüntü ve haberlere yer veriyorlarsa, zaten kimseyi "rahatsız" etmiyorlardır. Savaşların (maalesef!) bu bölgeye özgün olmadığı bir dünyada, gazetecilerin, bizden biraz daha uzaktaki savaşların Türk halkını, hatta demokrat aydınlarını neden ilgilendirmediğini sorgulamaları gerekmez mi? Sartreyen bir tanımla, sorumluluklarının "Üstüne vazife olmayana karışmak" olan aydın okuyucuların ise kendine ve yaşadığı topluma uzak sorunlara biraz daha fazla ilgi göstermesi beklenemez mi?