İktidar sinizmi

-
Aa
+
a
a
a

23 Mayıs 2012Taraf Gazetesi

Bazen bir yazının sadece başlığı bile, tek başına çok şey anlatır, hatta bir ufuk turunun kapılarını aralar. Alper Görmüş’ün geçen günkü yazısının başlığı böyleydi benim için: “Bir şiddet kaynağı olarak ‘aşırı haklılık’ duygusu.

Bu başlığı görünce, “aşırı haklılık” duygusunun yol açabileceği durumlar üzerine düşünmeye başladım. Alper Görmüş de, bu sonuçlardan en önemlisini, 1 Mayıs 1977 tartışmaları çerçevesinde irdelemiş. Görmüş özetle diyor ki; kendi fikirlerinizin doğruluğuna ve konumunuzun haklılığına mutlak bir inanç duyuyorsanız, şiddet dâhil her türlü yol sizin için mubah hale gelir.

Mutlak haklılık duygusunun iktidar hırsı veya imkânlarıyla birleştiğinde yol açabileceği korkunç sonuçlara dair çok örnek var insanlık tarihinde. Isaiah Berlin’in, bu örneklerden hareketle söylediği şu sözlere ekleyecek pek bir şey yok: “Hiçbir şey bir kişinin ya da milletin hatasızlığına inanması kadar yıkıcı değil. Bu, başkalarının vicdan azabı duyulmadan yok edilmesine yol açar.”

Ekleyecek bir şey yok dedim, ama aklıma Cioran’ın bir sözü geldi. Çürümenin Kitabı’nda yer alan bu sözü de (az bir çarpıtmayla): “Hiçbir ilâhiyat, kendine tapan zihniyetten daha bağnaz değildir.”

“Aşırı haklılık” duygusu, sadece kendi doğrularına duyulan mutlak inançtan kaynaklanmaz. Belli bir konudaki “haklılık duygusu”, esas itibariyle, o konuda bir “hak”ka sahip olma düşüncesine dayanır. Formül çok tanıdıktır: “Hakkım var, o halde haklıyım!”

Oysa mesele o kadar basit değil. Zira bu formül, hayatî bir soruyla ilgili herhangi bir bilgi içermiyor. Toplumsal ve siyasal çatışmaların temelini oluşturan soruyu da şöyle formüle edebiliriz: “O hakkı nereden alıyorsun?”

“Hakkın kaynağı”, siyaset ve hukuk felsefesinin kadim konularındandır. Bu tartışmadaki kadim tutumlardan biri, gücü hakkın kaynağı olarak görür. Mesela MÖ 4. yüzyılın başlarında “Peloponnesos Savaşı Tarihi” olarak bilinen kitabı yazmış olan Thukydides, bu fikri işler ve savunur. Ona göre, “Hak güçlünündür, güçlü olan haklıdır!”

“Güçlü olan haklıdır” inancı, herkesi güç peşinde koşmaya teşvik eder. Böyle bir ortamda, gücü elde etmek için her yola başvurmak da meşru görülür.

İnsanlığın medeniyet arayışının en önemli hedefi, bu denklemi geçersiz hâle getirecek ilkeler ve usuller geliştirmek olmuştur. Geçen yazıda da belirtmiştim; hukuk devleti ve demokrasi, bu arayışın ürünleridir.

Hukuk devletinin en önemli işlevi, keyfiliği önlemektir. İktidarın kurallara bağlanması ve denetlenmesi, keyfiliği önlemek bakımından hayati önem taşır.

Demokrasi, bu kuralların toplum tarafından üretilmesini sağlar. Bir bütün olarak toplum, meşruiyetin kaynağıdır. Şüphesiz bu demek değildir ki, her kural oybirliğiyle alınacaktır. Burada önemli olan, siyasal alanın özgür olması ve katılım haklarının tanınmasıdır. Demokratik siyaset alanında, hakikatler yarışır veya çarpışır, buradan çıkan sonuçlar belli bir zamanın “kuralı” haline gelir. Kural haline gelen şey, ebedi hakikat niteliğini kazanmaz. O kuralı yaratan “çoğunluk” da ebediyen haklı duruma gelmez. Demokrasinin özü, mutlak hakikati ve mutlak haklılığı reddetmesinde yatar.

Demokrasi ve hukuk devletinin bu asgari esaslarına uymayan yönetimler, hızla “iktidar sinizmi” diyebileceğimiz bir illete tutulurlar. Bu illet, demokrasilerin temellerini kemiren büyük bir tehlikedir.

İktidar sinizmi, genellikle “çoğunlukçu” anlayışların düştüğü tehlikeli bir tuzaktır. Belli bir dönemde eriştiği çoğunluğu, her türlü uygulamasının haklılığına dayanak kılma çabasına giren yöneticiler, bu illete tutulmuş sayılırlar. Bu illet ortaya çıktığında, kurallara riayet, tutarlılık, insaf, vidan, hicap gibi değerler hızla aşınmaya başlar.

Kaba kuvveti” haklılığın kaynağı olarak gören anlayış ile “kaba çoğunluğu” haklılığın temeli olarak gören anlayış arasında esasta bir fark yoktur. Mesela, elindeki silahlı güce güvenerek istediği gibi davranan bir yönetim ile salt iktidarda olma durumuna dayanarak değerleri hiçe sayan yönetim, birbirleriyle yakın akrabadırlar.

“Solun şiddetle ilişkisinden başladık, nerelere geldik” diyenler olabilir. Aslında tam da buraya gelmek istemiştim; ama tuttuğum yol iyi mi değil mi, bilemiyorum.

Beni buraya sürükleyen de, Başbakan Erdoğan’ın “Uludere olayı”yla, yani o korkunç Roboski katliamıyla ilgili son açıklamaları oldu. Ne demişti Başbakan: “Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına tazminatsa tazminat... Bizim resmî tazminatımız ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar.”

Pek çok itiraf içeriyor bu sözler: Mesela sorumluluktan kaçan, sorumluları gizleyip kollayan bir tavrın açık itirafıdır bu sözler. Daha vahimi, bir katliamı “terörle mücadele” gibi kutsal bir faaliyetin önemsiz bir yan sonucu gibi algıladığının itirafıdır bu sözler. Çok daha vahimi, o katliamda hayatlarını kaybedenleri ve yakınlarını aşağılayan bir ruh halinin itirafıdır bu sözler. En vahimi, silahlı iktidar ile iktidar sinizminin buluştuğu bir noktanın itirafıdır bu sözler...

İktidar sinizmi de, tıpkı silahın iktidarı gibi, bu toplumu hem siyasî hem de insanî açıdan çürütür. Kimse kusura bakmasın...