Şiddetin ve savaş çağrılarının hayatımızı tahakküm altına aldığı şu dönemde, Mithat Sancar’la, bu bu savaşın neye malolabileceği ve bunu nasıl engelleyebileceğimiz üzerine konuştuk: “Bu çatışmayı bitirmenin savaştan başka bir yolu olmadığını savunanlara hatırlatalım: İnatla davet ettiğiniz ve şu an tepemizde dolaşan hayalet, iç savaştır. Ve ‘bütün iç savaşların ortak paydası, yıkım ile öz yıkım arasındaki ayrımın ortadan kalkmasıdır’. İç savaşların galibi olmaz; bir ‘Pirus zaferi’ bile mümkün değildir.”
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 28 Mb.
24 Ağustos 2011 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.
Açık Gazete’nin ve Meo Voto’nun podcast servisine abone olmak için tıklayın.
***
Ömer Madra : Günaydın Mithat nasılsın?
Mithat Sancar: Bu soruya en iyi cevabı Edip Cansever’in bir şiirinden veririm, özellikle memlekette işler kötüyken. O da hani “Türkiye’ye benziyoruz Ahmet abi” diyor Mendilimde Kan Sesleri şiirinde. “İnsan yaşadığı yere benzer,” diyor yani memleketin haline benziyor halimiz diyebiliriz tabii. Öyle bir başlangıç yapalım, Edip Cansever’in bu çok sevdiğim şiirini de hatırlatma vesilesi oldu. Memleket iyi değil, bizler de memleketin halinden etkileniyoruz. Belki şu cümleyi de eklesem olur giriş için; siyasal gibi görünen gelişmelerin, tartışmaların kişisel hayatları bu kadar doğrudan etkilediği ülke fazla değildir herhalde. O nedenle doğrudan etkileniyor bireysel hayatlarımız ve kişisel morallerimiz siyasal gibi görünen gelişmelerden.
ÖM: Çok doğru, Mendilimde Kan Sesleri şiirinin başlangıcı da çok vurucu: “Her yere yetişilir, hiçbir şeye geç kalınmaz, ama çocuğum beni bağışla, Ahmet abi sen de bağışla,” diyor.
MS: Baktım 4 yıl kadar önce yine başka bir acı olay vesilesiyle bir yazı yazmıştım, başlığı da “Memleketimde Kan Sesleri”ydi. Yine bu şiirden esinlenmiştim, etkilenmiştim, onu da aktarmıştım, bir kısmını aktarmıştım. Yine ölüm vardı, bombalama vardı falan ve yıllar geçiyor insanların hayatları yok oluyor falan. Sanki tükenmeye alışmış, hani zehrin alıştıra alıştıra verilmesinde olduğu gibi, beden bir süre sonra o zehirle yaşamayı öğreniyor. Sanki biz de ölümlerle, kanla, bu haberlerle yaşamayı artık öğrendik gibi. Yani zehirlendik, zehrin ruhumuzda dolaştığının farkında bile değiliz gibi.
ÖM: Bugün de yazmışsın zaten “Sözün bittiği yerdeyiz,” gibi bir laf kullanılıyor sık sık, tekerleme gibi, ama tabii bu asla kabul edilebilecek bir şey değil. Sadece söz var elimizde zaten, başlangıçta da o vardı, her zaman o olacak.
MS: Evet. Tabii sözden vazgeçmek, özellikle muhalif olanlar, farklı bir dünya isteyenler için söz konusu edilemez, yani onu kabul etmek ya da ona boyun eğmek, varoluş amacından vazgeçmek demektir. Yani aslında yok olmak demektir. O nedenle “Baldıran zehiri gibidir bu söz, kabul ettiğiniz anda o zehri içmiş olursunuz,” dedim. Susmak bu durumlarda, bu hallerde ölmek demektir, yani susmanın iyi olduğu, biraz sessizlik, biraz tefekkür için dinginliğin şart olduğu zamanlar vardır, iyi olduğu haller vardır, fakat böyle siyasette silahları konuşturmak için sözü bastırmaya çalışmak aslında sadece muktedirlerin konuşmasını istemek demektir. Yani onlar konuşacaklar, silahlarıyla konuşacaklar, hamasetleriyle konuşacaklar, propaganda dilleriyle, küfürleriyle konuşacaklar, ama konuştukları her hal sözü yok edecek. Söz o değil, söz başka bir şey, söz burada hayatı diri tutan, hayatı savunan şeydir.
ÖM: Evet susmak suça iştirak etmek hatta
MS: Yok olmak.
ÖM: Evet ölüm demektir.
MS: Tabii bu Kürt sorununda geldiğimiz nokta gerçekten çok ciddi, bunu da belki yüzlerce kez tekrarladım, geldiğimiz nokta çok ciddi dediğimiz kaç hal yaşadık artık saymamıza imkân yok. Sonuçta bizim kuşak çatışmaların başlangıcına tanıklık etti doğrudan doğruya. 84’te başladı ve ben 21 yaşındaydım o zaman, her aşamasına tanıklık ettik, çok kötü zamanlardan geçtik, “uçurum eşikleri” dedik, “iç savaş manzaraları” dedik. Yazı yazmaya başladığımdan bu yana “çok felaket bir durum yaklaşmaktadır,” diye kaç yazı yazdığımı hatırlamıyorum. Her seferinde de “hakikaten bu sefer durum vahim,” demişizdir, şimdi ben gene aynı şeyi diyeceğim, durum aynı görünüyor. Bu seferki belki de artık vahimlerin toplamının geldiği noktada, daha öteye yol yok sanısının, algısının da bir rolü var. Yani bu kadar vahamet yaşanmışsa, geçmişi bu kadar felaket senaryolarıyla ve felaket olayları dolu bir sorunda. Şimdi bir topyekün savaş çağrısı yapılıyorsa o zaman kaygımızda haklı olduğumuzu düşünebiliriz, yani öyle bir noktaya geldik ki artık bugüne kadar biriken felaket ihtimallerinin topu devreye girebilir gibi.
ÖM: Bir Amerikan gazetesinde çıkmış bir yorumda, strateji değişikliği tehlikesinden de bahsediyordu. Yani militer çözümün diplomasiye ve her türlü müzakereye galebe çalması ihtimalinden bahseden bir haber yorum vardı.
MS: Burada birkaç nedenle bir farklılık var; geçen gün Sezgin Tanrıkulu’nun bir açıklamasında vardı, çok da doğru bir tespitti, bugüne kadar askeri çözümü askerler dayatırdı. Sivil iktidarlar ya mecburen buna uyarlardı ya gönüllü olarak, ama uyarlardı bir şekilde. Hiçbir zaman askeri çözüm kararını, savaş kararını sivil hükümetler veremedi bu vesayet sistemi vs. yüzünden. Şimdi vesayet sistemi büyük ölçüde tasfiye edildi, askerin bu konuda belirleyici rolünden artık söz etmemiz mümkün değil. İlk defa bir sivil hükümet topyekün savaş kararı veriyor. Bu topyekün savaş kararı belli bir toplumsal destekle yürütülen bir şeydir. Şimdi ordunun verdiği kararın arkasında bir siyasal destek, bir toplumsal destek olduğunu tespit edemiyorsunuz, buna imkânınız yok, ama AKP seçimlere girmiş, %50 oy almış bir parti olarak bu kararı verdiğinde en azından %50’nin bu kararın arkasında olduğunu varsayıyorsunuz veya %50’den fazlası olarak MHP’yi katıyorsunuz, işte CHP’nin bir kısmını. Yani siyaset doğrudan kendisi bu kararı veriyor, sivil siyaset, bu da bir toplumsal kapışma için çok daha fazla risk doğuruyor, çok daha fazla ihtimal doğuruyor. Bir de görünen o ki, epeyce gaza gelmiş hükümet, hem öfke hem gaz var ve kendi gücünü de abartıyor ya da kendisine sunulan stratejiye çok kolay kapılıyor. Bugün de yazdım bu stratejinin temelini, biraz daha açabiliriz. Açılım zamanlarında da aslında bu polis akademisi ekibi denen ekip PKK ile, Öcalan’la görüşmeler yapılmasına karşı olmadığını ima ediyordu en azından ve bazen açıkça söylüyordu ama hep şunu söylediler, askeri açıdan PKK’ye karşı yapılacaklar henüz tüketilmedi, ne son teknoloji askeri araçlar alınmıştır ne de bunlar dışında da askeri açıdan yapılabilecekleri yapılmıştır. Yani kısaca daha basit söyleyeyim; şöyle diyordu onlardan biriyle bir televizyon programındaydık, aynı şunu söylüyordu; “Çok gelişmiş silahlar vardır Kandil’i çok etkili bir şekilde vurmak için, bunların bir kısmına henüz Türkiye sahip değildir, isterse alır Amerika’dan. İkincisi, Türkiye Kandil’e karşı askeri imkanlarını, yani özellikle dağ kadrosuna, PKK’ya karşı askeri imkanlarını yeterince kullanmamıştır.” diyordu. Ama bir de “siyasi imkanları da yeterince kullanmamıştır” diyorlardı, hükümet bir süre buna pek fazla iltifat etmedi ama ne oldu, işte Habur’da bir çuvallama, bir tökezleme yaşandı açılım sürecinde, hükümet PKK’nın siyasi açıdan belini kırmak için bir şeyler yapmak gerektiğine ikna edildi o zaman ve KCK operasyonları geldi. Ardından askeri yönden de PKK’nın belinin kırılmasının gerektiğini telkin etmeye devam ettiler zaten bu ekip ama AKP çeşitli nedenlerle bundan geri durdu. Seçim sürecinde ise işler değişti birden, yani buna ikna oldu, bu dille çok oy alabileceğini, bu politikayı bir şekilde seçime soktu Başbakan Erdoğan. Yani seçmene sundu bu politikayı; herkes ya da geniş bir çevre Erdoğan’ın seçim kampanyası süresinde konuşmalarını taktik amaçlı bir manevra yorumladı yani seçimlerden sonra bu milliyetçiliği terk edecek gibi yaklaştı. Ben o zaman da dikkat çekmiştim “hayır, bu sadece taktik amaçlı bir manevra olamaz, bu bir politika değişikliği sinyalidir, seçimlerden sonra da çok ciddi şeyler olması ihtimali vardır.” Bu dilden kolay kolay vazgeçilmez, bu yapılan propagandalardan bu kadar çok fazla söz kullanılmasından sonra birden bire hiç bunlar söylenmemiş gibi yeni bir dil oluşturmak mümkün görünmüyordu bana, bunu da söylemiştim zaten. Şimdi bu devreye sokuldu ama şu şekilde ikna edildiğini düşünüyorum yani kurguluyorum şimdi, hep militer çözümün, askeri çözümün mümkün olmadığı yani askeri çözümün olmadığı konusunda bir mutabakat bulunuyor diyoruz Türkiye’de. Yani eski genelkurmay başkanları, kuvvet komutanları, siyasiler falan hep “ne yaparsanız yapın PKK’yı askeri açıdan bitiremezsiniz yani ona karşı nihai zafer kazanamazsınız”. Fakat hükümet şuna inandırıldı galiba, bugüne kadar askeri yöntem kullanılırken hiç demokratik adımlar atılmıyordu. Yani hep şu deniyordu bundan önce “terör bitsin demokratik reformlar sonra gelir” deniyordu. Şimdi ise dediler hükümete öyle varsayıyorum ya da başbakana “buna gerek yok, önce terörü bitirelim sonra demokratik reformlar yaparız’a gerek yok, biz şimdi bir yandan PKK’yı vuracağız, bir yandan da demokrasi yolunda işte adımlar atacağız, demokratik reformlar yapacağız. Böyle yaparsak PKK’nın hegemonyasını kırarız.” Zaten esas dertleri bu, yani PKK’yı çok zayıf bir hale getirmek sonra da muhatap alınacaksa alınır. Şöyle yapacaklarını varsayıyorlar, şundan hareket ediyorlar önce onu söyleyeyim, o varsayımları şu öncüle dayanıyor, “PKK’nın bölgedeki hakimiyetinin önemli bir kısmı silahlı gücüne dayanıyor. Silahlı gücü olduğu için halkı korkutuyor, halk da korktuğu için silahlı güçten çekindiği veya etkilendiği için PKK’ya destek veriyor diye düşünüyorlar. O zaman böyle kurarsanız denklem belli, yani bu öncüllerden hareket ederseniz varacağınız yer belli. Eh tamam bir yandan demokratik reformlar yapalım, adımlar atalım, bir yandan olağanüstü hal, resmen ilan etmeden bir tür olağanüstü hal uygulayalım, PKK dışında kalan hiç kimseye özel olarak baskı yapmayalım. Yani PKK ve çevresi diye niteledikleri KCK, DTK, vs. onların üstüne baskıyı yoğunlaştıralım, dağda da etkili, dağa karşı da etkili askeri operasyon yapalım. E bu biraz sıkıntı yaratacak ama PKK’yı zayıflatırız. İşte o zaman Kürt sorununu çözeriz.” diyorlar. Yani onların gözünde Kürt sorununu çözmek PKK’ya barışçı yoldan silah bıraktırmak değil PKK’yı silahla etkisiz hale getirmektir. Şimdi hesap bu şekilde kurulmuş, doğrusu bu hesabın işletilmesinde de PKK’nın politikaları çok teşvik olmuştur, yani hükümeti sanki buraya sürükleyen bir politikasızlık ya da kötü politika izlemiştir Kürt hareketi. Bunları da uzun uzun anlattım, özetle anlattım yazımda bugün.
ÖM: Bunu daha önce de çeşitli defalar konuşma fırsatı bulduk.
MS: Evet.
ÖM: PKK’nın siyasetinde çok önemli hatalar olduğu apaçık.
MS: Hatalardan öte, politika üretme, politik alanı kullanma ve politik alanın anlamının öneminin farkına varacak şekilde davranma basireti göremiyoruz, meziyeti göremiyoruz. Yani aslında şöyle bir tabloyu koyarsanız, kendi içlerinde bir sürü çelişki ve bu çelişkilerin yansıması olarak korkunç eylemler ya da demokratik siyaset alanında halledilebilecek sıkıntıları, etkili bir demokratik muhalefet yaparak halledebilecekleri sorunları arkalarında askeri güç olduğunu hissettirerek radikal başka tutumlarla halletmeye çalışmak, yemin krizinde olduğu gibi, Hatip Dicle meselesinde olduğu gibi. Haklı oldukları, belli bir süre boykotta da meşru davrandıkları bir olay birdenbire kendilerinin meclise dönmelerine engel olan büyük bir prangaya dönüştü kendi elleriyle. Bunu da şöyle açıklamaya çalıştıklarında inandırıcı değiller, bunu da söylüyorum “Efendim AKP hiçbir şey yapmıyor”. Zaten demokratik siyaseti burada kaybediyorsunuz, demokratik siyaset alanında bu sözü söylediğiniz anda kaybediyorsunuz. Çünkü sizin politikanızın referansı doğrudan doğruya hasım bellediğiniz taraf oluyor. ‘O yapmıyorsa ben yapmam, o yapıyorsa ben böyle yaparım!’ Hayır, demokratik politika kendi politikanızı yaratıcı bir şekilde topluma anlatmak ve muhatabınızı -eğer kendisi yapmıyorsa- sıkıştırmaktır. Nitekim seçimlerden önce çok başarılı bir seçim çalışması yaptılar yani seçim kampanyasında, AKP nasıl bir panikle bölgede seçime girdi bunu da biliyoruz, seçimlerden sonra oluşan hava da gayet hoştu ama yemin kriziyle demokratik siyasetin imkanlarının doğru kullanılmaması nedeniyle şimdi ortada siyasi aktör olarak bir kanat var görünmüyor. 36 milletvekili gibi çok önemli bir başarı elde etmişken.
ÖM: baraja rağmen.
MS: Baraja rağmen, baskıya rağmen, engellere rağmen, demokratik siyasal alanda bu kadar önemli bir başarı elde etmişken şimdi bunun bir etkisini yaşayamıyoruz. İşte bütün bunları bir araya topladığımızda Türkiye’de aslında iki taraf da silahın gücünden vazgeçmiş değil, yani silaha bel bağlamaktan vazgeçmiş değil. Kürt hareketi dediğimizde, DTK’sı, BDP’si, İmralı’sı, Kandil’i hepsini kapsayacak şekilde. Attıkları her adımda bunların da nihai güvenceleri olarak silah var ya da nihai güvenceleri olarak değil aslında ikinci adım silah. Mesela DTK demokratik özerkliği ilan ettiğinde bunu neye güvenerek ilan ediyor? Bunu demokratik siyaset alanında yaptıklarının bir sonucu olarak gündeme getirmiyor ki. Yarın öbür gün demokratik özerkliği fiilen hayata geçirmeğe kalktığında ne olacak? İşte polis baskını olacak, yargılamalar olacak falan, bunlara karşı gösteriler, gösterilerde eylemler, eylemlere karşı da gösteride polislerin sert müdahalesi, can kayıpları, ardından PKK’nın da misilleme eylemleri. Şimdi bu şekilde davranırsanız aklınızda hep silahın güvence olduğu ve attığınız her adımda silahın varlığını hesaba kattığınız ya da ona dayandığınızı da ortaya koymuş olursunuz. Şimdi hükümet, AKP PKK’yı zorla tasfiye seçeneğinden vazgeçmeli diyoruz ya, bu da hep o silahtan medet ummaktan vazgeçmemek anlamına geliyor. Eğer iki tarafın da kafasında silahın hala bir sonuç doğuracağı –nihai sonuç olmasa bile- kendilerine bir avantaj, bir fayda sağlayacağı inancı varsa müzakere var dense bile aslında gerçek anlamda bir müzakere yürümüyor. Sonra gelip tıkanıyoruz, tıkandığımız her noktada da bir öncekinden daha yoğun bir felaket ihtimaliyle karşı karşıya kalıyoruz. Tabii bu tablo biraz can sıkıcı, biraz bunaltıcı, moral bozucu bir tablo ama ben tabii sözün bittiğini düşünmüyorum çünkü Türkiye’de şu geldiğimiz noktanın farkında olan çok geniş bir kesim olduğu inancım devam ediyor. Yani böyle giderse üçüncü adımda iç savaş dediğimiz noktaya yuvarlanmamız hiç de öyle zor bir şey değil, uzak bir ihtimal değil.
Mahir Ilgaz: Hatta geçmiştekine göre belki daha geniş bir kesim.
MS: Çok geniş, zaten bu sefer mesela başlarken söyledim ya ben de ondan çekiniyorum ve sanki bu sefer iç savaşın bu işi bitireceği gibi bir inanç var. Bakın 80’lerde Yalçın Küçük o zaman Yeni Ülke’de yazıyordu; -Özgür Gündem’in, Özgür Ülke’nin falan ilk hali olan haftalık dergiydi sonra günlük oldu- şu tezi çok değişik yazılarında kullandığını biliyorum, 90’ların başı mıydı 80’lerin sonu muydu hatırlamıyorum şimdi, derdi ki; “İç savaş arındırır, bizi iç savaş kurtarır,” Yani iç savaş yaşarsak bu sorun çözülür, biz de arınırız, iyi bir noktaya geliriz, yani iç savaşı PKK cephesinden savunan bir bakışa sahipti Yalçın Küçük. O zaman PKK dostuydu. Şimdi dönüp bakıyoruz geriye bu Yalçın Küçük gibilerin iç savaşı gerçekten bir çözüm olarak gördüklerine inanıyorum ben, yani bunu çözüm olarak gören bir kesimin var olduğuna inanıyorum, ama bunların geniş bir kesim oluşturduğunu düşünmüyorum. İç savaş ihtimalinin Ergenekon çevresini sevindirdiğini de görebiliriz çünkü en büyük düşmanları AKP’yi bu şekilde çok fazla sıkıştırabileceklerini hatta alt edebileceklerini düşünürler. Bu arada Kürtler de gitmiş olacak. Yani Ergenekon çevresinin iki düşmanı Kürtler ve AKP kapışacaklar diye seviniyorlar bence. Şimdi bu tablo karşısında diğer iki tarafın, yani AKP tabanı, PKK tabanı, hem partiler hem tabanları bence tedirginler, ama bugünkü yazıda da altını çizmeye çalıştım; havanın çok sertleştiği durumlarda taraflar geri adım atmakta çok zorlanırlar, geri adım atmak kabadayılık zamanlarında zordur. Her iki taraf da sert bir şekilde söyledi sözünü, özellikle hükümetin şu aşamada Başbakan’ın bu kadar ağır, sert, bu kadar iddialı konuşmalarından sonra geri adım atmakta zorlanacağını tahmin etmek mümkün. Ama bunu sağlayacak başka girişimlere ihtiyaç var yani bu sivil girişimler, akil adamlar makul girişimler gibi özetlediğim girişimler belki de tarafların mesela hükümetin ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Yani kendisi şu an vazgeçemiyor ama böyle bir girişim ona bu kapıyı açar, böyle bir imkan sağlar. Aynı şey PKK kanalı için de geçerlidir. Yani bugün ateşkes çağrısı yer alıyor zaten şeyde, bu önemli bir adım ama ben Türkiye’nin tümüne hitap eden, cidden akil adamlar kelimesi de kullanılınca sanki sadece Öcalan’ın bir talebiymiş gibi hemen değersizleştiriliyor ama böyle bir şey de mümkündür ve gerekli de olabilir. Böyle gerçekten Türkiye’nin akil adamı kimse, yani 20, 30, 40, ak saçlı, bilge ne dersek diyelim insanlarının bir devreye girmesi pek çok açıdan anlamlı olacaktır, etkili de olacaktır eminim. O zaman PKK da kendi tabanına dönüp işte “çok talep, çok baskı var, ateşkesi sürdürelim” diyebilecektir. Çünkü şunu görmüyoruz, sadece AKP’nin tabanı değil, yani AKP kendi tabanıyla değil sadece, BDP veya PKK da kendi tabanıyla bir ilişki içindedir ve yemin krizinin bu kadar kangren haline gelmesinde tabanın öfkeli duruşu çok önemli bir yer tutuyordu BDP’de. Yani BDP’de yönetim tabanın o öfkesini dindirecek adımlar gelmeden karşı taraftan parlamentoya girmeyi göze alamadı. O halde şimdi her iki tarafa ve her iki tarafın tabanına ve her iki tarafın da kendi tabanına ılımlı bir siyaset mesajı, yeniden siyaset mesajı verebilmesi için hem bireyler düzeyinde akil adamların hem de toplumsal güçler, örgütler, sivil oluşumlar anlamında hareketlerin devreye girmesi çok önemlidir çünkü o aynı zamanda bir tür hava yastığı görevi görüyor biliyorsunuz. Yani çarpışma olduğunda bile büyük yıkım olmaması için bir emniyet işlevi görebiliyor ama o noktaya gelmeyi de engelleyecek bir işlev görebilir.
ÖM: Yazının sonunda altını çizdiğin gibi yani bütün iç savaşların ortak paydasında olduğu gibi “yıkımla özyıkım arasındaki ayrımın ortadan kalmasıdır” diyorsun, yani hiçbir galip yok.
MS: Yıkım ile özyıkım, yani karşı tarafı yıkayım dediğinizde aslında kendinizi yıkıyorsunuz.
ÖM: Yani bir ‘Pirus zaferi’ bile olamıyor.
MS: Mümkün değil o nedenle bu savaş çığırtkanlarına, savaştan medet umanlara kapılmamak gerekiyor. Türkiye’de öyle bir ihtimal herkesin mutlak kaybedeceği bir ihtimaldir, ama dediğim gibi Türkiye’de sağduyunun, aklın, vicdanın, her neyse ben hâlâ bu noktaya gelmeden bir çözüm yolu açacağı inancımı taşıyorum. Bu kadar ağır sözlerden sonra söz hiç biter mi diye başlamıştık ya, ben aslında onu Ezginin Günlüğü’nün şahane parçasından esinlenerek yazdım: ‘Aşk biter mi?’ diye. Hazır mı acaba, aşk da bitmez, söz de bitmez, çalabilirse sevinirim.
ÖM: Peki çok teşekkür ederiz. Edip Cansever de “Ah güzel Ahmet abim benim, gördün mü bak dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar ve dağılmış pazar yerlerine memleket” diyor.
MS: Ama orada bir şey daha var okuyabilir misiniz önümde yok Ömer abi, “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır” diye bir bölüm de var galiba? Ben bulabilseydim okurdum, ama dinleyicilerimiz her şeyi de bizden beklemesinler.
ÖM: Mendilimde Kan Sesleri... Peki çok teşekkürler.
MS: Ben teşekkür ederim, güzel günler olsun inşallah.
Mithat Sancar'ın aynı konuda yazdığı ve Taraf gazetesinde yayımlanan yazısını okumak için: Söz hiç biter mi?