Belgesellerde Babun maymunlarını seyrettiyseniz bu kırmızı popolu gülünç hayvanların, Afrika’nın bir köşesinde oradan oraya sıçradıklarını, garip sesler çıkarıp, türlü çeşitli şaklabanlıklar yaptıklarını hatırlarsınız. Gerçekten de hayvanat bahçelerine yakışan, soytarı yaratıklardır. Ancak izlediğiniz belgesel biraz ciddi hazırlanmışsa ve sizin anlayabileceğiniz bir dilde yayınlanıyorsa (bugünlerdeki bazı Türkçe çeviri belgeseller bu sınıfa giremiyor!) çok garip sözler ve kavramlar kulağınıza gelecektir. İçinde ritüelleri, görevleri ve ciddi bir hiyerarşik yapısı olan sosyal bir yaşamdan söz edilmektedir. Ayrıca bu topluluğun tehlike karşısında hangi taktiklere başvurduğu, iç haberleşmesini nasıl sağladığı da konuya ilave edilir. Eğer biraz düşünmekten ve şaşırabilmekten keyif alan biriyseniz, karşınızdaki tüylü, küçük, çirkin ama sevimli yaratıkların görüntüleriyle anlatılanların karmaşıklığı arasındaki tezattan etkilenirsiniz.
Bunları anlatmaktaki amacım hayvanlar aleminden bilgiler vermek değil. Aksine, bu örneği kullanarak çevremizdeki olaylara (özellikle de sosyal içerikli olanlarına) farklı bir bakış açısı geliştirmek ve giderek bunu Türkiye’ye uygulayıp, aslında fazla dikkat çekmeyen konuların ve özelliklerin üzerine gidebilmek. Şimdi bir nokta koyup, konumuz için gereken başka bir açıya geçelim.
19. Asrın başlarında Pasifik’teki en ücra adalara giden Hıristiyan misyonerleri bir de bakmışlar ki ne görsünler? Ada halkı son derece memnun mes’ut yaşayıp gidiyorlar ama lakin hepsi de anadan üryan ortalıktalar. “Amman!” demişler siz ne yapıyorsunuz? İsa Hazretleri, Tanrı, Cennet, Cehennem, utanç, edep, adap vesaire... Herkesi bir güzel giydirmişler ve Tanrı tanıyan çağdaş insanlar haline getirmişler. Ancak kısa sürede ada halkı zatürreeden sapır sapır dökülmeye başlamış. Meğerse tropikal iklimde her gün |
Misyoner karakteri ilginçtir. Kafasında hakikat ile, yani mutlak doğru ile dolaşır ve dünyada bir misyonu olduğuna (zaten misyoner sözcüğü buradan türemiştir) inanır ve bu misyon da hakikate ve modern bilimlere sahip olmayanlara bunu (ne pahasına olursa olsun) öğretmektir. İşin dini tarafı daha anlaşılabilirken, misyonerler ve bu karakterdeki diğer insanlar garip bir inatla bildikleri tüm doğruları önlerine gelen herkeslere öğretmeye çalışmışlardır.
Köylünün bildiği var
Misyonerce yaklaşımı çok iyi gösteren bir başka öykü de bizim Anadolu’dan; yakın bir tarihte Amerikalı tarım uzmanları Anadolu’ya gelip tarımı inceliyorlar. Bir de bakıyorlar ki tarlalar taş dolu. “Arkadaşlar, bu taşları toplayıp ortada tertemiz toprak bırakırsanız verimliliğiniz şunca artacaktır” türünden vaazlar veriyorlar. Ardından da Amerika’da kendi yaptıklarını anlatıyorlar. Bizim köylü pek yanaşmıyor (Hani köylümüz tembeldir ya, kim şimdi uğraşacak onca taşı al, bir yere yığ, oradan arabayla git, boş bir yere at vs.). Fakat iki vatandaşımız yeniliklere açık ve cevval çıkıyor, aynen denilenleri uyguluyor. Sonra ne mi oluyor? Yağan yağmurlarla birlikte taşları toplanmış tarladaki üst toprak, yani verimli toprak akıp gidiyor, tarlalar kel kalıyor. Meğerse toprağın içindeki taşlar eğimli arazide suyun belli bir hızın üzerinde akıp toprağı götürmesini (erozyonu) engelliyormuş. Amerikalı uzmanlar aynen Pasifik’teki misyonerlerin hatasına düşüyorlar, kısacası, yerel koşulları ve insanların yüzyıllar içinde bu koşullara karşı geliştirdikleri uyum mekanizmalarını incelemeden kafalarındaki doğruları uygulayıp feci hatalara neden oluyorlar.
Bir de sosyal antropolog karakterimiz var. Hani şu gene belgesellerde karşımıza çıkan, sazdan etek giymiş, üstü çıplak, Amazon’un en balta girmemiş yerlerindeki en vahşi kabilelerde birkaç yıl misafir olup, onların neler yaptıklarını inceleyen bilimadamı (ya da kadını). Aslında her antropologun illa da böyle etekler giymesi gerekmiyor. Yakın bir antropolog dostum din, siyaset ve turizm ilişkilerini incelemek için beş yıllığına Kapadokya’ya yerleştiğinde çok daha çağdaş giysileri vardı!
Sosyal antropologlar, bir arada yaşayan her insan grubunun aslında sosyal bir yapılanma olduğunu ve bir arada yaşamayı becerebildiklerine göre mutlaka ama mutlaka kendi kurallarını yarattıklarını ve uyguladıklarına inanırlar. Bu topluluk 1930’ların Chicago’sunda bir mafya çetesi de olabilir, Hakkari’de yılın altı ayı yolu kapanan bir köyün halkı da. Hiç fark etmez. Onlar hakikatle uğraşmazlar. Yani gittikleri yere dayatacak bir doğrular sistemini yanlarında taşımazlar. Aksine, kendileri gibi insan olan başka topluluk bireylerinin farklı nasıl bir örgütlenme ve davranış modelleri geliştirdiklerini merak ederler. Örneğin şu soruyu sorabilirler: “Biri size hediye verdiğinde teşekkür edersiniz. Acaba dünyanın her yerindeki insanlar da böyle mi yapar?” Bir başka deyişle, alınan hediyeye teşekkür etmek acaba bizim içimizden gelen doğal bir davranış mı, yoksa tarihin bir döneminde yaratılıp yavaş yavaş tüm dünyaya mı yayılmış kültürel bir özellik mi? (Sorunun yanıtı, yayılmış bir davranış olduğu yönünde belirlendi).
Kayserililerin tüccarlığı neden meşhur?
Yazının başındaki maymunların ilk bakışta sandığınız gibi haybeye hoplayıp zıplamadıklarını hatırlayacaksınız. Yaptıkları her hareketin bir anlamı vardı. İnsanlar da en az o maymunlar gibidir. Hiçbir hareketleri boşuna değildir. Hele hele toplu davranış biçimleri ve alışkanlıklar söz konusu olduğunda, yapılan her işin mutlaka ama mutlaka bir anlamı ve nedeni vardır. Siz eğer ilk görüşte ne olup bittiğini anlayamıyorsanız yapmanız gereken kendinize yeterince zaman verip bu olayı incelemek olmalıdır. Hiçbirimiz saha çalışması yapan antropolog olmadığımıza ve onca araştırmaya ayıracak zamanımızın aslında bulunmadığına göre, işin daha da doğrusu, konuyu aklımızın bir köşesine not etmek ve ara sıra hatırlayıp üzerinde biraz düşünmek olabilir. Bu sayede henüz bizim fark etmediğimiz bir açıklamanın bir yerlerde durabileceğini hatırlayıp, her konuda ahkam kesen kasaba enteli gülünçlüğünden kurtuluruz.
Kasaba enteli ya da misyoner olmak çok kolaydır. Oku birkaç kitap, kendini “aydın” say ve saldır cahil halkın üzerine (ne halt edeceksen?). Diğeri ise çok daha uğraştırmalı ama bir kere tadına varırsanız akıl almaz derecede zevkli bir iş. Çünkü düşünecek, öğrenecek ve anlaşılacak o kadar çok nokta var ki. Örneğin, yaşadığımız ortamın bir dış boyutu var. Yani bizim dışımızda da bir dünya var ve bize ders olacak yüzlerce, binlerce olay şu anda sınırlarımız dışında cereyan ediyor. Allah’tan Arjantin göçtü ve tüm dünya medyasına malzeme oldu da toplum olarak bu gerçeğin az biraz farkına varabildik. Belki de bizde şu anda yaşanan gelişmelerin çok benzerlerini gene bize benzeyen (Arjantin gibi) ülkelere bakarak daha iyi anlayabiliriz. Bu da yöntemlerden biri.
İşin bir başka boyutu da tarihten geliyor. Sanırım bu dediğime herkes az çok katılacaktır. Ama tarih derken II. Meşrutiyet’ten günümüze kadar olan ile sınırlı kalmaktan söz etmiyorum. İnanamayacağınız kadar eski zamanların bile şimdiki bizlere olan etkilerini söylüyorum. Örneğin bir soru sorayım. “Neden Kayserilerin tüccarlığı çok meşhurdur?” Hiç düşündünüz mü? Yanıtı sizi biraz şaşırtabilir. Dinleyin: M.Ö. 2200 civarında Asurlular Anadolu ile yaptıkları düzensiz ticareti yavaş yavaş kurumsallaştırıyorlar. Ve Karum adını verdikleri ticaret kolonileri kurmaya başlıyorlar. M.Ö. 1900 civarındaysa sistem tam anlamıyla oturup çalışmaya başlıyor. Tüm bu organizasyonun merkezi Kayseri yakınlarında kurulmuş olan Kültepe’deki ana Karum. Bir başka soru ise,“Neden çingeneler çoğunlukla kalaycılık ve çalgıcılık yaparlar?” Çingeneler 13. Asırdaki Moğol istilası sırasında ordunun peşine takılıp Hindistan’dan buralara gelmiş bir kavim. Temel işlevleri de askerlerin silahlarını tamir etmek ve onları eğlendirmek. Düşünebiliyor musunuz? Belki de beğenmeyip burun kıvırdığınız bir insan topluluğunun mesleklerinin ardında bile 1000 sene ile ifade bulacak bir tarih çıkıveriyor.
Dediğim gibi aslında hiçbir şey rastlantısal değil. Uzaktan yanlış sandığınız bir davranış modeli mevcut koşullarda en iyisi olabiliyor. Tamamen anlamsız kalan bir başkası ise binlerce yıllık bir geçmişe dayanabiliyor. Ya da daha kötüsü, sizin bir bakışta yargılayıp çoktan infaz ettiğiniz bir konuyu anlayabilmek için aslında çok ciddi istatistik bilgisi, doktora düzeyinde çalışmalar ve saha araştırmaları gerektiğini ve milletin inanılmaz matematiksel modellemeler geliştirmeye çabaladıklarını öğreniyorsunuz.
Önümüzdeki haftalarda Türkiye’de ve dünyada yaşanan olayları işte bu perspektiften vermeye çalışacağız. Amacımız size “Hakikati” sunmak değil, herkesin düşündüklerinin tersine birtakım kanıtlarla, olaylara yeni açıklamalar getirebilmek. Bize inanın bunları duyunca kendinizi daha az karamsar hissedeceksiniz