Hep o özü aradı, insanoğlu. Bedene canlılık veren ruhu, özü aradı. Öfke, acı, hüzün, neşe, heyecan, canlılık bedende bir yerlerde olmalıydı. Bedenin içindeki kendini arasa da yerini bulamadı, insanoğlu. Ancak tüm bu duyguların gözyaşıyla ilişkili olduğunu düşündü. Sevincinde, kederinde mutlu, mutsuz gününde hep gözyaşı vardı. Kayıplarını gözyaşları ile uğurluyordu.
Bu nedenle gözyaşının kutsal olduğuna inandı, insanoğlu. İnançlarına da yansıttı. Kendinden iyi flüt çaldığı için Apollon’un derisini yüzerek öldürttüğü Çoban Marsias’ın gözyaşlarıyla oluştuğuna inanılır, Çine çayının. Kardeşler arası cinsel ilişki nedeniyle cezalandırılan Byblis’in ağlamaktan kuruyun göz yaşlarıyla oluşmuştur labirent gibi uzayıp giden Kaunos dalyanı. Manisa yakınlarındaki ağlayan kayanın kıskançlık uğruna Apollon ve Artemis tarafından çocukları öldürülen Tanrıça Niobe’nin ağlayan taşlaşmış hali olduğuna inanılır. Urfa’da Balıklı göl yanındaki küçük Aynzelha gölü söylencede Kral Nemrut’un kızı Zeliha’nın aşık olduğu İbrahim Peygamber’in ateşe atılması üzerine döktüğü gözyaşlarıdır.
Daha pek çok kültürden benzer örnekler verilebilir ancak ruhun, duyguların şekle dönüşüp elle tutulur hale geldiği özün, gözyaşında olduğuna inanıldı. Gözyaşı şişelerinin arkeolojik buluntular arasında bunca yer bulması da rastlantı olmasa gerek.
Bir diğer mitolojik öykü ise Troia kralının oğluna tutulup onunla kaçan Kral Menalaus’un karısı Zeus’un kızı Troialı Helen’e aittir. Troia savaşlarına neden olup büyük yıkıma yol açan Helen ardında acılar ölüm ve hüzün bırakıp tekrar kocasının yanına döner. Tanrıça asaletine uygun olarak sessiz ama vakur halde döktüğü gözyaşlarıyla sürdürür canlılıktan yoksun acılı hayatını. Helen cesurca bir çıkış yapmış tüm kuralları alt üst edip sevdiğine kaçmıştır. Yaşanan onca savaş yıkılan bir kent ve onca ölümün ardından geriye, döktüğü cesur ve asil gözyaşlarıyla acı çeken bir kadın kalmıştır. İnanış odur ki Olimpos tanrıları Helen’in gözyaşlarının cesaret yanı sıra, hüzün ve asaleti barındırdığını Helen’in ruhunu içerdiğini görüp o gözyaşlarını kekik bitkisi olarak yeryüzüne sunarlar. Kekik bitkisi pek çok kültürde canlılık, asalet ve cesaret simgesi olarak kullanılır. Kekiğin barındırdığı acımsı özün Helen’i acıyla harman edip yaşatan ayakta tutan öz olduğuna inanılmıştır. Gerçekten de kekik yağı ve kekik içeren bal bağışıklık sistemini güçlendirip bedeni hastalıklara karşı dirençli kılmaktadır.
Ne dedik? Hep o özü aradı insanoğlu ve gözyaşında olduğunu düşündü. Kekik bitkisinin de o özü barındırdığına inandı, bitkisel ilaçlarına, çayına kattı, bala karıştırıp iyileştirmesi için yaralarına sürdü. Thymus Vulgaris adını verdi. Thymus öz, hatta özlerin özü, asıl, esas anlamında kullanılmakta olan bir sözcüktür. Dahası sözcüklerin kökenini özünü araştıran etimoloji sözcüğü de buradan türetilmiştir. Kokuların özü temeli, esası olan Esans sözcüğü de başlangıçta kekikten elde edilen yağ için kullanılmıştır.
İnsanoğlu bilgi birikimini arttırdıkça arayışını sürdürdü. Bedenin bağışıklık sisteminde önemli yer tutan ve hastalıklarla mücadele etmede en önemli hücresel kaynak olan Thymus bezine de aynı ismi verdi. Kekik yapraklarını ve o yaprakların dizilimini andıran görünüşü nedeniyle adlandırmanın MS II. Yüzyılda hekim Galenos tarafından yapıldığı ileri sürülür. Dahası vücut direncini sağlayan ve genç erişkin yaşta gerileyip küçülen Thymus bezinin duyguların, ruhun toplandığı organ olduğuna inanıldı. Gerçekten de Thymus’un uyarılmasının endorfin salgıladığının bilinmediği o yıllarda insanoğlu ruhu, özü, duyguları barındıran aradığı organın Thymus olduğuna inandı.
Hep o özü aradı, insanoğlu. Öldüğünde bedenden çıkıp giden özün, ruhun izini sürdü, kökenini aradı. Önce uzaklara çok uzaklara baktı. Öyle ya, kendi içinde olan o ruh yaşadığı ortamda da olmalıydı. Gökyüzünde yıldızlarda aradı. Sonra o ruhları isimlendirdi, tanrı yaptı. Yerin göğün tanrısını tanımlayıp kategorize etti. İsimlendirip hapsettiği o tanrılar için dini mekanlar yapıp onları o mekanlarda kontrol etmeye çalıştı. Varlığını sürdürebilmek, hastalanmamak için onlarla pazarlık yaptı, adaklar sundu. Sonra birleştirip tekleştirdi tanrılarını. Tekleştirdiği tanrıyı da dini mekanlara hapsedip kontrol altına almaya çalıştı. Tanrıya atfettiği işlerin bir kısmını kendi gerçekleştirebildikçe, tarlayı ekip mahsul aldıkça, hayvan besleyip çoğaltabildikçe, aşılamalar ile yeni türler geliştirdikçe ve günümüzde tüp bebek yoluyla bile üremeyi kontrol edebildikçe içindeki tanrısallığı, o görünmeyen özü, hayatından kısım kısım uzaklaştırıp dini mekanlara tıktı.
Zamanla aradığı özü bulabilmek için kendi bedenine yöneldi. Mikroskopik düzeyde ve hatta moleküler düzeyde bedeni araştırdı, inceledi. Analitik tıp bilimi ile bedende erişemeyeceği yer kalmadı. Hastalıklar aynıydı ancak bu kez onları tanımlarken ürettiği bilgiyi kullandı. Hep o özü aradı. Mikrobiyoloji ve Kimya ile ulaşabileceği bilginin sınırına gelince atoma yöneldi. Atomun içini araştırmaya başladı. Atomun incelenmesi ile maddenin yittiğini, varlığını ölçüp değerlendirebileceği ancak görünür kılamayacağı bir boşluk olduğunu gördü. Atomu bir arada tutan enerjinin aradığı öz olabileceğini düşünüp şimdi onu araştırıyor insanoğlu. CERN’de ki araştırıcılar enerjinin maddeye dönüştüğünü kanıtlayabilmek için Higgs Bozonu’nu bulmayı bekliyorlar. Enerjinin maddeye dönüşebildiğini göstermek için peşinde oldukları Higgs Bozonu’na tanrısal parçacık (god particle) adını vermeleri de boşuna değil elbet.
Çünkü, hep o özü aradı insanoğlu. Bulduğunu sandığında kekik örneğinde olduğu gibi insanlığın bilgi birikimine ve kültürüne yansıyan ortak uzlaşılar geliştirdi. Gözyaşında bulamadığını, bedeni en küçük parçasına kadar araştırıp bulamadığı o özü şimdi atomun içindeki devasa boşlukta arıyor. İnsan başlangıcından beri içindeki tanrısallığı arıyor.