Hayat kalitemiz 1974'te zirvedeydi; şimdi tepetaklak

-
Aa
+
a
a
a

The Guardian

Her seferinde yeni yıla girerken, hayatlarımızın daha iyi olacağı beklentisi içinde oluyoruz. Ekonomi büyümeye devam ettikçe biz de dünyanın daha cana yakın bir yer olacağını hayal ediyoruz. Bu inancın hiçbir temeli yok oysa. Çevre kirlenmesi ve doğal sermayenin tüketilmesi gibi ögeleri dikkate alırsak, hayat kalitesinin İngiltere’de 1974’te, ABD’de de 1968’te doruğa çıkmış olduğunu, bu tarihlerden sonra da sürekli düşmekte olduğunu görürüz. Geriye gidiyoruz.

Sebebini kavramak çok zor olmasa gerek. Ekonomik sistemimiz sonu gelmez bir büyümeye dayalı; oysa, bitimli kaynakları olan bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla, ilerleme beklentimiz de bir vehimden ibaret.

İşte bu, çağımızın büyük zındıklığı: Dile getirilmesi yasak temel gerçekliği. Bugün kudreti elinde bulunduranların, yani hükûmetlerin, iş âleminin ve medyanın şiddet ve nefretle reddettiği şey. Dünyanın güneş etrafında döndüğü ortaçağ sonunda kilise tarafından nasıl reddedildiyse tıpkı öyle. Kamuoyu önünde bundan bir bahsedin de görelim: O saat bir çatlak, bir ukalâ, bir manyak olarak damgalanmanız işten bile değildir.

Kapitalizm, dünya dini statüsüne yükseltilmiş bir “devr-i saadet”, bir binyıl tapıncıdır. Tıpkı komünizm gibi, o da sonu gelmez bir sömürü mitosu üzerine inşa edilmiştir. Hıristiyanlar nasıl Tanrı’nın onları ölümden kurtaracağına inanıyorlarsa, kapitalistler de kendi tanrılarının onları sonluluktan kurtaracağı inancı içindeler. Dünya kaynaklarına ebedi hayat bahşedilmiş olduğunu iddia ediyorlar.

Kısacık bir muhakeme bile bunun doğru olamayacağını ortaya koyacaktır. Termodinamik yasaları, biyolojik üremeye kendi doğasından gelen sınırları dayatır. Kapitalizmin önşartı olan borçların ödenmesi bile, matematiksel olarak ancak kısa vadede mümkündür. Heinrich Hausmann’ın gösterdiği gibi, MS 0 yılında % 5 bileşik faizle yatırılmış tek bir kuruşun (pfennig) 1990 yılındaki getirisi, gezegenin ağırlığının 134 milyar katı altın hacmine ulaşacaktır. Kapitalizm, borcun ödenmesi ile orantılı bir üretim değerinin peşinde koşmaktadır.

Ama şimdi, sonu gelmez inkârlara rağmen, üzerine doğru hızla koştuğumuz duvarın hiç de uzakta olmadığı artık âşikâr. Önümüzdeki 5 yıl ile 10 yıl arasında dünyada petrol tüketiminin arzı aşması çok muhtemel. Her yıl, sürdürülebilir olmayan çiftçiliğin bir sonucu olarak, 75 milyar ton toprak denize uçuyor ki bu, yaklaşık 9 milyon hektar ekilebilir araziye denk düşüyor.

Sonuç olarak, halihazırdaki yiyecek üretim seviyelerini ancak fosfatlı gübrelerle sürdürebiliyoruz. Ne var ki, fosfat rezervlerinin 80 yıl içinde tükenmesi muhtemel. Yeryüzündeki yiyeceğin yüzde kırkı, sulama sayesinde elde edilebiliyor; belli başlı bazı yeraltı su kaynakları, aşırı kullanım yüzünden şimdiden kuruma yolunda.

Sonluluk gibi basit bir kavramı bir türlü kavrayamamızın sebeplerinden biri de şu: Dinimiz, başka halkların kaynaklarının kullanılması fikrine dayalı: Latin Amerika’nın altınını, kauçuğunu ve kerestesini; Doğu Hind Adaları’nın baharatını, pamuğunu ve kök boyalarını; Afrika’nın işgücünü ve toprağını. Eski sömürgecilerin gözünde sömürü sınırları sonsuza kadar yayılabilir nitelikteydi. Şimdi, coğrafi yayılma kendi sınırlarına ulaştığı için, kapitalizm de sınırboylarını mekândan zamana taşıdı: Sonsuz bir geleceğin kaynaklarına el koymaya çalışıyor.

Ekolojik zorlanmaların reddiyesi üzerine külliyen bir endüstri kurulmuş durumda. Britanya’da, Noel öncesi satışların hacminde görülen “hayal kırıcı” düşüşten yakınmayan tek bir ulusal gazete yoktu. Sky News televizyonu, Noel’den bir önceki akşam yayınlarının büyük bölümünü Brent Cross’tan yapılan canlı haberlere ayırdı ve “2000’den bu yana alışveriş bakımından en kötü Noel’i geçirmekte olduğumuz” yolundaki dehşet verici istihbaratı bizlere aktardı. Gazetelerde, insanlığın varolması haberleri, yerini çanak çömlek ve eşofman satan şirketlerin üç aylık raporlarına bırakmıştı.

Pek çok insan, kısmen büyük şirket medyasının beyin yıkamasına maruz kaldıkları için, kısmen de sonluluk kavramının karşılarına çıkardığı meydan okumanın devasa boyutları yüzünden, bu zındıklığa hiç düşünmeden vahşice karşı çıkıyor.

Geçen hafta bu köşede, yeryüzündeki hububat ihtiyacı üzerinde insanlarla çiftlik hayvanları arasındaki rekabet konusu tartışılmıştı (bkz.: "Neden veganlar baştan beri haklıydılar"). David Roucek adlı bir gazeteci, bana yazdığı cevapta sorunun insanların “ayrım gözetmeksizin üremesi”nden kaynaklandığını belirtiyor ve şöyle diyordu: “... Bir kadın, besleyemeyeceği çocukları biteviye doğurmaya devam etmekle dölünün huzur ve refahına tümüyle kayıtsız olduğunun kanıtını ortaya koyuyorsa, o kadın bir suç işlemiştir ve cezalandırılmalıdır. Ceza ne midir? O kadının, başka masum çocuklara karşı daha fazla cürüm işlemesini engellemek üzere, kısırlaştırılması gerekir.”

Dünyanın, kendi insan nüfusunu ayakta tutma kapasitesini tehlikeye sokan faktörlerden birinin artan nüfus olduğuna şüphe yok; ama, insan nüfusunun artışı çiftlik hayvanlarının sayısındaki artış yanında hiç kalır. Zenginler dünyasının tüketimi sınırsız kabul edilirken, insan nüfusunun önümüzdeki birkaç on yıl içinde en üst noktasına çıkması muhtemel. Ama nüfus artışı, yoksulların suçlanabileceği ve zenginlerin mazur görülebileceği yegâne unsur; o yüzden sürekli olarak altı çizilen de bu faktör oluyor.

Yaşama tarzımızı değiştirmemiz mümkün. İktisatçı Bernard Lietaer, negatif faiz hadlerine dayanan bir sistemin, halihazırdaki kaynaklar yerine gelecekteki kaynaklara daha büyük ekonomik değer atfedebilmemizi nasıl garanti edeceğini bize gösteriyor. Vergilendirmeyi istihdam yerine çevre yıkımına yönlendirmek suretiyle, hükûmetler aşırı tüketimi vergiyle yokedebilirler. Ama, bugün iktidarı ve kuvveti elinde bulunduran her kimse gayet iyi biliyor ki, kendi siyasi geleceği, gelecekten çalıp bugüne yatırmaya bağlı.

Bu hesabı tersyüz etmek, insanlığın şimdiye dek karşılaştığı en büyük meydan okumayı oluşturuyor. Sadece siyasi ve ekonomik hayatın temel önkabullerini değil, aynı zamanda ahlâki pusulamızın kutuplarını da tersine çevirmeye ihtiyacımız var. Şimdiye dek iyi olduğunu düşündüğümüz şeylerin – çocuklarımıza gitgide daha heyecan verici hediyeler vermek, bir arkadaşın düğününe uçakla gitmek, hatta hatta gazete satın almak gibi – kötü şeyler de olduğu ortaya çıkıyor. Pek çok insanın bu sorunu adeta dini boyutlarda bir hararetle inkâr etmesi belki de hiç şaşırtıcı değil. Ama, günümüz şartlarında yaşayıp bunları değiştirmek için uğraşmamak da, üzerimize gelen treni huzur ve sükûnet içinde seyretmekten farksız doğrusu.

Çeviren: Ömer Madra