İkinci Bölüm Birinci Bölüm için tıklatınız
Türkiye Dünyanın Neresinde? ya da Alo Orası Neresi?
Sanat tarihine baktığımız zaman sanat fikrinin sanat tarihinden çıktığını görüyoruz. Yani sanat yapıtları önümüzde var diyelim; bu yapıtlar hep birlikte bir düşünceye göndermede bulunuyorlar. O da, sanat fikri. Bu yapıtlar hep birlikte sanat tarihi denilen o çizgiyi -- kimi zaman da neye benzetirseniz o formu -- oluşturuyorlar. Bir anlatı da diyebiliriz. Peki, bu çizginin başı, sonu, ortası falan bunlar nerede olabilir? Ya da bu çizgideki yapıtlar veya yapıtlar arasındaki bağ nasıl kuruluyor? Ben bunu çok geriye götürmüyorum. Özellikle sanatla zanaat ayrıldıktan sonra ve biraz da evrim geçirdikten sonra, sanat fikrini ben hep en fazla açıkçası Rönesans'ın yüksek bir dönemine kadar geriye götürebiliyorum. 16. yüzyıl başları. Yani perspektifin sanatta kullanılmaya başlanması... Zaten ondan sonra, o günden itibaren ben, günümüze kadar olmasa da II. Dünya Savaşı'nın ortalarına kadar falan çok bariz bir çizgi görebiliyorum. Bu çizgideki her yapıt bir önceki yapıtın üstüne inşa ediliyor. Bu çizgiyi birleştiren düşünce ise -- belki de tüm modern kavramlar için geçerli, ama konumuz sanat olduğu için sanattan bahsediyoruz -- ilerleme düşüncesi. Bir sonraki yapıt için bir önceki yapıt gerekli. Bir önceki yapıtı daha aşağıya ya da bir sonraki yapıtı daha yukarı koymuyor ama bir önceki olmadan bir sonrakinin olamayacağını söylüyor. Hep bir ilerleme söz konusu. Bir yere gitmek ve yeni bir şey söylemek, mutlaka yeni bir şey söylemek gerekiyor. İşte bu çizgide bakarsak, akımlarsa, diyelim işte perspektiften bence kübizmin sonuna dek; ya da başyapıtlarsa, Mona Lisa'dan Guernica'ya kadar; bunları yapan idollerse, Leonardo'dan Picasso'ya kadar. Bu çizgi kesintilere uğruyor tabii, örneğin Barok'ta ya da 1914-1917 gibi avangardın en görünür olduğu zamanlarda kırılmaya uğruyor ya da silikleşiyor vs. ama bir şekilde bu ilerleme fikrini rahatlıkla takip edebiliyoruz. Her yapıt bir öncekini takip ediyor. Bu izleği, modern tarih, modern sanat tarihi ve modern düşüncedeki sanat fikrini de ortaya koyuyor.
Peki, bu tarih içinde Türkiye'nin ya da Türk sanatçıların rolü nedir? Rolü sıfır. Yani, hiç. Hiçbir rolü yok eğer kötü bir anlamda bir rolü yok idiyse. Almanya, İtalya Rönesansı önemli, işte Fransa, İngiltere vs. bin türlü merkez var. Hiç bir zaman Türkiye diye, hatta Osmanlı İmparatorluğu, bir yer yok. Açın herhangi bir sanat tarihi ansiklopedisini -- hepsini okumak da gerekmiyor -- endeksine bakın; Türk birisi yok. Böyle olunca oradaki isimlere baktıkça ve onları öğrendikçe -- eğer biraz hevesli biriyse, sanata meraklıysa insan onları açıp okuyor -- bir kere en baştan bir mesafe koyuyoruz araya. Benim adım onların adından farklı. Çok farklı hakikaten. Kulağıma hiç yakın gelen bir isim yok. Aa, bu adam şuradan, bu adam buradan öyle bir şey yok. Yani bir bağlantı hissetmiyorum. Tarihsel olarak sanat tarihinden bu coğrafyada kopuk büyüyoruz; büyüyor idik ya da...
Röprodüksiyona bağlıyız Tarihsel anlamda böyle, sosyolojik olarak, mesela dışarı çıktığımızda gördüğümüz mimari ya da yaşama biçimi, trafiğin akışı, insanların birbiriyle ilişkisi, bunların aynı şekilde Orta Batı Avrupa ya da Doğu Amerika ya da genel anlamda Amerika estetiğiyle bir ilgisi var mi? Hayır, hiç yok. Tamamen karmaşa içinde bunlara bir yatkınlık var mi? Hayır, yok. Peki daha alanımıza inersek, örneğin yapıtların asıllarını görebileceğimiz müzeler var mı? Müzeler de yok. Peki müze yoksa, yapıtın aslı hiç bir zaman önümüze gelmiyorsa biz bunları nerden biliyoruz? Küçükken ilkokulda, ortaokulda, lisede kitaplardan öğreniyoruz. Sahaflardan, şimdi kitapçılardan, sanat tarihi kitaplarını, ressamların kitaplarını alıp oradan bakıyoruz. Orada da önünde bir röprodüksiyon var. Kopya var. Küçük bir şey, kitabın boyutlarına sığdırılmış. Bazen de büyük, aslından büyük olabilir. İşte ona bakıyoruz. | Kasimir Malevich, "Süprematizm: İki Boyutlu Otoportre" (1915)Stedelijk Müzesi, Amsterdam |
Altında da şey yazıyor işte: 'Maleviç. Süprematizm 13', işte 'Amsterdam'. Şimdi bu demek oluyor ki, bu resmin bir aslı var. Ve asılda da hiç bir zaman İstanbul yazmıyor. Aslı bir başka yerde ve önümüzde değil. Biz hep röprodüksiyonlarla besleniyoruz. Bu şekilde aslında dia da, demin dediğimiz gibi bir röprodüksiyon. Peki tüm bu kopyalardan, çevremizdeki kitaplarda gördüğümüz ettiğimiz tüm bu kopyalardan, bütün bizim sanat tarihi bilgimizi oluşturan kopyalardan yani yüz bin tane kopyadan bir tane asıl yapabilir miyiz? Bilmiyorum.
Bir de şöyle bir şey var; dilbilim parantezi açabilirsek: Gösteren, gösterilen, göstergeyi oluşturan iki tane unsur. Gösteren bu konumda nedir? Gösteren, benim kitapta gördüğüm o baskı. Bir şeye işaret ediyor, asla işaret ediyor. Asıl nedir? Müzede asılı duran resim. Peki örneğin yani Derrida'ya göre --çok telif alınır mi bilmiyorum ama -- şöyle bir şey söz konusu; gösteren gereklidir fakat aslolan gösterilendir. Gösterilene, gösteren olmaksızın ulaşamayız. O esastır ama aslolan, anlatılmak istenen, felsefi anlamda diyelim gerçek olan gösterilendir, ulaşılmak istenen... Ama mutlaka ilk anlamda gösterene ihtiyacımız var. Peki, Türkiye'de biz bakıyoruz, sürekli işaret eden bir takım resimler var. İşte bu, şu performansların, sonra salt müzelerde asılı resimlerin görüntüleri yok ki, bir zaman bilmem nerede yapılmış performansın da fotoğrafları var. Bir sürü belge var ama hepsi kopya. Tüm bu kopyalardan asla ulaşmaya çalışıyoruz. Ama sadece kafamızda kalıyor. Anlamı bütünleyemiyor. Hiç bir zaman kalkıp, yani şuradaki müzeye gidip bakabilirsin, yurtdışına çıkıp vize alıp, ama bu senin sokakta yürüyerek gidip şuradaki köşedeki müzede resme bakman anlamına gelmez. O zaman bambaşka anlamlar yüklemeye başlıyorsun asıllara. Demek ki, bu da eksik. Sosyolojik olarak da uzakta duruyoruz Batı sanatından --diyelim temelleri orada atıldığı için asıllardan uzağız. Aslında bir anlamda röprodüksiyona da belki gereğinden fazla --ben kendim için rahatlıkla söyleyebilirim-- sevgi ve aşkla bağlıyız. Çünkü onlardan öğrendik her şeyi, onlar olmaksızın yaşayamazdık.
Zeitgeist Bond çantalı
Bir üçüncü kriter daha var. O da Zeitgeist . Günümüzün hali ya da ruhu diyebiliriz. Bunu çok uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Çünkü bu sırf bize özgü değil şu an. Sırf uzakta kalmış bir coğrafyaya özgü değil. Sanırım başka yerlerde de söz konusu. Yani şöyle bir şey var, eskiden baktığımız zaman sanatçılar birer idoldü hepsi birer tanrı idi zaten. Şimdi ne bileyim Picasso dediğimiz zaman işte, yok Maleviç falan dediğimiz zaman, hepsi bizim için birer tanrı tabii ve bu tanrılar her dokunduklarını altına çeviren birer Midas’tı (Rosalind Krauss'un haklı benzetmesi). Ama günümüzde bakıyorum; bunların soyundan gelen sanatçılara bakıyoruz. Çok iyi sanatçılar diyelim, bunlar tanrıdan çok, insanda, çok başarılı iş adamı görüntüsü oluşturuyorlar. Hepsi işte e-mail yazan, elinde çantası oradan onu kovalayan, buradan bunu kovalayan, işte bunu ne zaman yapacağız falan, koşturan tipler. Hiç de tanrı gibi davranmıyorlar kimse de onlara tanrıymış gibi davranmıyor. Bir de böyle bir zamanın ruhunun bir değişmesi var. Buna biraz sonra geleceğim.
Günümüzde tanrıların artık değiştiklerini düşünüyorum. Sanatçıların da tanrılık mertebesinden çoktan indiklerini, başkalarıyla yer değiştirdiklerini düşünüyorum.
Peki burada üç tane şey saydık: Birincisi, isim benzemezliği; ikincisi, müzesizlik; üçüncüsü de, iş adamlığı. Her üç konumdan dolayı, biz modern sanat tarihine uzağız. Aslında buradan, bilinçli olarak ya da bilinçsiz olarak daha yakın geliyor şimdi. Ben de işte daha genç sanatçıyken bir kaç iş yapmıştım. Bu röprodüksiyonlardan asıl yapma çabası idi belki. Örneğin, Christo Reichstag'ı kapladıktan sonra, kaplayıp çıkardıktan sonra örtüsünü; iki sene sonra ben Alman Parlamentosu'na bir mektup yazdım. “Sevgili Helmut Kohl, size çok sevineceğinizi bildiğim bir haberim var. Reichstag binasını, sicim ve kumaş marifetiyle kaplamak istiyorum.” Ekte de bir illüstrasyonunu gönderiyorum diye Christo'nun yaptığı işin fotoğrafını yollamıştım. Mesela böyle bir şey. İkinci olarak da bir nevi kopyalar yapıyorum ama neyin kopyasını yaptığımı açıklamak zor çünkü kopyanın kopyasını yapıyorum ama birSerkan Özkaya, "Verhüllter Reichstag", 1997(Christo ve Jeanne Claude'dan esinlenerek)
asla ulaşmaya çalışıyorum. Yani ben hiçbir zaman Christo'nun yapıtını görmedim, göremeyeceğim de zaten; kaldırdılar ordan. Hiç bir zaman görmediğim eserleri yapmaya çalışıyorum. Sadece resimlerini gördüğüm ya da haklarında olduklarını işittiğim yapıtların... Bunun gibi bir şeyi İstanbul'da yapmıştım. BM Çağdaş Sanat Merkezi'nde (Keith Arnatt Bir Sanatçıdır diye bir işini görmüştüm Keith Arnatt'ın. Ben doğmadan önce yapmış İngiltere'de. Ben de çok beğendim ama ben 'Serkan Özkaya Bir Sanatçıdır' yazmadım duvara.) Keith Arnatt Bir Sanatçıdır yazdım. Çünkü o zaman kendimi sanatçı olarak da tanımlamıyordum daha çok sanatsever olarak tanımlıyordum. Yani demin saydığım nedenlerden ötürü bir Türk'ün --sanatla ilgileniyorsa-- ulaşabileceği en yüksek mertebe sanatseverliktir. Sanatçı mertebesine çıkamayacak. Boşuna kendimizi kandırmayalım. En fazla sanatı sevebilirsin, çok fazla sevebilirsin, gönülden sevebilirsin ama onun kökünü ortaya koyamazsın sen. Onu üretemezsin böyle bir düşünceyle. Ama bu da, sanatseverlik de, hemen çıkmadı ağzımdan. Ben işte şey diyordum: Sanat izleyicisi, sanat bilmemne… O sırada da Amerika'da master yapıyordum, kırık dökük İngilizcemle anlatmaya çalışıyorum; “Ben sanatçı değilim” diyorum, “izleyiciyim” diyorum. Hiç kimse dinlemiyor, öyle bakıyorlar. Sonra “Sanatseverim” dediğimde herkesin ilgisini çekti, “İşte bu çok ilginç. Sanatçı değil, sanatsever.” O zaman yerine oturdu birtakım şeyler. Gene yani karşılıklı. Ben hiçbir zaman bir şeyin dört başı mamur şekilde düşüncede ortaya konulduğunu görmedim. Buna inandım tabii ama böyle olduğuna hiç rastlamadım.
Venüs’e sarılacaktım, takatım yettiği kadar Buna benzer, bundan yola çıkarak bir takım işler yaptım ama daha yumuşak, olanaklara açık. Bir tanesi; Berlin'e gitmiştik bir sergi için. Pergamon Müzesi'nde birinci gün, o zaman Halil vardı yanımda. Aslında Vasıf da vardı. Ancak ilk gün Halil'le gitmiştik. Halil, ben bir de İskender Yediler. Müzede eski heykeller var. Üç tane de böyle kocaman Venüs koymuşlar, birbirlerinde aralıklı. Benim bu Milolu Venüs için bir projemdi ama kısmet burayaymış. Bunun üzerine gittik oraya, İskender Yediler görevlileri oyalıyor. Tam o sırada da bir vardiya değişimi oldu. Bir tane bekçi kaldı. İskender Yediler gitti ona bir şeyler soruyor, oyalıyor onu. Halil de fotoğraf çekiyor. Ben de gittim; benim projem şuydu: Milolu Venüs'ün --ama Louvre'da yani-- üstüne çıkıp, sarılıp, | Serkan Özkaya, Pergamon Müze'sinde |
ayaklarımla da sarıp, böyle bekleyecektim takatım yettiği kadar. Böylece bekçiler de zor kullanamayacaktı. Sonra da ben kendi kendime inip teslim olacaktım. Ama çıktım. Orada bekçilerden biri gitti, diğeri de oyalanıyor. İşte çıktım kaidenin üstüne, sarılacağım. Bir baktım ki o taştan heykeller sünger gibi yumuşacık, dokunsan dağılacak bir şey onlar. Zaten kat kat koymuşlar, tek parça halinde de değil, dokunsan patlayacak, dağılacak. O an çok korktum. Ellerimle sarıldım, ayağımla da sarıyor gibi yaptım. Ondan sonra bir öpücük konduruyormuşum gibi yanağına, fotoğraflar çekildi. Galiba da öyleydi. Sonra indim, çok üzgün, “Başarısız oldum” dedim, “yapamadım.” Ertesi gün yine gittik. Bu sefer Vasıf da vardı. “Yapacağım ağbi. Bu sefer yapacağım” falan. Bu sefer de bekçiler gördüler, hiç üstüne bile çıkamadan beni kenara çektiler. Ve çok üzüldüm, olmuyor işte yapamıyorum. Sonraları bu olmayan performans daha çok hoşuma gitmeye başladı. Ama geçmiş gün...
Türk sanatında soyut eğilimler
Buna benzeyen, geçen burada işte AKM'ye gittik bir gün. Açılış varmış. Benim de hiç haberim yoktu, zaten pek fazla gitmiyorum; bazen gidiyorum. Simten'in kuzeni vardı orada, onun bir arkadaşının resmi de varmış galiba. 'Türk Sanatında Soyut Eğilimler'miş adı da meğersem. Zar zor girdik kapıdan, “Arkadaşımızın resmi var” dedik. Sonra asansörde Doğan Hızlan'la birlikte çıkınca anladım ki önemli bir sergiye gelmişiz. İçerde ziyafet, eğlence gırla. Garsonlar sunuyor, işte somonlu ekmekler. Bir de daha önce hiçbir açılışta görmediğim, canlı oda orkestrası da vals çalıyor çok hoş bir şekilde. Tüm duvarlarda da soyut Türk ressamları biribiri ardınca sıralanmış. Ondan sonra orada çok kötü hissettim kendimi. Çünkü ben ortaokulda okurken, biz, ya da lisede ne bileyim, okuldan çıkardık, önce Beyoğlu'nda Kazım Taşkent Galerisi'ne giderdik. Ressamlar işte aynı isimler. Oradan çıkardık, Taksim'e AKM'ye giderdik; gene aynı ressamlar. Bakardık ve ben çok beğenirdim. Bayılırdım, Adnan Çoker, Özdemir Altan, Bubi, bilmiyorum işte aklınıza ne gelirse. Müthiş bir şey yapıyor adam; işte tuvallere yeni bir boyut getiriyor. Onlar avangarttı bence, 80'lerde benim için. Sonra geldik işte bu sergiye, baktık Türk Resminde Soyuta Eğilenler sergisi. Orada aynı Adnan Çoker, aynı bilmemne, aynı resimler, aynı avangard, sadece tarihler 15 sene değişmiş. 2000 genelde, ya da 1999-2000. O zaman kendimi gerçekten kandırılmış hissetim. O zaman o adamları sevip de bakıp da, “Aa bak ne ilginç, ne kadar enteresan.” Bir de onlar demeç verirlerdi “Artık şunu şöyle yapıyoruz bilmem ne. Onu aştık, şu sorunsalla uğraşıyoruz.” Haydi bakalım. Hâlâ adamlar aynı sorunsalla aynı şekilde uğraşıyor ve aynı şekilde çözüyorlar. Yeni yeni resimle üretiyorlar gerçekten. Çok can sıkıcı bir durum. Gerçekten kandırılmışlık. Ama neyse işte aklıma bir şey geldi. Halil'le birlikte beraber dedik ki; bir, iki tane resim bulalım. Sonra baktık ki, resimlerin hepsinin arkasını vidalamışlar, çengeller mengeller. İki tane Burhan Doğançay resmi bulduk orada. Onları şöyle uyduruktan asmışlar. Onlar zaten 70'li yılların, 74 falan. En güzel resimlerdi onlar. Arkası siyah fon, zamanında aradan işte iyi şeyler çıkıyor. İşte gittik orada onların başında Halil'le ben, birbirimizi şöyle bir saat kadar doldurduk herhalde. Ama hiç abartmasız bir saat: “Hadi oğlum, hadi oğlum. Hadi şimdi, şimdi” falan. Bir türlü cesaret edemiyoruz çünkü çok zor geliyor. Şimdi olsa belki daha kolay gelir, bilmiyorum. Bir türlü yapamıyoruz falan müthiş bir eylem gerçekleştireceğiz. Her tarafta kameralar falan. Böyle biz tabii cesaret edene kadar tüm kameralar gitti. Neyse işte o sırada Mavi Tuna çalmaya başlayınca işte, gözümüz kararmış olacak ki, aldık resimleri şöyle bir parça, şöyle böyle dansettik. Sonra yerine astık. Kimseden de bir şey gelmedi. Herkes alkışladı falan. Sonra da hemen dışarı çıktık gittik, nazik bir şekilde. Bir daha da bir şey gelmedi başımıza bununla ilgili.
Bir "Picasso'ya ulaşma çabası"Başka yine buna benzer bir şey. Ben tekerlekli iskemlede oturuyorum. Arkamdan Chris itiyor. New York Modern Sanatlar Müzesi'ne gittik. Arkama da bir tane uyduruk Picasso maskesi yapmıştım. (Kahve makinesi kutusunun üzerine Picasso'nun bir fotoğrafını yapıştırdım.) Onu sakladık arkama. Ben felçliyim. Öyle duruyorum iskemlede, yamuk bir biçimde. Oturuyorum, hiçbir şey yapmıyorum. Arada sadece konuşuyorum. Onunla beni götürdü, sonra
Picasso'nun Avignonlu Kadınlar resminin önüne park etti. Sonra çıkarttı maskeyi kafama geçirdi. Sonra ben orada durdum felçli bir biçimde. İşte iki dakika sonra aldı. O sırada, Jimi diye bir arkadaşım var, o da korsan çekim yapıyordu kamerayla. Ve tabii hepimizin ödü patlıyor, bizi yakalayacaklar diye. Çünkü ne ben ne Jimi, Amerikan vatandaşı. Bir şekilde başımız derde girerse atacaklar bizi ülkeden dışarıya. Master da yatacak. Her şey yatacak. Sonra Chris çok cengaver bir biçimde tüm sorumluluğu kendinin üstleneceğini söylemişti. Öyle bir durumda tüm sorumluluğu alacaktı. İşte tüm bunları gerçekleştirdik. Götürdü beni oraya, dolaştırdı falan hiç bir şey olmadı. Bütün güvenlik görevlileri kafalarını çevirdiler beni görünce; böyle bir şey yaptığımı görünce. Müzenin içinden dolaşarak sakat asansöründen indirdiler beni. Çıktık dışarı. Çıkınca da kalktım, maskeyi kendi kafamdan çıkardım. Böyle bir de performans.
Gene işte bir şekilde asıllar karşısında duyulan --yani analiz etmek gerekecekse-- fazla sevgi; onlara duyulan aşırı sevgi ve hayranlık. Ve onlara bir şekilde dolaylı ulaşma isteği. Ama bu daha önceden söylediğim üç nedenden ötürü. Ya da üç nedenden birden olmak durumunda çünkü günümüzde yaşayan hiç kimsenin köken olarak onlarla göbek bağı olduğunu iddia edebileceğini düşünmüyorum.
Bunun dışında Alexander Brener'dan etkilenmiştim bir şekilde. Gerçi onun yapıtını çok saldırgan buluyorum benimkine nazaran. Mesela Amerikalılar hiç sevmedi benim bu kopya yapma olayımı çünkü, “Sherrie Levine yaptı” dediler, “Ama her zaman kendinden bir şeyler katıyordu.” Ama ben kendimden bir şeyler katmıyordum açıkçası. Sonra Mike Bidlo diye bir sanatçı vardır. Bir şekilde daha belki terapiye yönelik bir şey yapıyor vs. vs. Sonra fark ettim ki, tüm bu işler sanat tarihine gönderme, belli bir işe gönderme, oradan buraya gönderme, oradan da benim yapıtıma gönderme ve sürekli küçülmeye başlıyor daire. Bir çok kişi bana “Sıkılacaksın sen bundan” dedi. Bilmiyorum sıkılıp sıkılmadığımı ama bir şekilde daha sonra tekrar ele almak üzere rafa kaldırdım bunları. Bu tür yapıtlar yapmayı...
İkinci bölümün sonu.
Soru, yorum?
- Ya bir şey soracağım. Sen şimdi su geçirmez bir tartışma yaptın. Ama söylediğinde bir totoloji var tabii. Birincisi, bahsettiğin sanat tarihi zaten bir başkası tarafından yazılmış bir sanat tarihi. Zaten Türkiyeli ya da öteki sanatçıların olması söz konusu değil. Yani zaten kendi evrenini ona göre kurduğun zaman yani 16. yy Avrupa bilmemnesinden başlayarak bu güne kadar tek çizgisel ve monolotik bir sanat tarihi varsaydığın zaman onun içinde zaten hiç bir zaman yoksun demektir. Hiç bir zaman olamazsın demektir.
SÖ: Ama kimse bana bunu söylemedi. Ben, yani kitaplara bakarken ya da okuldayken kimse bana bunu söylemedi. Yine de ben sanatla hiç bir zaman salt nefret ilişkisi içine girmedim. En fazla, sevgi-nefret ilişkisi içine girdim belki ama o da, yani hep ulaşmak istediğim oldu.
- Yani ikinci taraftan bakarsak, diyelim ki 'Evet, demek bu böyle. Sanat tarihi denilen şey, tarihi olan kültürlerle olmayan kültürler. Yani tarihi olan kültürlerin ilerleme çizgisi vardır. Bir de olmayan kültürler, parentez dışı, arada bir dip notlarda hadiseye girerler.' Bunu unutalım, daha içine almacı ve ekseninin merkezde olmadığı bir sanat tarihinin var olduğunu varsayalım. Bunun içinde Türkiyeli sanatçı olabilir mi? Yani bizim burada --biz diyorum; sahiden burada olanları kastediyorum-- biz denen hadisenin ekseni mi kaçmış? Ekseni bu kadar kaymış da mı biz göremiyoruz varolan şeyi? Yoksa bir şey mi yok?
SÖ: Şu anda mı?
- Evet. Mesela ben kendi adıma treni kaçırdığımı düşünüyorum. Benim gözüm, bakışım, vesairem belli bir kültür, belli bir sanat tarihi bakışından geldiği için --ki o anlayışı entelektüel olarak çözdüğüm halde bakış olarak çözemiyorum.
SÖ: Bence treni kaçırdın ama bu kötü bir şey değil. Ben de, hepimiz de galiba... Ama o treni kimse pek umursamıyor gibi geliyor bana. O şekilde birbirinin üzerine inşa edilen bir sanat tarihi var mı bilmiyorum şu anda.
- Tabii hiç umurumuzda değil.
SÖ: Değil. Zaten olmasın. Sanatçı olarak umurumda olmaması gerekir herhalde. Umurumda olursa kendimi bir şekilde çok kapatırım. Kısıtlanmaya başlarım. Ama aradığım her zaman yeni yollar, insanlara ulaşmak için aradığım yeni yollar. Bu illa şu andaki... Zaten sanatın sosyal yaşamda kapladığı yerden hoşnut değiliz herhalde hiçbirimiz; ki hoşnut olan varsa bu bir seçim meselesi. (Böyle söyleyenler de var. Kıyıda köşede kalmak istediklerini, küçük duyarlıklarla yetinmek istediklerini söyleyenler var. Ama aynı kişilerin 'Benim bilmemne bienalindeki yapıtımın önünde şu kadar kişi birikti.' derken gözleri parlıyor.) Yaşamını nasıl kullanacağına bağlı bir seçim meselesi. Ama şu anda o şekilde bir sanat tarihi yazılıyor mu yazılmıyor mu bilmiyorum. Ancak sosyal yaşamın tarihi olabilir. Kalkıp sadece sanat galerisinde tarih yaratamazsın.