Cuma Adlı Adamlar*
Halil Turhanlı: Geçmiş programlarda birkaç kez üzerinde durmuştuk, bir kez daha umarım sıkıcı olmaz, üzerine konuşabiliriz diye düşündüm ırkçılık kavramının.
Aslında ırkçılık hiçbir zaman tek başına anlam ifade etmiyor, etkisi de olmuyor, başka kavramlarla eklemlendiğinde, milliyetçilik, halkçılık, etnik ve cinsiyet ayrımcılığı gibi birbirlerine kavramlarla bir zincir oluşturuyorlar ve böylelikle etkilerini gösteriyorlar.
Bir süredir, -aslında uzun süredir- ırkçılığın yükseldiğinden söz ediliyor, ama ırkçılık hep oradaydı. Batı Avrupa'da, Batı'nın dünyasında ırkçılık hep vardı. Irkçılığın hiç oradan gitmediğini, basit bir önyargı olmadığını, uzak, geçmişe ait duygulardan ibaret olmadığını gösteriyor bizlere. Ama ırkçılığın değişen bir çehresi de var tabii. Radikal sağ partilerden söz ediyoruz. Bunların siyasi söylemine girmiş bir ırkçılık var ve bu partiler de oy alıyorlar. Hatta yüzde onları geçiyorlar, koalisyon ortakları bile olabiliyorlar. Ama ırkçılık sadece bu partilerden ibaret değil, yani sadece radikal sağdaki bu popülist söylemleri kullanan partiler değil ki, birçok merkez partilerde de var; hatta merkez sol partilerde de var ırkçılık. Genellikle de kendisini göçmen ve yabancı fobisi olarak gösteren bir ırkçılık var. Siyasi söylemin ötesinde, ırkçılığın tekrar kurumlaşmasından söz edilebilir, ırkçılığın yasalara girmesinden söz edilebilir. Örneğin, yabancılara karşı alınan önlemler çerçevesinde bir ırkçılık söz konusu.
Yeni ırkçılığın yeni kuramlara ihtiyacı var. Bugün yapılan bir ırkçılık kuramı, geçmiştekinden biraz farklı. Biyolojik farklılıklardan söz etmiyor bize. Daha doğrusu ırktan söz etmiyor, ırktan söz etmeden bir ırkçılık yapılıyor. Irkçılık teorilerinin bir ortak yönü var; eski ya da yeni, geçmişe ait ya da bugünkü ırkçılık teorileri, bunlar çok basit teoriler. İşte burada popülizm devreye giriyor; yani halkın kolayca anlayabileceği şeyler. Seçkinci entelektüeller tarafından dile getirilen ırkçı öğretiler, ırkçı kuramlar belki de ilk kez, o her zaman var olagelmiş olan entelektüellerle halk arasındaki mesafeyi kapatıyor. Biraz yarı bilim, sahte bilim, demagoji, mit ve folklordan oluşan bir şey; ama halkın çok kolay anlayabileceği bir şey.
Yeni ırk teorilerinden söz ettik. Yeni ırk teorilerinin ırktan bahsetmeksizin ırkçılık yaptığını söyledik. Yeni ırk teorilerinde biyolojik farklılıklar yok, sadece kültürler var; ama bu kültürler arasında da aşılmaz uzaklıklar var, yani farklı kültürler var, farklı yaşam tarzları var ve ilk bakışta bu çok liberalmiş gibi görülüyor. Yani "senin yaşam tarzına ben saygı gösteririm, kültürüne saygı gösteririm ama sakın bana fazla yaklaşma, aradaki bu mesafeyi kapatmaya çalışırsan sana tepki de gösteririm." Bu çokHuntigton'ın dile getirdiği medeniyetler arası çatışmadan da farklı bir şey, kültürlerden söz etmek. Yeni ırkçılık teorisi bu. Buna "farklı kültür", "farkçılık ırkçılığı" da diyebiliyoruz. Etienne Balibar'ın deyişiyle "meta ırkçılık" da diyebiliyoruz. Ama çok liberalmiş gibi görünen, kültürel hiyerarşileri ortadan kaldırmış gibi, bunları tanımıyormuş gibi görünen, ama araya da aşılmaz duvarlar koyan ve insanların belli bir kültüre aidiyetlerini hiç değişmezmiş, sabitmiş gibi kabul eden, bu sınırları çok kalın hatlarla çizen bir ırkçılık söz konusu burada. İşte buna dayanarak, böyle bu yeni kurama dayanarak, başta sözünü ettiğimiz o yasalar getirilebiliyor, yani yabancılara, göçmenlere karşı olan yasalar. Bu göçmen fobisini işleyerek oluşturulan yeni bir kuramdan söz edebiliriz.
Ömer Madra: Evet, belki de daha da bildiğimiz o köşeleri, sınırları, çok net olarak belirli bir ırkçılıktan daha da tehlikeli, ilk ağızda fark edilemeyeceği için, daha da tehlikeli olan bir ırkçılıktan söz ediyoruz.
HT: Doğru. Başlangıçta, bunu ilk dile getirdiğinde çok hoşgörülü imiş gibi görünüyor, "Ama mesafeyi aştığında da sana tepki gösterebilirim, şimdiden peşin peşin bil bunu." Bir örtülü tehdit de var bu yeni ırkçılık teorisinde. O eski ırkçılık teorilerinden farklı, ama bunun da çok çok eski olmadığını dile getiriyor Etienne Balibar ve şimdilerde bu radikal sağın dile getirdiği, en açık biçimde onların dile getirdiği bu ırkçılığın.Antisemitizmin de böyle bir şey olduğunu söylüyor aslında, çok daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, kültür farklılığına dayanan bir ırkçılık olduğunu söylüyor.
Bazen alçak bir dalga, bazen yükselen bir dalga, bazen gizli, bazen açıkta, bazen doğrudan, dolaylı; ama yeni ırkçılık teorileri, kaba, kolonyal dönemin teorilerinden farklı. Artık biyolojik soya çekimden, genetik üzerinde temellenmeyen teoriler bunlar, kültürel farklılıklar üzerinden yürütülen, onun üzerine kurulmuş teoriler... Kültürümüz ve geleneğimiz farklı. Avrupalılar ve Batılılar ya da Batılı olmayan insanlar... Avrupa kültürünün, Avrupa'nın melezleşmesine karşı büyük bir tepkisi var, ona dayanan bir ırkçılık. Ama Etienne Balibar, "meta ırkçılık" dediği bu yeni ırkçılığın, aslında günümüzde yaygın olan ırkçılık kuramının, "farkçı ırkçılık" da dediği ırkçılığın, birçok bakımdan geçmişteki antisemitizme benzediğini, daha doğrusu, antisemitizmin bu anlamda bir ırkçılık olduğunu söylüyor. Fransa'daki Arap fobisinin de, geçmişteki Fransa'daki antisemitizmle bir paralellik taşıdığını söylüyor. Günümüzde Kuzey Afrikalılara karşı duyulan ırkçılığın antisemitizme çok benzediğini, daha doğrusu onun uzantısı olduğunu söylüyor.
ÖM: Ahmet İnsel, geçenlerde Ufuk Turu programında, pek çok insanın da dikkatinden kaçmış bir noktaya dikkatimizi çekti. Fransa'da bir yeni kanun çıkmış, göçmenlerle ilgili; fakat son dakikada sağcı milletvekillerinden bir tanesi kanuna şöyle bir bölüm ilave ettirmiş: Fransa'nın Kuzey Afrika'da ve başka yerlerde, eski sömürge ülkelerinde, bu kültürlerin gelişmesine, ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan gelişmesine yaptığı katkıların da önemle belirtilmesini istemiş. Bu yeni kanuna göre, artık Fransa'da tarih kitaplarında okutulmak üzere, Fransa'nın oralara, Cezayir'e, Fas'a, Tunus'a filan ne kadar katkıda bulunduğu da anlatılacakmış. Mesela, bu tam bir meta ırkçılık örneği olarak görülebilir.
HT: Doğru. Bu yeni ırkçılık kuramları hiyerarşiyi tanımıyormuş gibi görünüyorlar aslında; ama verdiğin örnekte de her halükârda, beyaz adamın, Batılı beyaz insanın kültürünün daha üstün olduğunu eklemekten, ilave etmekten, dile getirmekten de hiç geri durmuyorlar.
Irkçılığın teorileri değişiyorsa da, gene de değişmeyen bir şeyler kalıyor; yani beyaz adam üstünlüğünü her halükârda dile getirmiş oluyor. Irkçılık toplumun hangi kesimlerinde kabul görüyor dersek; hiçbir kesim ırkçılıktan muaf değil. Sınıflar arasında, toplumun çeşitli kesimleri arasında bir suç ortaklığı var bu konuda. Bu da ırkçılığın basit bir önyargı olmadığını, toplumun bütün dokularına yerleşmiş olduğunu söylüyor.
Refah devletinin çözülmesi, işçi sınıfının tekrar yoksullaşma tehlikesiyle yüz yüze gelmesi, yeniden proleterleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalması, işini elinden kapma olasılığı bulunan Kuzey Afrikalılara, daha ucuza aynı işi görmesi söz konusu olan Kuzey Afrikalılara karşı bir düşmanlık doğurabiliyor. Radikal sağ partilerin, genellikle küçük mülk sahibi sınıflardan, küçük burjuvaziden oy aldıkları söyleniyor. Hayır, değil, tam aksine, işçi sınıfından da geniş ölçüde oy alıyorlar. Burada ırkçılığın ne kadar derine kök salmış olduğunu gösteriyor bize. Irkçılık, demek ki işçi sınıfının ortak bilinçaltına ya da bilincine işlemiş burada. Demek ki, her işini kaybetme tehlikesi olduğunda ırkçı olabiliyor. Bu, onca mücadeleye karşı Batı'daki işçi sınıfının ırkçılıktan vazgeçmemiş olduğunu gösteriyor bize. Irkçılığı bir kez yerleştirmek çok kolay. O demin sözünü ettiğimiz yarı, sahte bilimsel, demagojiye dayalı kuramlarla ve halkın çok anlayabileceği popülist bir söylemle ırkçılığı yaymak çok kolay; ama ırkçılığı söküp atmak çok zor toplumlardan bir kez yerleştikten sonra.
ÖM: Bir istihdam problemi de var Batı toplumlarında, Batı Avrupa ve ABD'de, büyümeye rağmen bir türlü arttırılamıyor istihdam alanları. İsteyen var mı, ondan da emin değilim. İşsiz kitleler büyük bir sosyal doku bozukluğu içindeler ve bu halde olmalarının sebebini de bazı yabancı unsurlara bağlıyorlar, işte milliyetçilik ve şovenizm bundan da kaynaklanarak gelişiyor gibi geliyor bana.
HT: Çok doğru. Etienne Balibar'ın da üç aşağı beş yukarı buna benzer bir saptaması var. 1945'ten sonra işçi sınıfının, çalışan kitlelerin toplumdaki yaşam seviyeleri yükseldi. 1980'lerde refah devletinin çözülmesiyle birlikte, yeniden yoksullaşma tehlikesi ortaya çıktı. Eğer işçi sınıfı bilinçliyse, göçmenlerle, yoksul göçmenlerle dayanışma içerisinde bulunması gerekir. İşini kaybetmesinin, yoksullaşmasının nedeni onlar değil ki.
ÖM: Evet, ama onlar gibi görüyor.
HT: İşçi sınıfı, bunca mücadeleye rağmen demek ki, böyle bir sınıf bilincini edinmemiş. En büyük ırkçılık, işçi sınıfından, çalışan kesimlerden geliyor. Yeniden yoksullaşma tehlikesi karşısında, nerede olursa olsun, Fransa'da olsun, İngiltere'de olsun, Almanya'da olsun, ilk saldırdıkları şey göçmenler. Irkçılık işçi sınıfının bilincine işlemiş, kolektif bilincinin içerisine işlemiş. Bu çok vahim bir şey, toplumun içersine kök salmış olması. Seçkin elitler dile getiriyorlar bu teorileri ve kolayca benimseniyor onlarca, onlardan daha fazla benimsiyorlar bunu.
ÖM: Evet, özellikle de işsiz kesim bunun sebebini büsbütün dıştan, "ötekinden" görüyor.
ÖM: Bu arada da Etienne Balibar'la Immanuel Wallerstein'in "Irk, Ulus, Sınıf" adlı, ortak kaleme aldıkları bir kitabı da kalkış noktası yaptığımızı belirtelim. Alt başlığı da "Belirsiz Kimlikler." Nazlı Ökten çevirisiyle Metis Yayınları tarafından yayımlandı.
HT: Makalelerden oluşuyor. Balibar'ın yeni ırkçılık kuramlarıyla ilgili dikkati çektiği ilk makale, en önemli makale bence. Artık meta ırkçılık kavramı çok yaygınlaştı. Balibar, ırkçılığın kan bağıyla, soya çekimle ilgili olmayan, tarihsel kültürlere ve bu kültürlere aidiyetler temeline dayanan bir ırkçılıktan söz ediyor. Ve ırkçılığın sadece radikal sağ partilerle sınırlı olmadığını, sağın, hatta merkezin, merkez solun içinde bile geçerli olduğunu söyleyebiliriz bu tarz bir ırkçılığın. Çok tehlikeli aslında. Kaba bir ırkçılık değil, daha sinsi bir ırkçılık; ama özünde sonuç olarak da kozmopolitliğe karşı bir şey. Yani farklı kültürlerin bir arada yaşamasını, birbirleriyle kaynaşmasını, dolayısıyla farklı kültürlerden gelen insanların bir arada bulunmalarını, yaşayabilme olasılıklarını kabul etmeyen bir ırkçılık. Ama yeni bir kültür yaratılacaksa, bu kültür mutlaka o kozmopolitlikten şekillenecek bir kültürdür dünyada. Şirketlerin dayattığı küreselleşmenin dışında başka bir alternatif küreselleşmeden de söz ediyoruz. Kozmopolitlik, alternatif küreselleşmenin olmazsa olmazı, kurucu öğesi. Emperyal dönemdeki, neokolonyal dönemdeki açık ırkçılık teorilerinin, ya da bugünkü, bu meta ırkçılığın, hangisi olursa olsun en karşı olduğu şey kozmopolitlik.
ÖM: Buna şöyle de bir şey ilave edebilir miyiz? Aklıma bir kavram geldi: "Dayanışmanın küreselleşmesi." Küreselleşme deyince akla hep neoliberal bir küreselleşme geliyor oysa.
HT: Neoliberallerin savundukları anlamda bir küreselleşme yırtıcı bir küreselleşme. Neoliberal olmayanların da, liberallerin de, milliyetçiliği savunmanın çok tehlikeli olmayacağına dair düşünceleri de var. Thatcher'cı anlayışın "think thank" lerinden birinde, Adam Smith Enstitüsü'nde yer alan John Gray, sonradan vazgeçti ve işçi partisini destekledi; ama geçenlerde liberal gelenekle milliyetçiliğin uzlaşabileceğini söylemiş. Gerçi farklı kültürlerden değil, milliyetçilikten söz ediyor, ama bunlar çoğu kez birbirlerine eklemleniyorlar aslında. Balibar'ın en önemli vurgularından bir tanesidir: "Milliyetçilikle ırkçılık arasında çok uzun bir mesafe yok, aşılmaz bir mesafe yok" der, birbirlerine eklenebilirler; hatta "ezilen ulus milliyetçiliği ile ezen ulus, sömürgeci milliyetçilik arasında da pek mesafe yoktur, birbirlerine dönüşebilirler" de der Balibar ve çok haklı.
ÖM: Çok haklı bence de.
HT: İşte bunu, "John Gray'in savunduğu, "biraz milliyetçilikten zarar gelmez, liberallikle uzlaşabilir" fikrini tehlikeli görüyorum. Alternatif küreselleşmenin olmazsa olmazı kozmopolitliğe karşı, onu zehirleyen bir şey bu öngördüğü, içine milliyetçilik girmiş liberalizm John Gray'in öngördüğü, "zararsızdır" dediği şey bana sorarsan.
ÖM: Zaten, nerede milliyetçilik bitiyor, nerede ırkçılık bunu kestirmenin imkânı yok. Albert Einstein'ın kulaklarını bir kez daha çınlatalım: "İnsanlığın en büyük problemi milliyetçiliktir, milliyetçilik insanlığın çocukluk hastalığıdır, kızamıkçığıdır." Gibi bir lafı var ya. Bu, en büyük felaketi de getirebilir diye insanı üzerinde bir hayli düşündürecek, önemli bir adamın önemli bir sözü.
HT: Burada Etienne Balibar'ın andığı bir çarpıcı örneği vereyim: Ulusal kurtuluş savaşı vermiş olan Cezayirlilerin daha sonra Berberileri Araplaştırmaya çalışmalarının, onu da bir ulusal sorun, asimile etmeyi bir ulusal sorun saymaları.
"Ulusal kurtuluş savaşı veren bir ulus devlette dahi, verili etnik temel yoktur. Halk, etnik ulus, bunlar biraz kurgudur, biraz değil öyledir, kurgudur, bunlar daha sonradan oluşturulur. Saf, doğal bir şey yoktur varlık olarak orada, bir ulus yoktur" diyor ve çok doğru da söylüyor tabii.
ÖM: Devletlerin yarattığı tepeden, ulusçuluk hareketini de çok iyi biliyoruz, özellikle bu bizim coğrafyada, Türkiye'de.
HT: John Gray'in söylediğini, 19. yüzyıl Avrupa'sında liberal düşünürler savunmuş olabilirler. Yani o tarihte belki, o tarihte bile çok hoş görülemez, dayanışmayı sağlamak için böyle bir milliyetçilikten medet ummuş olabilirler; ama bugünün dünyasında, yeni bir siyasi kültür yaratılması açısından çok büyük bir sakınca oluşturduğunu düşünüyorum.
Irkçılık çeşitli biçimlerde karşımıza çıkıyor; günümüzün devletlerine ırkçı devlet diyemeyiz, yeni yasalar kabul etmelerine rağmen. Örneğin Fransa'daki yeni yasalar, ırkçı sayılabilen yeni yasalar, Vichy döneminin yasalarına benzemiyorlar, ama ırkçılar! Ulusları temizlemeyi ve böylelikle de bir nihai çözüm önermeyi seçmiyorlarmış gibi, ama seçebiliyorlar da, Yugoslavya'da olduğu gibi. Orada ırkçılık, bir etnik ayrımcılık şeklinde çıkmıştı ve soykırıma kadar giden, uzanan bir yol kat etmişti. Amerika'da bu soruna değinen bazı afro-amerikan akademisyenler var. Lewis Gordon, siyah olmamakla birlikte bu ırkçı teorilere çok önemli katkısı bulunan Theo Goldberg de ırkçı bir devletten söz ediyorlar, daha farklı bir bakışları var. Avrupa'daki durumda ırkçı bir devlet söz konusu değil, ama devletin ırkçı olmaması, ırkçılığın daha az tehlikeli olduğu anlamına da gelmiyor.
Etienne Balibar, ırkçı geleneğin Avrupa'nın çeşitli yörelerinde, çeşitli devletlerde farklı biçimler aldığını söylüyor. Bu anlamda bir Fransız ideolojisinden söz ediyor. Fransa'nın insan türünü evrensel olarak eğitme misyonunu üstlenmiş olmasını da bir tür ırkçılık olarak kabul ediyor; asimile etmek, onları kendi kültürlerinin içerisinde eritmek, asimile etmediklerini de dışlamak şeklinde. Asimilasyona direnenleri de hemen dışına atmak.
Milliyetçiliğin, bir kavram olarak tek başına işlev görmediğini dile getirmiştik, milliyetçilik ve ırkçılık birbirlerini çoğu kez tamamlıyorlar. Birbirlerine ne kadar açık bir şekilde muhtaç olduklarını görebilmek için ABD örneğine bakmak gerekiyor. Burada sistematik ırkçılıkla Amerika'nın emperyalist politikaları, emperyal politikaları arasında kopmaz bir bağ var. İçte ve dışta birbirlerini tamamlayan iki politika olarak yürüyorlar. Geçmişte de İngilizlerin jingolizmi ve ırkçılık birbirlerini mutlaka tamamlamışlardı.
Bu sadece sömürgeci uluslarda değil, ulus devletler için değil, sömürge sonrası bağımsızlığını kazanmış olan ulus devletler açısından da geçerli. Milliyetçiliğin ve ırkçılığın birbirlerini tamamlaması onlar açısından da geçerli, dünün ezilen ulusları açısından da geçerli. İnsanların, toplumun, ulus dediğimiz toplumun, kendisini bir toplum olarak değil de, bir devletle bütünleşmiş, özdeşleşmiş olarak görmesi için bu iki kavramın bir araya gelmesi ve onların, bu iki kavramla örtüşmüş, iç içe geçmiş olarak o kimliği benimsemeleri gerekiyor. Dolayısıyla, dünün ulusal sömürgeci ulusları açısında da pek fark etmiyor bu kavramlar, gene iç içe geçiyorlar milliyetçilik ve ırkçılık. Cezayir örneğinde de gördüğümüz gibi.
ÖM: Mesela İsrail 'de, kendisi zaten en büyük ırkçılığın kurbanı olmuş olan, tarihteki belki en büyük -belki değil şüphesiz- ırkçılık kurbanı olmuş olan bir toplumun şimdi bayağı net olarak ırkçılık tezahürü göstermesi söz konusu. Haftada bilmem kaç ton çöp atılacakmış mesela Filistinlilerin işgal altındaki bölgelerinde, Batı Şeria'da.
HT: Evet, Balibar, antisemitizmin de kültür farklılığına dayalı bir ırkçılık olduğunu söylüyordu. Araplara yapılan ırkçılığın da yine bunun uzantısı olduğunu söylüyor, arada fark yok. İsrail'in yaptığı da aynı, Araplara, Filistinlilere uyguladığı da aynı tarz bir ırkçılık. İsrail, Yahudilerin, bir zamanlar muhatap olduğu, halen de muhatap olduğu ırkçılığın aynısını yansıtıyor, Filistinlilere, Araplara.
Irkçılıkta hem bir aşağılama var, bir de yüceltme var. Kendisini yüceltirken insanlar, bazılarını da aşağılıyorlar. Irkçılık kuramlarının çok önemli bir kurucusu Avrupalı beyaz insan, hatta beyaz insan da değil, "beyaz adam". Burada da ırkçılıkla cinsiyetçiliğin de birbirine çok yakın, iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Bir yanda düzeltme ve estetize etme, daha doğrusu toplumsal ilişkinin estetize edilmesi de ırkçılığın zeminini oluşturan da şey. Irkçılıkla, cinsiyetçilik el ele giderken, ulus devletlerin inşasında da devlet eril bir güç olarak ortaya çıkıyor, bir erkek gücü olarak ortaya çıkıyor, baba ya işte…
"Hayali etnik" bir ulusun, bir kurgu, bir inşa olduğunu, bir hayali cemaat olduğunu söylüyor Etienne Balibar ve bu çok doğru. Yani ulus devletlerin kurulma süreçlerinde, sınıfsal bölünmelerin üstünde bir hayali cemaat inşa ediliyor insanların akıllarında. Ulus devletin kurulma süreci de dahil, verili doğal bir varlık olarak, etnik bir temel yok; ama bu oluşturuluyor, kazandırılıyor zaman içersinde. Hiçbir ulusun gerçekte etnik bir temele sahip olmadığı tezini savunuyor denemelerinde de, "ancak sadece bir kurgu olarak var" diyor.
Etienne Balibar'ın meta ırkçılık kuramından çok etkilenmiş Sloven bir radikal entelektüel grup var, Zizek ve arkadaşları. Balibar'la ortak noktaları şu; ulusun bir kurgu olduğunu söylüyorlar, bir hayali cemaat olduğunu söylüyorlar; ama bunu açıklarken Lacan'cı anlamda da "gerçek" sözcüğünden söz ediyorlar. Lacan'ın çok müphem ve tartışılan "gerçek" kavramı, bilemediğimiz, varlığından hiçbir zaman emin olmadığımız ama beri yandan da çok paradoksal bir şekilde varlığını hiçbir zaman sorgulamadığımız bir şeydir gerçek. Ulus da böyle. Ulus devletlerin temelinde gerçekten böyle ulus diye bir şey var mı? Hiç sorgulanmayan bir şeydir bu. Böylece varmış gibi kabul ediliyor. Slovenya'daki entelektüel grup, soykırımı yaşamış olan bu insanlar, bunu takviye etmek için Lacan'ın kavramlarından da yola çıkıyorlar. Lacan'ın kavramlarını alırken, sosyalist devlet içerisinde, ona karşı gelişen ulusçu muhalefetlerde de farklı olmayı amaçladıklarını ve Avrupa'daki, Batı Avrupa'daki yeni toplumsal hareketlerle de bir ortak zeminde buluşmak istediklerini söylüyorlar. Bunu başarabildiler mi bilmiyorum, ama etnik ayrımcılığa ve ona bağlı olarak gelişen çok dehşet verici o soykırıma bir açıklama getirmeye çalışıyorlar.
Eski sosyalist devletin içerisinde hiçbir zaman kadına eğitim fırsatı verilmediğini, eşit işe eşit ücret ödemekle bu ayrımcılığın göz ardı edildiğini söylüyorlar. Eşitliğin sadece bunlardan ibaretmiş gibi kabul edildiğini söylüyorlar. Her zaman ayrımcılığın da cinsiyetçiliğin de orada olduğunu; çünkü devletin, sosyalist devletin de, ataerkil temelli olduğunu söylüyorlar. Ulus devletlerde, ulus devletin kuruluşunda da devletin cinsiyetinin varlığı söz konusu. Devlet, baba ya da erkek, eril bir güç, kadın da ulusun çoğalmasını sağlayan bir anne, her kadın bir anne.
Sloven okulunun, milliyetçiliği, ırkçılığı, Lacan'cı kavramlarla açıklamaya çalışmalarının nedeni, biraz da kendini post-sosyalist toplumlardaki ulusalcı muhalefetten ayırt etmek tasasından, kaygısından kaynaklanıyor. Bir de tabii onların çok önemli bir katkıları daha var bu teoriye; devlet iktidarının cinsiyetlendirilmesini açıklamada faydalı oluyor, yararlı oluyor Lacancı anlayış. Devletin, ulus ve cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin de birer inşa olduğunu ve bunların da iç içe geçtiğini söylüyorlar. Ulus devletlerin özellikle inşa sürelerinde bu devletin erilleştirilmesi beri yandan da kadına bir anne rolünün benimsetilmesi, dayatılması çok önemli ulus devletlerin inşası bakımından.
Milliyetçilik, ulusçuluk, ırkçılık, etnik ayrımcılık, cinsiyet ayrımcılığı, kavramlarından, birbirlerine eklemlenmiş kavramlar olarak söz ettik,. Hem Batı Avrupa'da hem de sosyalist toplumların çökmesinden sonra, milliyetçilik, ırkçılık, antifeminist ideoloji ve antigay kültürün çok yaygın olarak o toplumlarda da ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, başta da ifade ettiğimiz gibi, basit bir önyargı değil, toplumun bütün kesimlerinde, bütün sınıflarında kök salmış bir şey, kolay kolay da atılmıyor. Irkçılığı ve cinsiyetçiliği, etnik ayrımcılığı yaymak çok kolay, çok basit bir şekilde ifade ediliyor ve insanlar bunları kabul etmeye de çok yatkın.
ÖM: Evet, son derece indirgemeci, basitleştirici formüllerle, örneğin sadece Hitler'i suçlamakla bu işin içinden çıkmak kolay değil, lider böyle istedi diye mi oldu?
HT: 1945 sonrası da hiç yok olmadan, çeşitli çehrelerle devam etmiştir.
Bir şey daha eklemek gerekiyor; aslında sosyalizm sonrası, sosyalizmin çökmesinden sonra, milliyetçiliğin, etnik ayrımcılığın birden yükselmesi ilginç. Sosyalizmin altında da vardı demek ki bunlar. Yani, o Sloven okulunun da dile getirdiği gibi, örneğin Yugoslavya'da, devlet sosyalizmi altında cinsiyetçilik beslenmişti, etnik ayrımcılık vardı. Sosyalizmin çökmesiyle ortaya çıkmadı bunlar, Doğu Avrupa'da vardı, orada körüklenmişti. Demek ki o sosyalist kültür dediğimiz kültür de çok şey değiştirmemiş. Tam aksine, onlarla suç birliği de yapmış aslında o kültür. Kimilerinin baş tacı ettikleri, üzerine toz kondurmadıkları o kültür, bu cinsiyetçiliği körüklemiş, beslemiş, onun üzerine yükselmiş hatta.
ÖM: Evet. Cinsler arasında ayrımcı da. İşte sıradan faşizm.
HT: Ataerkil hegemonya daima varmış o toplumlarda da.
ÖM: Bugün ulus, ırk, ulus ve sınıf kavramları üzerinde bir gezinti yaptık. Balibar'la Wallerstein'ın Metis Yayınları'ndan çıkan "Belirsiz Kimlikler" kitabıyla da epey meşgul olduk. Ve bugünümüze de, ortama da fevkalade uygun düşen bir konu oldu.
Hepinize günaydın.
*8 Nisan 2005 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.
Metni deşifre eden : Burcu Alpaykut