Güle güle Nina Simone

-
Aa
+
a
a
a

Haberi dinlediğimde içimde bir şey kopuyor. Geçen yıl gidemediğim, zaten gitmek istesem de iptal edildiği için gidemeyeceğim konserini düşünüyorum. Artık Nina Simon’u dinleme olanağım yok. Arkadaşım “belki de iyi oldu” diyor, “üç-dört yıl önce Londra’da izlemiştim. Sesi çok bozulmuştu, hiç de kayıtlardakine benzemiyordu.” Yine de içimdeki geç kalmışlık duygusunu atamıyorum.

 

Sanki bir sevgiliyle buluşacakmış gibi koşuyorum eve. En sevdiğim albümü Sugar in My Bowl’u koyuyorum sete. Ve o yumuşacık, buğulu ses yayılıyor evin içine…

You got the piano ready? OK..

 

My man's gone nowAin't no use a listenin'For his tired footstepsClimbin' up the stairsOld man sorrow'sCome to keep me company

(Erkeğim gitti, artık yok

Artık onun merdivenleri çıkan

yorgun ayak seslerini

dinlemenin faydası yok

 

Eski dostum hüzün

bana eşlik etmeye geldi)

 Ölümünden önce

Marsilya yakınlarındaki evindeydi. Yetmiş yaşındaydı ve ölmüştü. Ölümü normal nedenlerdendi, kuşku uyandırmamıştı.

 

Caz ve blues şarkıcısıydı Nina… Soul müziğin kraliçesi, rahibesi unvanlarını kazanmıştı. Ve müthiş bir sesi vardı. Yumuşacık, buğulu, en üst notalara zorlanmadan çıkabilen, en alt notalarda titreşebilen.

 

Dinleyenin içine ürpertiler salardı. Sesinin aşıkları çoktu. Öyle ki “Nina Simone’u tanımayan, onu hiç dinlememiş bir erkekle çıkmam” diyecek kadar.

 

Sesindeki yoğunluk, acıyı, hüznü sesine yansıtması 50 yılı aşkın sürelik müzik yaşamında ona milyonlarca hayran kazandırmıştı.

 

1958’de çıkan ilk albümü, I loves you Porgy tam bir milyon satmıştı. Ardından gelen My baby just cares for me, özellikle televizyonda Channel Number 5 reklamının müziği olarak kullanıldığında akıllara kazınmıştı. Nina yirminci yüzyılın en çok dinlenen şarkıcısı idi.

 

Siyahtı, ayrılıyordu

 

North Carolina’nın Tyron kasabasında sekiz çocuklu yoksul bir ailenin çocuğu idi. Dört yaşında piyano çalmaya başladı, kilise korosunda da kardeşleri ile şarkı söylüyordu. Onun istediği klasik müzik eğitimi almaktı. 12 yaşında verdiği bir piyano resitalinde kendisini izlemeye gelen anne babasına oturacak yer gösterilmeyişi, arka sıralarda ayakta durmak zorunda kalmaları Simone’un geleceğinin ilk işaretleri idi. Siyah derililere karşı keskin bir tutum içindeki bir kasabada yaşıyorlardı. Onun müzik yeteneğinden gurur duyan siyah dostları aralarında para toplayarak Nina’yı yatılı okula gönderdi. Klasik müzik eğitimi başlamıştı ancak burs alması gerekiyordu. Philadelphia Curtis Müzik okuluna başvurdu ve reddedildi. Nina bu bursu siyah derili olduğu için alamadığına inanıyordu.

 

1954 Temmuz’unda para kazanmak için bir et restoranında çalışmaya başladı, piyano çalıyordu. Ertesi gün restoranın sahibi yalnızca çalmanın yetmeyeceğini, şarkı da söylemesi gerektiğini söyleyince işini kaybetmemek için istemeye istemeye şarkı söylemeye başladı. Üç yıl içinde Carnegie Hall’da söyleyecek kadar yükselmişti. Ailesine bir mektup yazdı: “Olmamı istediğiniz yerdeyim, ama Bach çalmıyorum” diyordu.

 

1958’deki ilk albümü onu ummadığı bir yere taşımıştı. Mississippi Goddam ve The Young, Gifted and Black adlı şarkıları ile politik çizgisini de belirledi. Bu iki şarkı çok geçmeden Afrika kökenli Amerikalıların milli marşları haline geldi. Artık Nina Malcolm X, Martin Luther King gibi siyah hakları savunucularının yanında yerini almıştı. 1960’larda King’in yanında We Shall Overcome şarkısını söyleyerek dolaştı. Dostları arasında Amerikalı siyahilerin lideri Louis Farrakhan, şarkıcı Miriam Makeba, Siyah Panterlerin lideri Stokely Carmichael ve yazar James Baldwin de vardı.  

   Nina Simone ve Richie Havens

 

Ancak FBI ve CIA’nın hakkında bilgi topladığı, dosyası olduğu yolunda duyumlar vardı ve ülkesindeki ırkçılık onu rahatsız ediyordu. Bu ırkçı ülkede yaşayamayacağını söyleyerek ülkesini terk etti. Sonraki 25 yıl boyunca dünyayı dolaştı. Barbados’ta, Liberya’da, Mısır’da, Türkiye’de, Hollanda’da, İsviçre’de yaşadı. 1994’te de Fransa’nın güneyinde Marsilya yakınlarında Aix-en-Provence’a yerlesti. Hayatında ilk kez bir ev satın almıştı.

 

Mutsuzdu, huysuzdu, zor kadındı

 

Nina’nın özel yaşamı müzik yaşamının tam tersi idi. İki kez evlendi. Bir kızı oldu, dört çocuğunu düşürdü. Mutluluğu bir türlü yakalayamıyordu. Ardı ardına yanlış kişilerle şiddete dayalı ilişkiler kuruyordu. Özyaşam öyküsü I put a spell on you’da  (Sana büyü yaptım) menajeri ve kocası Andrew  Stroud’un kendisini dövdüğünü söylemişti. Barbados Başbakanı Earl Barrow’la ilişkisi olmuştu. 70’lerin sonlarında Liberya’da birlikte yaşadığı adam tarafından hastanelik edilmişti. Ardından politikacı C. C. Dennis ile yaşamaya başladı. Ülkeden ayrıldığında Dennis bir başkası ile evlendi, sonra da 1980 darbesinde suikaste kurban gitti.

 

Bir yandan kara derili oluşu, öte yandan özel yaşamındaki mutsuzluk onu iyice gergin yapmıştı. Diyordu ki: “Eğer kara deriliyseniz ve sesinizi yükseltiyorsanız, size zor kadın yaftasını yapıştırıyorlar.” Ama kendisi de bir yandan bu unvanı hak edercesine tutarsız davranışlarda bulunuyordu. Yaralanan köpeğine çok üzüldüğü için son anda konserini iptal ettirdiği olmuştu. Ya da kulüpte şarkı söylemesi gerekirken o kentin öteki ucunda bir lokantada görülüyordu. Onun bu türden “antika” davranışları müthiş sesi, erişilmez yeteneği tarafından kamufle ediliyordu. Herkes ona öylesine tutkundu ki onu bağışlamaya hazırdı.

 

Yıllardır hastaydı. Evde ona bakmak için sürekli bir hemşire bulunuyordu.

 

En son konserini 2001’de İngiltere’nin Bishopstock Festivali’nde vermişti.

 

Müziğe nasıl başladığı sorulduğunda şöyle demişti:

 

“Müzik bir yetenek, ama aynı zamanda da bir yüke dönüşebiliyor. Ben müziğin içine doğdum. Kendimi bildiğim zamanlardan öncesinden beri müzik yapıyorum. Yapılması gereken, bu yeteneğin nasıl kullanılacağına karar vermekti.”

    

 Müzik sürüyor… “I think it’s gonna rain today.”

 

 Gözyaşlarını silecek bir yağmur…

 

 Güle güle Nina…