24 Nisan 2006Radikal Gazetesi
Hayatımızın asla güldürmeyen koskoca bir şakaya dönüşmüş olmasına alışmadık mı daha? Öyleyse bugün, derin bir içtenlik, kavi bir inançla kutlamış olduğumuz Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ertesi, oturup halimize bir bakalım. Van Savcısı Ferhat Sarıkaya'nın meslekten ihraç edilmesine biraz zoraki, hiç canı yanmadan tepki veren kimi liberal kalemler hep aynı tehlikeyi işaret ediyor. Afili bir fon müziği eşliğinde sordukları soru şu: "Bundan sonra hangi savcı, rütbeli hangi asker hakkında korkmadan işlem başlatabilir?" Bu sorunun fazla ilgili olmayan bir komşu tarafından algılanış biçimi nasıl olabilir? 'Van savcısının başına gelen, siyasi-hukuki hayatımızda uğursuz bir milat olacaktır. Şimdiye dek savcılarımız rütbeliler hakkında ne güzel işlemler başlatıyor, ne muntazam iddianamaler sunuyorlardı. Bu müdahale, bu teamüle darbe indirdi.' Ulusal egemenlik ve çocuklar üstüne düşünürken içten olacağımıza söz vermişsek, bu sözde kaygılı dilin altındakini de görebiliyoruz demektir. En zor koşullarda bile yüzü kızartmadan statüko bekçiliği yapabilmenin yollarını bilenler, böylelikle gözümüzün önünde sözde sivil konumlarının cilasını yapıyor. Yoksa bilmeyen var mı: bu memlekette hiçbir savcı hiçbir rütbeli asker hakkında korkarak ya da korkmayarak hiçbir işlem başlatamamıştır. Başlatabileceği koşullar da işte bu son askeri darbeyle ileri bir vakte ertelenmiştir. Başlatmaya çalışanın başına geleni unutmuş gibi görünüyoruz. Bir zamanlar savcılardan bir savcı, Sacit Kayasu'yu hatırlamıyor musunuz? Ödemiş Savcısı iken işkence edilerek öldürülen bir erkeğe ait cesedin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'a ait olduğunu iddia etmiş, soruşturma sürerken Adalet Bakanlığı tarafından Adana'ya atanmıştı. Mesleki hayatının sonunu getirecek olan iddianameyi de orada hazırladı. 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren'in anayasal suç işlediğini iddia ediyor, 12 Eylül yöneticilerinin yargılanmasını istiyordu. Ankara DGM'ye verdiği şikâyet dilekçesi, 'görevsizlik' kararıyla sonuçlandı. Tabii bununla kalmadı. Kayasu, görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle savcılıktan ihraç edildi. Artık avukatlık dahi yapamıyor. Oysa darbeci Kenan Evren, gençlerin karşısına çıkıp bir kez daha fırsatını bulsa yine darbe yapacağını, idam kararları dahil hiçbir zulüm uygulamasından pişmanlık duymadığını ilan edebiliyor. Sacit Kayasu, ne Yeşil ne de Kenan Evren konusunun üstüne gitmeyip kendisini 'şöhret peşinde' ilan eden basını affetmediğini söylüyor, kendine biçilen hayattan yakınıyor: "Emeklilik hayatı yaşıyorum. Avukatlık yapamıyorum, hiçbir şey yapamıyorum. Devlet darbecileri yargılayacağına beni yargıladı, onları mahkûm edeceğine beni mahkûm etti. 20 sene, 50 sene sonra bunlar yeniden ele alınacak, o zaman bana yapılanların zulüm olduğu ortaya çıkacak. Ama iş işten geçecek. Beni yaşarken mezara gömüyorsunuz." Bir söyleşisinde de HSYK'yi anlatmış: "1982 Anayasası, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na öyle bir zırh tanıdı ki, bazıları adeta dokunulmaz hale geldi. Onların verdiği kararlara itiraz edilemedi. Bugün bile ancak kendi içlerinden itiraz edilebiliyor. Eğer bir hâkimin ya da savcının tayinine HSYK karar verecekse, o hâkim, üstlerinin hoşuna gitmeyecek bir karar alamaz. Hâkimlerin özlük haklarının mutlaka HSYK'dan hatta Adalet Bakanlığı'ndan ayrılması gerekir."
Layık olduğumuz savcılar Adnan Keskin, gazetemizde güzel bir dökümünü çıkarmış. Birlikte üstünden bir geçelim. Vural Savaş, şimdilerde yurtdışında çeşitli Türklük hali mitinglerinde Perinçek, Baykam ve benzeri değerli Türk numunesiyle birlikte boy gösteriyor. Savcı, iddianamesinde Refah Partisi için 'metastas yapan habis ur' benzetmesi kullanıyordu da HSYK'nın bir uyarısıyla karşılaşmamıştı. Arkasının sağlam olduğunu bilen bir hatibin böbürle süslü söyleviydi onunki. Arada aydınlara gözdağı verip onları bölücü ilan eden kadı efendi, devletin, yüzü demokrasiye bakıyormuş gibi yapmasından sıkılmış olanların, yani en derin devlet kesiminin sözcülüğünü yapıyordu. Hükümete sansür yetkisi verilsin, hâkim kararı almadan telefonlar dinlensin, mektuplar açılsın, 'gürültüye aldırmadan' cezaevlerine girilsin, terör suçu işleyenlerin infazı askeri cezaevlerinde yapılsın, doğuda HADEP ve FP kazanamasın diye seçim kanununda değişiklikler yapılsın, 163. madde hortlatılsın buyuruyordu. Askerimizin gözbebeğiydi. Eski DGM Savcısı Talat Şalk, haklarında soruşturma açma ve iddianame düzenleme yetkisi bulunmamasına karşın zamanın Başbakanı Yılmaz ve Enerji Bakanı Ersümer hakkında iddianame hazırlamıştı. Yolsuzlukların üstüne gitmesiyle ünlü tarafsız savcının da canını yakan çıkmadı. Üstünü üstlük, hicapsızlığının ve tarafsızlığının doruğunda DYP'den milletvekili adayı oldu. DEP Milletvekilleri için 'Hepsinin asılması gerek' diyen Nusret Demiral'a ne demeli? Siyasi partileri, evleri bastırır, idamdan aşağısına iddianame hazırlamazdı. Faili meçhul cinayetlerle ilgili soruşturmada canı istemedi, Meclis'e bilgi vermedi. Disiplin cezası aldı mı? Hayır. O da tarafsızlığının doruğunda MHP'ye yazıldı. Yakışmadı mı? Yakınlarda Tatlıses'in aguşunda, Sauna çetesinin liderinin bürosunda bulunduğu belirlenen eski DGM savcısı Nuh Mete Yüksel'in halen görevinin başında olduğunu unutmayın. Nuh Mete Yüksel, Yekta Güngör Özden ve Vural Savaş kadar afili olmamakla birlikte kendini Atatürk'ün tam sorumlu yaverlerinden biri olarak gören, bir tuhaf hukuk adamıydı. Nefsine yenik düştü. Kasetlere geldi. Gerçekten epeyi karmaşık bir serüven sonucu ele geçen kasedi, savcı efendinin belki de en insani halini yansıtıyordu. Milletçe oturup seyretsek belki ona karşı hislerimizde bir yumuşama bile olabilirdi. Oysa Yüksel, kasedin, çeşitli uzmanlara apaçık aşikâr ettiğini başından itibaren inkâr etti. Montaj, dedi. Hatta bu çizgide bir rapor çıkmasını bile sağladı. Bir savcının ne cinsel ne de tinsel hayatı kimseyi ilgilendirmemeli. Ama laik medyamızın, kimi garibanların gizli kamera ve benzeri marifetlerle rezil edilmesi, millet önünde beş paralık duruma düşürülmesi konusunda gösterdiği gayreti hatırlayınca, Nuh Mete'ye bu tuzağı kim kurdu diye çırpınışının etik bağımlılığının yan tesiri olmadığını söyleyebiliriz. Hayır. Nuh Mete Yüksel, genel olarak desteklendi. O, en kökten çözücü unsur olarak durduğu yerde kutlu ağırlığını hissettirmeliydi. Ne kadar liberal olsalar da savcının hakkını verdiler. O, Cumhuriyetimizin güvencelerinden biriydi. Mümtaz Cumhuriyet bekçisinin zanî çıkması, icraatını hayranlıkla izleyenleri mahcup etse de ona kurulan bu gerçekten aşağılık tuzak üstüne spekülasyonlara giriştiler. Bu arada naçizane kanımca konunun hayli önemli bir noktası gümbürtüye gidiyordu. Bir kere, Nuh Mete Yüksel, yalan söylemişti. Bununla da kalmamış, yalanında ısrar etmiş, kasedin montaj olduğunda ayak diremişti. Sıradan vatandaşın, sıkıştırıldığında, eşine ya da ele güne rezil olmamak için yalana sarılmasına kimsenin diyecek sözü olmaz. Ama o zamanlar yaradana sığınıp sormuştuk: İnsanların hayatı üstüne dosyalar, iddianameler düzenleyen, yüce Türk adaletinin önemli bir düğümünde görevli bir zatın yalancılığı, en az ona bu tuzağı kuranların bulunması kadar önemli değil midir? Yoksa Mustafa Kemal'in, 'Ben savcının medyatik, nobran ve yalancısını severim' diye bir sözü mü vardır? Bu arada Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur, Yüksel'e destek çıkıp kasedin montaj olduğuna kalıbını basıyordu. Nuh Mete Yüksel'in sadece görev yeri değiştirildi. Bakalım, saunadan nasıl paklanarak çıkacak? Kimi yazan, işaret edeni kafayı askerle bozmuş yaftasıyla hastalıklı bir takıntıya bağlayanlar durmadan tehdit-küfür-şikâyet-ihbar faaliyetinde. Evet. Elbette. Bütün nüfusun askerleştirilmesinin dünya için, insan için, ağaçlar kuşlar için korkunç bir felaket olduğuna inanıyorum. Hayatımızı silme seferberlik olarak yaşamamız için tepemizde apolet şakırdatanlara karşı koymadığımız zaman her Türk gibi asker doğmakla kalmayıp gerçekten de asker öleceğiz. Şahadetin dışında bir onur, bayrağa sarılı tabut dışında bir ikbal düşünemeden.