Gecenin Sonuna Yolculuk

-
Aa
+
a
a
a

 Louis Ferdinand Céline’inGECENİN SONUNA YOLCULUKadlı eserinin savaşla ilgili bölümlerinden birkaç alıntı

(…) Biz aşağıdayız, sintinede, anamız ağlıyor, leş gibiyiz, taşaklarımızdan ter damlıyor, işte bu kadar! Yukarıdaki güvertede ise efendiler, gölgede, pembe yanaklı, parfüm kokularını havaya salmış güzel kadınları kucaklarına oturtmuş, keyif çatıyorlar. Derken bizi güverteye çağırıyorlar. Sonra silindir şapkalarını kafalarına geçirip başlıyorlar bize sıkı bir zılgıt çekmeye: “Leş sürüsü, savaş çıktı!" diye böğürüyorlar. 2 No’lu Vatandaki pisliklerin gemisine saldıracağız, kafalarını uçuracağız! Haydi! Haydi! Ne lazımsa gemide var! Hep bir ağızdan! Önce hep beraber “Yaşasın 1 No’lu Vatan!” diye avazınız çıktığı kadar bağırın bakalım, yer gök inlesin! Sesiniz ta uzaklardan duyulsun! En sıkı bağırana hem madalya hem de Yüce İsa’nın vaftiz şekerinden vereceğiz! Ulan ne duruyorsunuz! Ayrıca, denizde gebermek istemeyenler isterlerse gidip karada geberebilirler, orada bu işler buradakinden çok daha çabuk halledilebiliyor! (…)

Derken, epeyce bir süre yürüdük. Sokaklar geç geç bitmiyordu, taraçalar, istasyonların önü, kiliseler tıklım tıklım, hepsi de alkış kıyamet bize destek veren, çiçek atan siviller ve karılarıyla doluydu. Ne de çok vatansever varmış! Derken vatansever sayısı gitgide azaldı… Yağmur yağdı, yol boyunca alkışlar da gittikçe azaldı, azaldı, sonra da tamamen kesildi, tek bir tane bile kalmadı.

Biz bize mi kalmıştık yani? Sıra halinde? Müzik durdu. “Kısacası, eğlence bitti! dedim kendi kendime, işlerin ne yöne kaydığını görünce. Sil baştan!” Çekip gidecektim. Ama iş işten geçmişti! Kapıları çaktırmadan biz sivillerin üstüne kapamışlardı. Fare gibi kapana kısılmıştık. (…)

Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur. (…) Bu, devasa, evrensel boyutta bir soytarılıktı. (…)

Bu albay anlaşılan tam bir canavardı! Artık bundan emindim, bir köpekten bile beterdi, kendi ölümünü imgelemekten âcizdi! Aynı zamanda bir başka gerçeğe daha vâkıf olmaktaydım, ordumuzda onun gibi nice yiğitler vardı ola ki, tabii karşı ordu da herhalde bizimkinden aşağı kalmıyordu. Kim bilir sayıları ne kadar da çoktu? Toplam bir, iki, belki de birkaç milyon? O andan itibaren korkum paniğe dönüştü. Böyle yaratıklar olduğu sürece, bu korkunç saçmalık sonsuza dek devam edebilirdi… Niye dursunlar ki? İnsanların ve nesnelerin hükmünün bu kadar acımasız olabileceğini ilk defa hissediyordum.

Yeryüzündeki biricik korkak ben miyim yani? diye düşündüm. Hem de nasıl bir dehşete kapılarak!... Saçlarının dibine kadar silahlanmış ve ölçüyü kaçırmış ve de kahraman iki milyon çılgının arasında kaybolmuş muydum yoksa? Miğferli, miğfersiz, atsız, motosikletli, böğüren, arabalı, ıslık çalan, avcı, entrikacı, uçan, diz çökmüş, kazmakta olan, kaçan, patikalarda koşuşturan, çatapat atan, toprağın içine tıkılmış, tımarhanede gibi, her şeyi yok etmek için, soluk alan ne varsa, Almanya’yı, Fransa’yı, tüm kıtaları, kuduz köpekten bile daha çok kudurmuş, kudurmuşluklarına tapan (kaldı ki köpekler bunu yapmaz), bin köpekten yüz binlerce defa daha kudurmuş ve üstelik çok daha sapık! Ne de hoştuk! Gerçekten de, artık anlamıştım ki kıyamete giden bir haçlı seferine katılmıştım.

İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, Dehşet bakiri de olabiliyor. Clichy meydanını terk ettiğimde böyle bir dehşetin var olabileceği nereden gelebilirdi ki aklıma? Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki? Artık ateşe doğru, toplu cinayete doğru giden bu kitlesel kaçışın içine sıkışıp kalmıştım… Derinlerden geliyordu bu, olan olmuştu. (…) Birden savaşı tümüyle keşfetmiştim. Bakir değildim artık. O adiyi cepheden ve profilden iyi görebilmek için, onun karşısında neredeyse yapayalnız olmak gerekirdi, benim şu an olduğum kadar. Bizimle karşıdakiler arasında savaş yangını ateşlenmişti ve artık bayağı yanıyordu! Ark lambasındaki iki kömür parçası arasındaki akım gibi. Kömürün söneceği de yok! Hepimiz yanacağız, ne kadar zıpır görünürse görünsün, albay da diğerleri gibi yanacak ve karşıdan gelen akım omuz başları arasından geçtiğinde, onun kayış gibi etinden de benimkinden daha fazla rostoluk malzeme çıkmayacak. (…)

Bu hezeyanları daha ne kadar sürecek böyle, onların, yani bu canavarların bitkin düşüp, nihayet, durmaları için? Bu tür bir nöbet daha ne kadar zaman sürebilir? Aylarca mı? Yıllarca mı? Ne kadar? Belki de herkes, tüm çılgınlar, ölene dek? En sonuncusuna kadar? (…)

Albayın asla düş gücü olmamıştı. Bu adamcağızın başına ne geldiyse de bu yüzden geldi, haliyle bizim başımıza daha da fazlası geldi. Bu alayda ölümü düşleyebilecek biricik kişi ben miydim yani? Kendi ölümüm konusundaki tercihim, geç olmasıydı… Yirmi… Otuz yıl sonra… belki daha da geç, ama her halükârda hemen, şimdi, Flandres bölgesinin çamurunu yutarak, hem de ağız dolusu, hatta daha bile fazla, bir şarapnel parçasıyla kulaklarına kadar yarılmış olarak öngörülenden daha geç. İnsanın kendi ölümü konusunda bir fikir sahibi olma hakkı da olmalı, değil mi? (…)

Her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu. (…)

Sonuçta bizlerin artık gideceği yer kalmamıştı, ne ileri ne de geri, olduğumuz yerde kalmak zorundaydık.

Gebermek için kuyruğa giriyorduk. General bile askersiz kamp yeri bulamıyordu artık. Sonunda, hepimiz tarlaların ortasında yatmaya başladık, generali menerali kalmamıştı artık. Az çok yürekli olanlarda bile yürek kalmadı. İşte, bu aylardan itibaren başladılar, morallerini yükseltmek adına askerleri kurşuna dizmeye, taburlar dolusu askeri, aynı şekilde, jandarmanın da kendi küçük savaşını, hani o derin savaşı, savaşların savaşını yürütüş tarzı şerefine, adını günlük emirde övdürmeyi kafaya takması o döneme rastlar. (…)

Belirtmekte yarar var, bu korkunç hengâmenin başlarında, yani Ağustos ayında, hatta Eylül’e kadar, bazı yol kesimleriyle kimi orman kenarları ölüm mahkûmları için hiç olmazsa bazı saatlerde, hatta bazen gün boyu olumlu özellikler taşıyabiliyordu. Yani bir tür huzur içinde olduğunuz yanılsamasına kendinizi kaptırmaya teşebbüs etmeniz mümkündü, örneğin bir konserve kutusunu ekmeğinize katık edip tıkınırken, her seferinde bunun ille de son konserve yiyişiniz olduğu önsezisine gereğinden fazla teslim olmayabiliyordunuz. Ancak Ekim ayından itibaren bu soluklanmalardan eser kalmayacak ve artık aralıksız yağmaya başlayan dolu giderek daha kesif, daha yoğun, daha dolgun, içi kurşun ve havan mermisiyle doldurulmuş olarak inecekti tepemize. Yakında kendimizi fırtınanın tam ortasında bulacaktık, o zaman da görmekten kaçındığımız şeyle artık iyice burun buruna gelecektik, hatta ondan başka hiçbir şey göremez olacaktık: kendi ölümümüz.

Bu yaşadıklarımıza kıyasla, ilk başlarda o kadar korktuğumuz gece bile pek sevecen geliyordu artık. Geceyi gitgide bekler, hatta arzular olmuştuk. Gece ne de olsa üzerimize gündüz kadar kolayca ateş edilmiyordu. Dikkate almaya değer tek fark da buydu.

İşin özüne varmak kolay değildir, savaş söz konusu olduğunda bile, fantezi uzun süre direnişini sürdürür.

Ateşin köşeye kıstırdığı kediler eninde sonunda suya bile atlamaya razı olurlar.

Geceleyin, orada burada, o harikulade barış zamanını bir ölçüde andıran çeyrek saatler yakalayabiliyorduk, hani her şeyin selim olduğu, özünde hiçbir şeyin kayda değer sonuçlar doğurmadığı, her biri olağanüstü derecede, inanılmaz keyifli olabilen nice başka şeylerin gerçekleşebildiği, o artık varlığına inanılması güç olan zaman. Adeta ete kemiğe bürünmüş kadife yumuşaklığında bir mutluluktu, o barış zamanı… (…)

Top, onlar için gürültüden ibaretti. İşte bu yüzden savaşlar sürüp gidebiliyor. O savaşın içindekiler bile, savaşırken onu imgeleyemiyorlar. Karınlarına kurşunu yemişken bile yoldan geçerken “hâlâ işe yarar” buldukları eski sandaletleri yerden toplamaya devam edebilirlerdi. Çayırda yan yatmış koyun da böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yandan otlanmaya devam eder. İnsanların çoğu ancak son anda ölürler; kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir. (…)

Anlatılanlara bakılırsa, Aztekler Güneş tapınaklarında haftada seksen bin mümini düzenli olarak boğazlıyorlarmış, onları böylece bulutlar tanrısına kurban ediyorlarmış, yağmur yağdırsın diye. Savaş denen şeyi görmedikçe insanın böyle şeylere inanası gelmiyor. Ama bir kez savaşı yakından görünce, her şey aydınlanıyor, Aztekler de, başkasının bedenine değer vermeyişleri de, belli ki benim mütevazı işkembem de aynı şekilde değersizdi, yukarıda adı geçen generalimiz Céladon des Entrayes’ın gözünde, rütbesi yükseldikçe belli bir tanrıya dönüşmüştü, o da, feci derecede doyumsuz bir tür güneşçik olmuştu. (…)

Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus. (…)

Savaşa döndük. Sonra neler oldu neler, bugün anlatılması kolay değil, çünkü bugünün insanları artık asla onları anlayamazlar.