Gazetecilerin paralı ajanlık kavgası

-
Aa
+
a
a
a

15 - 16 Mart 2010Taraf

NEDEN: ERGUN BABAHAN

Türkiye’de medyanın günahı çoktur. Darbecilerle, muhtıracılarla, andıççılarla işbirliği yapmış, çok insanın da canını yakmıştır. Genellikle de kendi günahlarının üstünü örtüp gerçekleri saklamıştır. Dinç Bilgin son zamanlardaki açıklamaları ve itiraflarıyla bu örtüyü önemli ölçüde kaldırdı. Medyanın kendisiyle yüzleşmesinin ve hesaplaşmasının yolunu açma konusunda ciddi bir katkıda bulundu. Bugün de 28 Şubat döneminin yakın tanıklarından gazeteci yazar Ergun Babahan yaşadıklarını ve gözlemlerini anlattı. Medyanın generallerle ve siyasilerle ilişkilerini, medyada çalışanların yaptıklarını, nerelerden rant kazandıklarını, haberleri nasıl yayınladıklarını okuduğunuzda bir kere daha “aman Allahım” diyeceksiniz. Medyanın önde gelen isimlerinden olan Ergun Babahan, hukuk fakültesini bitirdikten sonra bir süre avukatlık yaptı ve gazetecilikte karar kıldı. İzmir’de Yeni Asır’da başlayan gazetecilik hayatı, Sabah gazetesinde devam etti ve 1999 yılına kadar İstanbul’da Sabah’ta dokuz yıl yazıişleri müdürlüğü ve genel yayın müdürü yardımcılığı yaptı. 1999-2001 yılları arasında Yeni Binyıl gazetesinin genel yayın yönetmeni olan Ergun Babahan, 2002’de Sabah’ın genel yayın yönetmeni oldu. Halen Star gazetesinde köşe yazarlığı yapan Babahan, Kanal 24’te de hafta içi her sabah gündemi tartışıyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: Siz 28 Şubat döneminde Sabah Gazetesi’nin yönetim kadrosundaydınız. O günlerde neler yaşandığını çok iyi biliyorsunuz. O günlerde gazete yönetimleriyle generaller arasındaki ilişki nasıldı?

ERGUN BABAHAN: Ben o dönemde yazıişleri müdürüydüm. Genel Yayın Müdürü Zafer Mutlu’dan sonra gazetede ben vardım. Askerlerin mesajları bize, Sabah’ın Ankara Temsilci Fatih Çekirge üzerinden geliyordu. Mesela Zafer Mutlu Alevidir ve Kürttür. Ankara bürodan sık sık, Zafer Mutlu’nun bu Alevi ve Kürt kimliğinin onun aleyhine kullanılabileceği mesajları gelirdi. Bu da Zafer Mutlu’yu çok tedirgin ederdi.

Kim gönderiyordu bu mesajları?

Herhalde asker gönderiyordu. Zaten Çiller hükümeti düşürülürken ve DYP dağıtılırken, hükümetten istifa etmeleri için kimi bakanlara Alevi kökenlerinden dolayı çok baskı yapıldı.

Gazete merkezlerine generallerden talimatlar Ankara üzerinden ne şekilde gelirdi?

O sırada Sabah’ın Ankara temsilcisi olan Fatih Çekirge, “Şu paşayla konuştum” diye bizi telefonla arardı. Fatih’in bizimle yaptığı konuşmalardan anlardık askerlerin ne isteyip ne istemediklerini. Askerler hoşlanmadıkları bir şey yayınlandığında Fatih’i telefonla arıyorlardı. O da bize, “Çok rahatsız oldular, köpürdüler” diye haber veriyordu.

Diğer gazetelerde de aynı sistem mi işliyordu?

Bildiğim kadarıyla Ertuğrul Özkök, askerlerle yakın bir gazeteci. Zaten Hürriyet devlet gazetesidir. Dolayısıyla onların askerle ilişkisi bizimkinden çok farklıydı. Askerlerle iç içe gibidir onlar. Ama şu var. Biz o dönemde Tansu Çiller’e, Necmettin Erbakan’la koalisyon kurdu diye çok öfkelendik. Sabah Grubu olarak kendimizi ihanete uğramış olarak gördük.

Niye?

Sabah’ın sahibi Dinç Bilgin Avrupa yanlısıydı ve askerin siyasete müdahale etmesine karşıydı. Tansu Çiller Sabah’ın siyasetçisiydi. Sabah Grubu, DYP Başkanı Tansu Çiller’i çok destekledi. Onun için çok kavga etti ve epey tiraj kaybetti. Ama Çiller’in bu desteğe rağmen gidip Necmettin Erbakan’la koalisyon için anlaşması ve RefahYol hükümetini kurması Dinç Bey’i şoke etti. O günü çok iyi hatırlıyorum.

O gün tam olarak ne yaşandı?

Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “Tansu Hanım, Erbakan’la hükümeti kuruyor” dedi. Ben, gene de çok emin olamadığım için “RefahYol’a doğru” diye bir manşet attım. Manşeti görünce Dinç Bey’in yüzü asıldı. “Oğlum olmayacak şeylere amin diyorsunuz. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Aydın Bey’le (Aydın Doğan) ben varız. Böyle bir koalisyon mümkün değil. Biz buna karşıyız” dedi. Dinç Bey, Çiller’in medyayı karşısına alamayacağını, medyaya rağmen RefahYol hükümetini kuramayacağını düşünüyordu.

Niye bu kadar emindi?

Çünkü o dönemde siyasiler çok zayıftılar. O akşam Zafer Mutlu Londra’dan aradı. “Tansu Hanım beni aradı, koalisyon protokolünü imzalamış. ‘Erbakan başbakan’ diye manşet yapalım” dedi. İki sene Erbakan, iki sene Çiller başbakan olacak diye protokol imzalamışlar. Nitekim Sabah’ın Çiller’le ve hükümetle ilişkileri ondan sonra gerilmeye başladı. Hatta Hyaatt Oteli’nde bir Sabah yöneticisi için verilen davette, Dinç Bey, Çiller için, “Hata yaptı, bedelini öder” dedi.

Sabah Grubu’nun askerlerle yakın ilişkisi o günden sonra mı başladı?

Türkiye’de gazetelerin Ankara bürolarının askerle ilişkisi zaten hep vardı. Çünkü asker, politik hayatın bir gerçeğiydi. O sıralar, Genelkurmay’a davet edilmek, bir asker, general tanımak çok önemliydi. Hürriyet Grubu ise zaten o dönemde Çiller’le kanlı bıçaklıydı. İşte o sırada Doğan Grubu’yla Sabah Grubu arasında kartel ilişkisi kuruldu.

Kartel ilişkisi ne demek?

Fiyatı beraber belirleyeceklerdi. Birbirlerinden adam almayacaklardı.

O dönemde medyaya bu iki grup hâkimdi. Birinden ayrılan sonsuza kadar işsiz kalıyordu, gazeteciliği bırakmak zorunda kalıyordu. Köle ticareti gibi bir durum değil miydi bu?

Tabii.

Gazetecilere karşı yapılan bu anlaşmanın bir benzeri siyasetçilere karşı da yapıldı mı o dönemde peki?

Tabii... Doğan ve Sabah Grubu ayda bir Beyti lokantasının üst katında toplanırdı. Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Dinç Bilgin, Kenan Sönmez akşam yemeğinde buluşuyorlardı ve o yemekte her şeyi konuşuyorlardı. Hürriyet hep askerciydi de... Sabah Grubu öyle değildi. Sabah, 28 Şubat döneminde değişti. Bir de o zaman Amerika’nın eski Ankara büyükelçisi Abramovitz Sabah’a çok gelip gitti. Dinç Bey’le konuştu.

Anlamadım...

Erbakan, Türkiye’nin Başbakanı olarak gittiği Libya’da, Kaddafi’den çadırda fırça yemişti. Bu fırçadan sonra Abramowitz geldi mesela. “Türkiye gibi bir devlet nasıl böyle bir aşağılanmaya katlanabiliyor? Bu Türk askerlerini tanıyamıyorum. Sünepe olmuşlar,” falan gibi... laflar etti. Zaten 28 Şubat’ın organizasyonunda, Amerikan devleti adına en önemli ayak oydu.

28 Şubat’ı ABD mi organize etti sizce?

Tabii... Yanılmıyorsam... Abramowitz, bu iş için devreye girmeden önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerden bütün Türkiye ve bölge uzmanları ortak bir toplantı yapıyorlar. Darbe değil ama, darbe benzeri bir müdahale üzerinde anlaşıyorlar. Yol haritası o şekilde çiziliyor. Abramowitz o sırada emekli büyükelçiydi. Türkiye’yi çok iyi bilen ve herkesi tanıyan biri olarak Türkiye’ye gelip gidiyordu. O zamanlar, Zafer Mutlu’yla yaptığı görüşmelerde, ikisi arasındaki tercümeleri ben yapıyordum. Abramowitz, Dinç Bey’le de bir, iki kez görüştü.

Abramowitz ne istiyordu medyadan?

28 Şubat’ın altyapısını hazırlıyordu herhalde. RefahYol hükümetinin Türkiye’ye zarar verdiğini düşünüyordu. Sanıyorum Erbakan’ın bölge politikasından İsrail çok rahatsız olmuştu. O sırada Erbakan’ın kabinesinde Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener bakandılar ama Erbakan’a karşı kimsenin sesi çıkamıyordu.

Peki, Refah kapatıldı yerine AKP kuruldu ve ilk seçimde Abdullah Gül başbakan oldu. ABD, Gül’ün başbakanlığına karşı çıkmadı, öyle değil mi?

Bilmiyoruz. Bakın şimdi Ergenekon soruşturmasıyla, 2002 -2003 darbe planları ortaya çıkıyor. Demek ki AK Parti hükümetine karşı bir darbe için altyapı hazırlıkları yapılmış. Belki Genelkurmay karargâhının bu planlarla doğrudan bir ilgisi vardı ve sonra yaşanan gelişmelerle tablo değişti. Çünkü şu bir gerçek. 1960 ihtilalinden sonra, alt kadrolar yanlış yapmasınlar diye orduda öyle müthiş bir istihbarat ağı kuruldu ki, Genelkurmay karargâhının ve Genelkurmay başkanının bilgisi olmadan orduda hiç bir darbe hazırlığı yapılamaz.

ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, bu aybaşında gene ortaya çıktı ve Türkiye’nin İran’la ve Rusya’yla artan ilişkileriyle ilgili yeni uyarılarda bulundu. İsrail’le gerginliğin ABD’deki muhafazakâr kesimleri kızdırdığını, Başbakan Erdoğan’ın Gazze’de yaşananlara ‘soykırım’ demesinin Türkiye’nin Batı’daki duruşuna zarar verdiğini, Türkiye ile ABD ilişkilerinin önümüzdeki birkaç yılda zorluklar yaşayacağını söyledi. Abramowitz, Türkiye’deki kutuplaşmanın daha derinleşeceğine de dikkat çekti. Koalisyon hükümeti olasılığını bile dile getirdi. Abramowitz’i yakından izlemiş biri olarak, onun bu yeni açıklamalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Obama, Ermenistan sınırının açılmamasına çok bozuldu. Abramowitz, Amerikan yönetiminin AK Parti hükümetinden rahatsızlığını ortaya koyuyor. Amerika’yla ilişkilerde sıkıntılı bir dönem başlıyor. İsrail lobisinin görüşlerini dile getiren ama neocon olmayan biridir Abramowitz. Amerikan politikasında önemlidir. Eğer yaşı ilerlemiş olmasaydı, bugün Obama yönetiminde yer alırdı. Abramowitz, Türkiye konusunda söyledikleri kabul gören biridir. Ben olsam, onun sözlerini ciddiye alırım.

Gazeteci-asker ilişkilerine dönersek... Generallerden gazetelere talimatlar gelir miydi?

Ankara büroya gelirdi.

Neler yazılmasını isterlerdi?

Sincan olayını çok önemserlerdi. “Dört yıldızlı uyarı”, “Komutanlar rahatsız” gibi manşetler atılmasını isterlerdi. Bu manşeti hangi generalin attığını bilemiyorum. Belki o manşeti general atmazdı da, bizim Ankara büro manşet bulamayınca bunu oturup yazardı... Ama şu var. Bu herhalde bizim de işimize geliyordu. Dediğim gibi o sırada hem Çiller’e büyük bir öfke vardı. Hem de Erbakan’a, “Türkiye’yi Suudi Arabistan yapacak” diye bir güvensizlik vardı. Bizim de o sırada, solculuktan gelen ateist damarımızla, dinle ilgili her şeye şüpheyle bakan laikçi damarımız birleşmişti. RefahYol koalisyonunun, hayat tarzımızı değiştireceğini düşünüyorduk ve askeri doğal müttefikimiz olarak görüyorduk.

Psikolojik harbin ürünü olduğu apaçık olan o Fadime manşetlerine gerçekten inanıyor muydunuz?

Şeriat tehlikesi yaşandığına yüzde yüz inanıyorduk. Bizler aktif laiklerdik. Sadece rahmetli Ahmet Vardar ve Salih Memecan bu yayın politikasına ve askerle işbirliğine çok kesin karşı çıkıyorlardı. Can Ataklı, Çiller’e yakındı, o da benimsemiyordu. Mehmet Barlas da yayın politikasına karşı çıkıyordu. Geri kalan herkes RefahYol hükümetinin gitmesini istiyordu.

Darbeyle gitsin, öyle mi?

Biz o dönemde, askerle müttefik olmaktan rahatsız değildik. Türkiye’yi belaya sürükleyen bir hükümete karşı düzen kavgası veriyorduk biz. 28 Şubat’ı darbe olarak görmemiştik.

Bugün baktığınızda ne görüyorsunuz peki?

Korkunç tabii.

Askerler, nelerin yazılmasına kızarlardı?

Askerler, kendilerini eleştiren, hükümeti öven yazıların yayımlanmasını istemiyorlardı. Ben 28 Şubat sürecinin sonuna doğru depresyona girdim zaten. Benim o dönemde gazetede en önemli işim, oturup bütün köşe yazılarını okumak ve yazarları tek tek sansürlemekti. 28 Şubat’taki baskılar, bizlerde öyle tuhaf bir duygu ve ruh hali yaratmıştı ki... En ufak bir cümle bile hükümet yanlısı, asker karşıtı gelebiliyordu bize. Ben o bölümleri yazılardan siliyordum.

Yazarları çok sansürlediniz mi o günlerde?

Çook... Bir korku atmosferi yaratılmıştı. Düşünün, 28 Şubat’ın generali Erol Özkasnak, Mehmet Altan için “Onu süngüye oturtup Güneydoğu’da dolaştırırım” demişti. Faşizmin ne olduğunu, o döneme baktığımda şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanın bayağı ruhunu ele geçiriyor faşizm. Bir gün Zafer Mutlu yazıişleri toplantısına geldi, Manşeti, “De-de rahatsız” yapalım dedi.

De-de mi?

Derin devlet yani... Sonra, “Bu manşet, bela çıkarır başımıza” dedi ve de-de başlığından vazgeçtik. Beş dakika sonra Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “De-de manşeti atıyormuşsunuz. Beni aradılar. Yapmayın” dedi. Haber anında askere gitmiş.

Ajan gazetecilerin sayısı basında çok mu fazladır?

Çok fazladır. Meşhur bir Hayri Birler olayı vardır. Hürriyet’in Ankara bürosunda ikinci adam olarak çalışırken, esas işi açığa çıkıyor ve Hürriyet’ten ayrılıyor ve gerçek işine geri dönüyor. MİT’in Diyarbakır bölge müdürü oluyor.

Bu ajan gazeteciler ne yaparlar?

Karakter suikastı yaparlar. İstihbarat kurumları, onlara şu adamı yıpratın der ve onlar da yıpratırlar. Suçlayıcı ve çarpıtma haberleri ve yazılarıyla yıpratırlar. Biz, Sabah Grubu’nda ajan gazeteci var mıydı, varsa bunlar kimlerdi, bilmiyorduk. Bir tek Ünal İnanç’ı biliyorduk. O da Ankara büroda alt kademede biriydi. Ama Hürriyet Grubu’nda Fatih Altaylı’nın, Tuncay Özkan’ın MİT’le ilişkileri biliniyordu. Biz de öyle bilinen gazeteci yoktu.

Onlar nasıl biliniyordu peki?

Eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür, onları açıkladı. Zaten geçen gün bir gazeteci arkadaşımız anlattı. 28 Şubat’tan sonra gazeteciler Mesut Yılmaz’la yemekteler. Fatih Altaylı’yla Tuncay Özkan, Yılmaz’ın önünde, “MİT’te kim maaşlı, kim gönüllü çalışıyordu” tartışması bile yapmışlar birbirleriyle. Yani kendileri anlatıyorlar bunu. Güya biri paralı çalışıyormuş, biri de gönüllü. Kendi aralarında bu konuda atışıyorlar. “Sen MİT’ten para alıyorsun, yok ben almıyorum, sen alıyorsun” diye kendi aralarında tartışmışlar.

Şaka değil, değil mi bu?

Hayır, şaka değil.

O dönemde Sabah’ın sahibi olan Dinç Bilgin de, gazetelerde Ankara bürolarının çok önemli rolleri olduğunu söyledi. O dönemde diğer gazetelerin Ankara bürolarının askerle ilişkisi nasıldı?

Hepsinin askerle ilişkisi iyiydi. 2002 yılında ben Akşam Gazetesi’nin temsilcisi olarak Ankara’ya gittim. Kimi temsilcilerin generallerle samimiyetini görünce çok şaşırdım. Doğrusu o kadar içli dışlı olduklarını bilmiyordum. Bazıları generallerle tenis de oynuyordu. Öyle ilişkiler vardı yani...

Askerler yazarlara kızarlar mıydı?

Kızarlardı tabii. Yanılmıyorsam... Hüseyin Kıvrıkoğlu, Dinç Bey’i Genelkurmay’a çağırdı. O sırada Çetin Altan ve Mehmet Altan Sabah’ta, Ahmet Altan da Yeni Yüzyıl’da yazıyordu. Genelkurmay Başkanı, onları Dinç Bey’e şikâyet etmiş. Yani kibarca, gazeteden çıkarın bunları demek istemiş. Dinç Bey, “Çetin Altan bir edebiyat ustasıdır. Ahmet Altan şöyle iyi yazardır, Mehmet Altan da profesördür” demiş.

Sonuç ne olmuş?

Dinç Bey zaten hiç dilini tutmazdı. Onlara, “Askerler siyasete karışmamalı” gibi konuşmalar yapardı. Kıvrıkoğlu’yla o konuşmadan sonra Dinç Bey, “Onları ikna ettim” diyerek Ankara’dan döndü. Bence Dinç Bey’in hapse girmesinde o konuşmanın bile payı vardır. Doğan Grubu’nda eski bürokratlar, milletvekilleri, bakanlar hep bir köşede tutulur. Sabah’ta hiç öyle şey olmadı.

Güneş Taner, eski bakan olarak Sabah’ın yönetimine girmedi mi bir dönem?

Sabah’ın yönetim kuruluna girdi. Bankanın alımında destek oldu diye, o da bir teşekkürdü herhalde...

İKİNCİ BÖLÜM

16 mart 2010

Ergun Babahan’la yaptığımız konuşmanın ikinci bölümünü, dün kaldığımız yerden sürdürüyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: Askerler en çok hangi tür yazılara kızarlardı?

ERGUN BABAHAN: Biz o dönemde Zafer Mutlu’yla tek tek yazarları, “Çok kritik bir dönem bu. Dikkatli yazın. Hükümete destek çıkmayın” diye ikna etmeye çalışırdık. Beynimiz yıkanmış gibiydi.

Sabah Grubu Etibank’ı satın almış mıydı o dönemde?

Dinç Bey Etibank’ı 1997’de aldı. Daha önce 1994’te 5 Nisan krizi oldu. Sabah, yeni binasını yaparken dış kredi almıştı. Dolar çok artınca bu krediyi kamu bankalarında uygun şartlarla Türk Lirası’na çevirdi. Zaten ondan sonra da siyaset bizim gazeteye girdi, eski rahatlık bitti. RefahYol yıkıldıktan sonra Mesut Yılmaz Başbakan oldu ve elektrik dağıtımları falan derken yağma dönemi başladı.

Siz o sırada yapılan bu gazetecilik hakkında ne düşünürdünüz?

Bunu bir rejim kavgası görüyorduk. Zaten Türkiye’de sol çökünce, bir sürü insanda solculuktan kala kala laikçilik ve Kemalizm kaldı. Eski solcular kökten laikçi oldular. Hasan Cemal Kürtler kitabını yazana kadar, biz, Diyarbakır cezaevinde olup bitenlerden bile habersizdik... Sabah’ta, Türkiye’nin gerçeklerinin dışında böyle bir Lale devri yaşıyorduk.

Bütün büyük gazetelerin askerle ilişkileri sizinki gibi miydi?

Bütün medya patronlarında, kendilerini güvence altına almak adına askerle iyi geçinme diye bir kaygı vardı. Hem hayati tehlike bulunuyordu hem de askerin devlet içindeki gücü biliniyordu.

Andıç olayını hatırlıyor musunuz?

1999’da oldu. Hatırlıyorum.

O belge geldiğinde ne düşündünüz?

Belge gelmedi. Şemdin Sakık’ın ifadesi bir haber olarak geldi bize Ankara bürodan. Cengiz Çandar’la Mehmet Ali Birand’ın PKK’dan para aldıklarına dair iddialar vardı ifadede. Ankara’dan faksla bu haber geçildi İstanbul’a. Zafer Mutlu, Dinç Bey’le teknedeydi. Bana, “Ertuğrul’la konuş, andıçtaki isimleri kullanmayalım” dedi. Ertuğrul Özkök’ü, isimleri kullanmayalım diye aradım.

Ne dedi?

“Herkesi yayınlıyoruz. Bunu yayınlamasak olmaz. İsimleri gizleyemeyiz. İsimleri birinci sayfada değil, iç sayfada kullanalım” dedi. Ama akşam yedi buçuk, sekizde aradı. “Kanal D isimleri verdi. Biz isimleri birden giriyoruz” dedi. Bunun üzerine biz de haberi ve isimleri, “Korkunç ifşaat” diye birinci sayfadan verdik.

Şemdin Sakık, yakalandıktan sonraki sorgusunda, bazı gazeteciler hakkında “PKK’dan para alıp yazı yazıyorlar” diye ifade vermeye ve imzalamaya zorlanıyor. Bu gazeteciler arasında Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Akın Birdal var. Sakık, bu ifadeyi imzalamıyor. Ama düzmece ifade ‘andıçta’ yer alıyor ve yayınlanması için büyük gazetelere ve bazı televizyonlara gönderiliyor. Nitekim “Sakık’tan itiraflar” diye bu gazeteciler PKK’yla işbirliği yaptıkları suçlamasıyla hedef haline getiriliyorlar. Siz o gün elinize geçen belgenin, düzmece bir belge olduğunu anlamadınız mı?

Anladık tabii ki.

Peki o zaman, niye kullandınız? İnsanları hedef gösterip öldürülme tehlikesinin içine attınız?

Genelkurmay’dan kullanacaksınız diye emir gelmiş herhalde. Zafer Mutlu, “Bu haberi kullanmazsak, bu adamların hayatı o zaman tehlikeye girecek” dedi. Sanıyorum böyle bir imada bulunulmuştu. Zaten benim 28 Şubat’la ilgili kuşkularım o noktada başladı. Rahmetli Ercan Arıklı, andıç haberine ve gazetelerin askere böylesine teslim olmasına çok sinirlenmişti. Bize, “Oğlum yapmayın. Bırakın gidin gazeteciliği. Şart mı sizin gazetecilik yapmanız?” dedi. Biliyorsunuz...

Neyi?

Aslında ortada Şemdin Sakık’ın ifadesi yoktu. Adamın imzalamadığı ifadeyi gazetelerin Ankara bürolarına fakslıyorlar. Ankara o ifadeden haber yapıyor ve İstanbul’a gönderiyor.

Dahası... 28 Şubat’ın Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, Şemdin Sakık’ın o ‘ifadesine!’ üstelik kendi el yazısıyla eklemeler yapıyor, Cengiz Çandar’la Mehmet Ali Birand’ın PKK’dan para aldıklarını yazıyor.

Galiba işin içinde eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da var. Çünkü Şemdin Sakık, anılarını yazdığı yeni kitapta açıkladı ki... O sırada, Diyarbakır Yedinci Kolordu Komutanı olan Yaşar Büyükanıt da o sorgudaymış. Hatta Sakık’ın, o imzalamadığı ifadelerinin alındığı o sorguda, Yaşar Büyükanıt’ın ‘iyi çocukları’ da varmış.

Büyükanıt, Şemdinli’deki bombalama olayı olduğunda Kara Kuvvetleri Komutanı’ydı ve bombalamayı yapanlar için “Tanırım. İyi çocuktur” demişti ve bu açıklamasıyla Şemdinli Davası’na açıkça müdahale etmişti. Şimdi ‘iyi çocuklar’ olayına nasıl bakmalıyız biz?

Yaşar Büyükanıt’ın ‘iyi çocuklara’ niye sahip çıktığı şimdi anlaşılıyor tabii. Şemdinli bombalamasının bu ‘iyi çocukları’ şimdi nerede? Önce davalarını askerî mahkemeye aldılar... Sonra bunları bir yerlere tayin ettirdiler ve unutturdular. Düşünün, sorgu yapılmış, düzmece ifadeler alınmaya çalışılmış ve daha sonra genelkurmay başkanı olacak olan kişi de o sorguyu izlemiş. Dünyanın hiç bir yerinde böyle bir olay geçiştirilemez.

Peki... Andıç haberiyle ilgili gazete yönetiminde bir tartışma oldu mu, ‘basalım mı basmayalım mı’ diye?

Hayır. Sabah’ta öyle tartışmalar olmazdı. Karar verilince yapılırdı. Zafer Mutlu, Cengiz’in vurulabileceğinden çok korkuyordu. Böyle bir bilgi de gelmişti. Ayrıca “Onları gazeteden atın” diyorlar. Gazetenin Birand’la ilişkisi iyi değildi. O gönderildi. Cengiz’e üç gün yazı yazdırılmadı. Dinç Bey, “Bu ayıp ya” dedi ve Cengiz yazmaya başladı. Sabah’ın büyüsünü bozan ve aşağıya gidişinin başladığı bir süreçtir bu. Oysa Dinç Bilgin’in Yeni Asır’dan beri bize verdiği örnek hep şuydu.

Neydi?

“Şimdi siz burada gazete yapıyorsunuz. Gazetenin kapıdaki güvenlik görevlileri tabancalarını çekip gelseler ve size, ‘Siz bu işi yapamıyorsunuz. İnin aşağıya, gazeteyi biz yapacağız’ deseler... Bu ne anlama geliyorsa, askerlerin de siyasetçilere, “Siz bu ülkeyi yönetemiyorsunuz. Yönetime el koyuyoruz’ demesi aynıdır.”

O belge yayımlandıktan sonra ne hissettiniz?

Ben de ölümden kurtardığımıza inanıyordum. Kısa bir süre sonra RefahYol hükümeti düştü. Mesut Yılmaz Başbakan oldu.

Hürriyet o belgenin düzmece olduğunu biliyor muydu?

Bence biliyordu. Andıç’ta adı geçen gazeteciler, Kürt meselesinde demokrat çizgideydiler. Bekaa’ya gidip röpörtaj yapmaları da rahatsız etti herhalde.

Sadece onlar mı Apo’yla ya da PKK’yla röportaj yaptılar?

Şimdi öğreniyoruz ki, gazetecilerin bir kısmı oraya devlet adına gitmişler. Konuşma bantlarını önce götürüp MİT’e teslim etmişler. Oralara gazeteci kılığında gidip aslında devlete çalışan çok insan vardı... Bizim o dönemde en büyük ayıplarımızdan biri de şuydu. Erbakan, kendi tabanının imhasına dönük olan 28 Şubat kararlarını imzaladığında, “Paşa paşa imzaladı” diye manşet attık biz. Bir siyasetçi için çok aşağılayıcı bir başlıktı o.

Gazeteci için de aşağılayıcı bir başlık değil miydi sizce o? Bir ülkede siyaseti bitirmek, malzemesi söz olan gazeteleri ve gazetecileri de bitirmek demek değil midir?

Söylediğim gibi biz o zaman öyle görmüyorduk. Ben dahil bazılarımız çok laikçi davranıyorduk. Bazıları da, ‘aman bu düzen değişmesin, fıstık gibi hayatım bozulmasın, işim bitmesin’ diyerek o günkü sürece sahip çıkıyordu. Çünkü profesyonel olarak çok iyi paralar alınıyordu, sınıf atlanmıştı, yeni hayatın getirdiği zenginlik sürdürülmek isteniyordu.

O belgenin yayımlanmasından sonra Akın Birdal vuruldu. Demek ki andıçtaki isimleri yayımlamak hayat kurtarmak anlamına gelmiyor. Birdal vurulunca ne hissettiniz?

Çok rahatsız olduk.

Gazetede bu konuda konuştunuz mu?

Biz, Zafer Mutlu’nun odasında toplanıp her konuda çok konuşurduk. Ama işin çivisi çıkmıştı ve biz iktidara teslim olmuştuk. Mesela Can Ataklı deprem olduğunda televizyonda hükümeti çok sert eleştirdi. Hüsamettin Özkan başbakan yardımcısıydı. Küplere binmiş, Zafer Mutlu’yu aramıştı. O da çok paniklemişti. Gazeteyi, bir takım insanları memnun etmek için yapmaya başlayınca, gazete sönüyor. Gazeteye neyin girmeyeceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Gazeteye neyin girmesi gerektiğini unutuyorsunuz.

Gazetecilik mesleğinden iğrendiğiniz oldu mu hiç?

O dönemde, çok oldu. 28 Şubat sürecinde meğer ağır depresyon geçirmişim. Şimdi fark ediyorum. İşten nefret ediyordum. Gittiğim her yerde uyuyordum. Kimseyle konuşamıyordum. 1999’da Yeni Binyıl’ın genel yayın yönetmeni oldum. Ben o sırada Sabah’ı ve Etibank’ı güçlü bir müessese olarak görüyorum. İhlas’ın bankasıyla, Yurtbank’la ilgili sert haberler yapıyordum. Bir gün Dinç Bey geldi. “Bunu yapmayın artık. Biz de sıkıntıdayız” dedi. İhlas’ın sahibi Enver Ören’in gönlünü almak için ziyarete gitti. Sonra gazete için Ören’le bir röportaj yapıldı. Gazetecilik açısından artık kıpırdayamaz bir hale gelmiştik.

Nasıl?

Meğer biz de batıkmışız. Ben sürekli gazetenin mutfağında olduğum için o dönemde daha safmışım. Mesela Fatih Çekirge olayını bile daha sonra öğrendim.

Fatih Çekirge olayı dediğiniz nedir?

Fatih, Star gazetesine gitmesin diye Dinç Bey ona 500 bin dolarlık çek vermiş. Uzan, bir buçuk milyon dolar verince Fatih Star’a gitmiş. Star’a giderken de, Ankara’da Sabah’taki odasının kapısına 500 bin dolarlık çeki yapıştırıp öyle gitmiş Fatih.

Politikacılarla gazetecilerin ilişkileri nasıldı?

Çok yakındı. DYP-SHP koalisyonu vardı. Deniz Baykal, seçimi kazanarak, Murat Karayalçın’ın elinden genel başkanlığı aldı. Baykal, Necdet Menzir’in bakanlığı yüzünden koalisyonu bozdu. Baykal, Mehmet Ali Birand’a bir televizyon programında, “Menzir giderse, koalisyona devam ederiz” dedi. Bunun üzerine Zafer Mutlu Ankara’ya gitti ve o koalisyonun kurulmasında kilit rol oynadı. Baykal’la görüşüp, Çiller’le görüşüyordu. Çiller’le görüştükten sonra da Baykal’la görüşüyordu.

Gazeteler hükümet kuruyorlardı, öyle mi?

Tabii. Bakan da değiştiriyorlardı. Mesela 28 Şubat’tan sonra DYP’den epey bakanın ve siyasetçinin istifa etmesinde gazetelerin çok payı oldu. Refah’la koalisyonu sürdüren DYP’yi erittiler. Hükümeti düşürmek ve DYP’yi parçalamak için bakanlar istifa ettirildi. Bazı bakanlara istifa etmeleri için, Alevi kökenlerinden dolayı baskı yapıldı.

28 Şubat’tan sonra Mesut Yılmaz başbakan oldu. Onunla ilişkileriniz nasıldı?

Geçmişte çok iyiydi. Hatırlarsanız, onu Sabah başbakan yaptı. ANAP’ta genel başkanlık yarışında, Akbulut’a karşı, “Başbakan’ı tanıyalım” diye Mesut Yılmaz ve ailesiyle ilgili tam sayfa haber yapmıştık. O günlerde Mesut Bey bize müteşekkirdi. Ama sonra Gümrük Birliği konusu gündeme geldi. Doğan Grubu ve Koçlar, Gümrük Birliği’ne karşı çıktılar. Dinç Bey ise Gümrük Birliği’nden yanaydı. Zaten Dinç Bey hep Avrupa Birliği’ne inandı. Dolayısıyla biz Tansu Çiller’in Gümrük Birliği politikalarına destek verdik. Sabah’la Doğan Grubu arasındaki ilk çatışma AB ekseninde yaşandı. 28 Şubat’tan sonra tekrar Yılmaz’la dost olundu.

Gazeteciler kendi aralarında bu konuda neler konuşurlardı?

Hükümetler kuruluyor, bakanlar atanıyor, bakanlar istifa ettiriliyor... O zaman bunlar hoşunuza gidiyor çünkü kendinize bir güç atfediyorsunuz.

Yaptığınız işin hatalı olduğunu yaparken biliyor muydunuz?

Hayır. Ben 2002’den itibaren değişmeye başladım. Farklı kesimlerle, daha demokrat, muhalif insanlarla tanıştım. Gözlerimdeki perde yavaş yavaş kalktı. Bizim demokratik kültürümüz gelişmemişti. 12 Eylül’den dolayı askere öfkeliydik, 28 Şubat’ta asker irticayı eziyor diye belki memnunduk.

Bu konularda açıkça itiraflarda bulunmaya ve medyanın günahlarını açıklamaya nasıl karar verdiniz?

Kendi içinde yaşadığın bir utancı saklayarak yok edemiyorsun. Gerçeği herkes biliyor zaten. Ne yaşadığını, ne yaptığını anlatman lazım ki, insanlar bir daha böyle şeyler yapmasınlar. Dinç Bilgin’in açıklamaları sürpriz oldu. Bence o dönemin en ağır bedellerinden birini o ödedi.

Peki, o dönemde siyasetçiler gazeteden yazar attırırlar mıydı?

Gazeteden yazar attırmak, 28 Şubat’tan sonraki dönemde siyasetçilerin çok hoşuna gidiyordu. Mesela Mesut Yılmaz ya da Güneş Taner Mehmet Barlas’ı Sabah’ta istemediler.

Aynı dönemde Mehmet Barlas’ın eşi yazar Canan Barlas da gazeteden atıldı.

O dönemde gazete patronları Ankara’da ihale yarışına dalmışlardı. Sabah elektrik dağıtımı, cep telefonu ihalelerine giriyordu. Halbuki biz bilmiyoruz, o sırada para yok, Sabah batmış. Ama Koçlarla birlikte Uzanlara karşı cep telefonu ihalesine giriyor.

Medya temizlenebilecek mi sizce?

Çok zor. Medya üzerinden güç sağlama, ilişki kurma, siyasete yakın durma işleri bitmedikçe medya temizlenemez. Bugünkü sistem hâlâ bu. Gazete kendi başına bir ürün olmaktan çıkmış, patronun diğer işlerini kolaylaştırmak için bir araç olmuş durumda. Bugün Hürriyet dışında kâr eden gazete yok. Herhalde gazeteler gazetecilik aşkından çıkarılmıyorlar. Ayrıca medyanın seviyesi gittikçe düşüyor. Çünkü medyaya yeni ve kaliteli insanlar gelmiyor. Eğer güdülerine hâkim olamazsan, bugün gazetecilik imkânların ötesinde bir hayat sağlıyor insana. Ama şu da var. Taraf’la birlikte gazetelerin artık haber saklama keyfiyeti ve lüksü sona erdi.

Medyanın arınması için neler yapılmalı?

Taraf gibi sadece gazetecilik yapan üç, dört gazete daha çıkarsa, medya arınır. Gazetecilik zengin olma mesleği değildir. Bu bilinmeli. Zengin olama hayali olan bu mesleğe hiç bulaşmamalı. Gazeteci ünlü olabilir, ama çok zengin olamaz. Türkiye’de bir dönem ölçüler kaçtı, gazetecilikle ilgili bakışlar çarpıldı, ruhlar kirlendi. Herkes Taraf’ın yaptığını yapamaz.

Niye?

Onun yaptığı çok zor bir iş. Ayrı bir kararlılık gerekiyor onu yapmak için. Ama kitle gazetesi çıkaracaksan, gazeteci olarak işsiz kalmayı hep göze alacaksın. Gazetecilik ancak böyle yapılabilir. 28 Şubat süreci gazetecilerin hem ruhunu satın aldı hem de onları çok pasifize etti. Manşetler değiştirilebiliyor, her şeye müdahale edilebiliyor. Kimse itiraz etmiyor.

Bugün de böyle değil mi?

Bütün gazetelerde böyle. Genel yayın yönetmeninin tepesinde oturan kişi gazetenin siyasi çizgisine bire bir karışıyor. İnsanlar, ‘kime hizmet ediyor?’ diye gazetelerin manşetlerinden kuşkulanmakta haklılar. Hatırlıyorum da... Biz Sabah’ta bir dönem her giden Emlak Bankası genel müdürünün ardından, yaptığı usulsüzlüklerle ilgili olarak “Yamyamlar” diye haber yapıyorduk. Yeni gelen genel müdürü memnun ediyorduk. Sonra o da gidiyordu, ona da küfrediyorduk. Meğer o sırada biz de Emlakbank’tan sürekli kredi alıyormuşuz.

Bu ülkede uzun yıllar mafya çok etkili oldu. Hele 28 Şubat sürecindeki ganimet paylaşımında mafya babaları çok güçlülerdi. Bugün ise mafya babalarının hepsi cezaevindeler. Gazetecilerin mafya babalarıyla ilişkileri nasıldı?

Mafya o dönemde gazetecileri tehdit ederdi. Bir gün Erol Evcil’in asker kaçağı olarak askerî mahkemede yargılandığına dair tek sütun bir haber yayımladık. Pazar öğleden sonraydı, gazetedeydim. Alaaddin Çakıcı aradı. Bana, “Sizin işiniz yazı yazmak. Benim işim de yazı yazıp benim kafamı bozanları vurdurmak. Türkbank işini yazmayı da bırakın. Yirmi milyon dolar alıp, oradan emekli olacağız biz” dedi. Mafya gazetecileri ve patronları doğrudan tehdit ediyordu o dönemde.

Patronları nasıl tehdit ediyordu mafya?

Bir gün Çakıcı yakalandı ve serbest bırakıldı. Sabah’ta haber, “Çakıcı yakalandı” diye çıktı. Çakıcı bir arkadaşımız aradı. “Dinç Bilgin’in torunu nerede okuyor, ailesi hangi arabalara biniyor, hafta sonları ne yapıyorlar, hepsini biliyorum. Bunun bedelini ödeteceğim” diye tehdit etti. O dönemde mafya böyle tehdit ederdi ve ondan korkulurdu. Ben çok telaşlandım ve Çakıcı’nın tehdidini Dinç Bey’e aktardım. Bana moral verdi.

Ne dedi?

“Boş ver, herkesin bir işi var. Onların işi tehdit etmek, bizim işimiz gazete çıkarmak” dedi. Siz de bilirsiniz. Bu mafya türü örgütlere yıllarca kimse dokunamadı. Çok şımarıktı bunlar. Çünkü mafyaya karşı hiçbir koruma yoktu ve mafya, Ergenekon türü yapılarla iç içeydi. Yakalandıklarında, devletten bazıları araya giriyordu ve serbest bırakılıyorlardı. Bunların kökü, AK Parti döneminde tamamen kazındı. Bence Ergenekon’un ortaya çıkmasında, mafyanın içeride olmasının etkisi de vardır.