22 Ekim 2006Mithat Sancar
Murathan Mungan "yüzleşme korkusu"nun Türkiye insanının öteden beri en önemli, en temel korkularından biri olduğunu, bu toplumda bir "sosyolojik kimliğe" dönüştüğünü söylüyor Birikim'in 210. sayısındaki (Ekim 2006) yazısında. Haklı da. Ama burada sadece bir "korku"nun değil, bir "yeteneksizliğin", bir "beceriksizliğin" de söz konusu olduğunu eklemek istiyorum, hangisinin diğerinin sebebi ya da sonucu olduğu tartışmasına hiç girmeden. Sadece geçmişimizle değil, bugünkü halimizle de yüzleşmeyi beceremiyoruz. Belki de geçmişimizle gerçek bir yüzleşmeyi beceremediğimiz için, kendimizi görme yeteneğimiz de köreliyor. Bu yeteneksizlik/beceriksizlik, isteksizlikten de daha vahim bir durumdur. "Ermeni soykırımını inkar edenlerin cezalandırılmasını öngören yasa tasarısı"nın Fransa Millet Meclisi'nde kabul edilmesi ve Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü alması üzerine ortaya konan tepkiler, bu gerçeği bir kez daha ve oldukça çarpıcı bir biçimde gözlerimizin önüne seriyor.
Bak şu konuşanlara Fransa'ya tepkilerde kullanılan formüller ve argümanlar giderek genişleyen bir yelpaze oluşturuyor. Örneğin Başbakan'a göre, Fransa bir "akıl tutulması" yaşıyor. Birçok kişi de, Fransa'yı "düşünce özgürlüğünü soykırıma uğratmak"la, "demokrasiye darbe vurmak"la, "Ortaçağ karanlığına dönmek"le itham ediyor. "Soykırımı inkar yasası"nın, düşünce özgürlüğüne aykırı olduğu, demokrasiyle bağdaşmadığı, bu yasayı savunan ve kabul edenlerin basit hesaplara dayalı seviyesiz bir "çifte standart"la hareket ettiği doğru. Öte yandan böyle bir girişime tepki gösterilmesini de anlamak mümkün. Ama tepkilerin şekline ve dayanaklarına bakınca, ortada çok ciddi bir sorun bulunduğunu görmemek de mümkün değil. Bütün ölçütler birbirine karışmış. Fransa'ya düşünce özgürlüğünü yok ettiği gerekçesiyle lanet yağdıranlar, sanki düşünce özgürlüğü kendi zihin dünyalarının en sağlam referansıymış gibi bir doğallıkla konuşuyorlar. Yazılıp çizilenlere, atılan nutuklara bakılırsa, sanki yasal yasaklarla, yargılama ve cezalandırma tehdidiyle fikirlerin karşısına çıkmanın kabul edilemez bir şey olduğu, herkesin düşüncesini bu tür baskı ve tehditler olmadan özgürce dile getirebilmesi gerektiği konusunda Türkiye'de tam bir toplumsal ve siyasal mutabakat ve çok özgürlükçü bir hukuk sistemi varmış gibi bir tablo çıkıyor. Örneğin Başbakan bile "Düşünce özgürlüğü Fransa'da yasak. Burada istediğimiz gibi konuşuruz" diyebiliyor. Keşke öyle olsaydı! Ama maalesef gerçek çok farklı. Herkesin bildiği bir şeyi, istatiksel dökümlerle açıklamaya gerek yok. Öncesini bir kenara bırakalım, sadece 12 Eylül'den bu yana binlerce kişinin düşüncelerinden dolayı mahkeme önüne çıkarıldığı, yüzlerce kişinin ceza aldığı ve onlarca davanın hâlâ sürmekte olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik düşünce üzerindeki baskılar yalnızca hukuk normlarından, bu normları keyfince yorumlayan iddia makamlarından ve hüküm mercilerinden kaynaklanmıyor; siyasal lanetleme ve toplumsal kuşatma mekanizmaları linç tehditleri de bu amaçla devreye sokuluyor. "Linç" demişken, bunun en tipik Ortaçağ kurumlarından biri olduğunu hatırlatalım. Fransa'yı "Ortaçağ karanlığı"nı canlandırmakla itham edenlerin, Ortaçağı karanlık yapan zihniyet ve uygulamalara karşı olduklarını varsayarız doğal olarak. Karanlığı şiddetle mahkum eden bu kadar güçlü bir toplumsal bilincin bulunduğu bir ülkenin de "aydınlıklar çağı"nı temsil ettiğinden de şüphe duymamamız gerekiyor normal olarak. Keşke böyle olsaydı! Ama gerçek bu noktada da çok farklı. Orhan Pamuk'un o ünlü söyleşisinin Türkiye kamuoyuna yansımasından sonra, kitaplarını yakmak için insanların bir kaymakamın önderliğinde kitleler halinde ava çıkması, bunun resmi düzeyde neredeyse tepkisizlikle, toplumsal düzlemde de kayıtsızlıkla karşılanması, maalesef bu ülkede yaşandı. Sırf düşüncelerini dışavurmak amacıyla bildiri dağıtan, resmi bir törende pankart açan veya slogan atan insanların linç girişimlerine maruz kalmaları; bu girişimlerin belediye başkanları, valiler, emniyet müdürleri ve hatta bakanlar tarafından milli hassasiyetlerden mütevellit meşru masum tepkiler olarak nitelenmesi ve dahi "güzel" bulunması da, yine maalesef bu ülkede yaşandı.
Cemaat bağımlılığı Fransa'ya tepki olarak, Türkiye'de kaçak çalıştığını iddia ettikleri 70 bin Ermenistan vatandaşının derhal derdest edilip sürülmesini önerenler bile var ve daha acısı, bu öneriye ciddi bir tepki gelmiyor. Bu öneri de bir başka Ortaçağ kurumunu, "kolektif cezalandırma" ilkesini, yani kabileden birinin işlediği bir suçun veya günahın kefaretini, kabilenin bütün üyelerine ödetmeyi öngören anlayışı hatırlatıyor. Ya da Orhan Pamuk'un ödülü iade etmemesi halinde, vatandaşlıktan çıkarılmasını talep edebiliyor kimileri, kendi hukukumuzun buna imkan verip vermediğini bir an için düşünme/sorgulama ihtiyacı duymadan ve yine herhangi bir ciddi tepki görmeden. Bir tür "aforoz" talebi, yani bir başka Ortaçağ kurumu örneği. Aslında Orhan Pamuk çoktan "Türklük"ten, "Türk kültürü"nden çıkarıldı bile. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, etnik olarak Türk ve Türkçe yazan bir yazarın, dünyanın en önemli edebiyat ödülünü almasına sevinememelerinin nedenini, onu "bizden biri gibi göremememiz" olarak açıklıyor birçok kişi. Neden? Resmi tezle uyuşmayan görüşlerinden dolayı. Burada da bir başka Ortaçağ geleneğiyle, "cemaate kayıtsız şartsız bağlılık" emriyle karşı karşıyayız. Bizden farklı düşündüğü için, bizden değil. Bir "sapkın" o. Ortaçağın cemaat hayatında "sapkınlar"ın hem dinden çıkarıldığını hem de cemaatten kovulduğunu biliyoruz. Bunların üstüne, Adıyaman'ın Kahta ilçesinde yapılacak 'Dünya Medeniyetler Güzellik Kraliçesi' yarışmasına Fransa'nın alınmayacağı açıklaması geldi. Yarışmanın Türkiye temsilcisi ve organizatörü, "Fransa'yı medeniyetler içerisinde görmüyor ve Fransa güzelini istemiyoruz" dediler. Şiddetin toplumsal ilişkilerde alabildiğine yoğunlaşması, hukuk ihlallerinin her düzeyde normalleşmesi ve linç kültürünün yaygınlaşması gibi olguların medeniyet yokluğuna ya da kaybına delalet ettiği ve bunların bu ülkenin gerçekleri olduğu belli ki hiç akıllarına gelmedi. Gerçekten de ortada bir "akıl tutulması" var; daha doğrusu "bir" değil, "iki". Bizim kusurlarımız ve eksiklerimiz, başkalarının yanlışlarına ve haksızlıklarına sessiz kalmamızı gerektirmez elbette, ne de, başkalarının yanlışını yanlış olmaktan çıkarır. Ama aynı şekilde başkalarının bize karşı işlediği suç, ayıp ya da günah; bizim bütün günahlarımızı silmez, ayıplarımızı temizlemez, suçlarımızı aklamaz. Başkalarının ayıplarını, günahlarını, suçlarını yüzlerine vurmak da, bizimkileri ortadan kaldırmaz. Böyle bir tutum, suç ve günahları birbirine "mahsup etme" arayışını yansıtır. Oysa yapmamız gereken, başkalarıyla "mahsup işlemi"ne girişmek değil, kendimizle "hesaplaşmak"tır. Kabul etmediğiniz, inanmadığınız ve uygun davranmadığınız standartları başkalarından talep edebilirsiniz ama kendiniz gibi düşünenler dışında hiç kimseyi inandıramazsınız. Bu tutumun etik meşruiyetten bütünüyle yoksun olduğunu görmek zorundasınız. "Kendimizle yüzleşmek" için ihtiyaç duyduğumuz şeyi tam da burada aramalıyız belki: Kendi gerçeğimizi ve başkalarının acısını görmeyi sağlayacak bir bakma etiği. Kırık dökük olsa da, bu son olaylar vesilesiyle Fransız aynasını bunun için kullanabiliriz. Bir Alman atasözü buna, "sefaletten erdem yaratmak" diyor.