Znet / The Guardian12 Ağustos 2003
Bir düş dünyasında yaşıyoruz. Bilincimiz, beynimizin küçük ve akılcı bir parçası, varoluşumuzun materyal gerçekler tarafından yönetildiğini ve bu gerçekler değiştikçe, hayatımızın da değişeceğini kabul ediyor. Fakat bu farkındalığın altında, yaşadığımız anla meşgul, şu anda yaşananları genelleştirip geleceğe taşıyan, gelecekteki hayatımızı şu anda yaşananların tekrarından ibaret gibi algılayan derin bir yarı-bilinç var. Bizim temel gerçeğimiz işte bu, aklımızın dünyası değil. Avustralya'nın yerli halkıyla aramızdaki fark da burada. Onlar gerçeğin farkında, biz değiliz.
Hayalciliğimiz, yeryüzünde insanların yaşayabilmesi için gerekli ortamı ortadan kaldıracak. Bunu yapmaya başladı bile. Eğer mantığımızla hareket ediyor olsaydık bugün barikatlarda olurduk. Range Rover ve Nissan Patrol sürücülerini araçlarından dışarı sürükler, kömür yakan termik santralleri işgal edip kapatır, Blair'in gerçeklerden kaçmak için gittiği Barbados'taki inzivasına dalıp, ekonomik hayatta değişiklik talep ederdik; vaktiyle Hitler'le savaşa gittiğimizde katlandığımız kadar büyük bir değişiklik… Oysa sıcak hakkında ağlaşıp İzlanda'da tatil kitapçıklarını karıştırıyoruz. Geleceğimiz belirlenip önümüze kondu, ama yeryüzünü onunla algıladığımız 'yarı-bilinç' gözümüz bunu görmeyecek.
Avrupa'da bu hafta yaşanan olağanüstü sıcakların, küresel ısınmanın bir sonucu olduğunu tabii ki söyleyemeyiz. Söyleyebileceğimiz şey, yaşananların iklimbilimcilerin tahminleriyle çakıştığı... Meteoroloji bürosunun pazar günkü raporunda söylediği gibi: "Bütün tahmin modellerimiz, bu tür olaylarla daha sık karşılaşılacağına işaret ediyordu." İklim değişikliği yüzünden 2003'ün kayıtlara geçen en sıcak yıl olacağını, meteoroloji Aralık ayında tahmin etmişti. İki hafta önce Meteoroloji araştırma merkezi her kıtada görülen sıcaklık artışının, güneşteki lekeler ve volkanik hareketler gibi doğal nedenlerden değil, insan faaliyetlerinin iklim üzerinde yarattığı değişikliğe ilişkin tahminlere uygun bir şekilde gerçekleştiğini söylemişti. Geçen ay Dünya Meteoroloji Örgütü (DMÖ), "son bin yıl içindeki yüzyıllar arasında en büyük sıcaklık artışının, büyük bir olasılıkla yirminci yüzyılda " gerçekleştiğini ve "1976'dan bügüne gelen trendin, son binyıl trendinin kabaca üç katı" olduğunu söylemiştii. DMÖ'ye göre iklim değişikliği sadece Avrupa ve Hindistan'daki rekor düzeydeki sıcakları değil, aynı zamanda ABD'de görülen kasırgaların sıklığındaki artışı ve Sri Lanka'da son zamanlarda görülen sellerin artan şiddetini de açıklıyor.
Yeryüzünün üretkenliği harap olacak
Isınmanın gerçekleşmekte olduğunu inkâr eden veya ısınmanın doğal nedenlerle açıklanabileceğini de savunanlar var tabii. Bunların çok azı iklimbilimci. Fosil endüstrisinden parasal destek almadan bunu savunan iklimbilimcilerin sayısı ise daha da az. Bunların profesyoneller arasındaki inandırıcılıkları, sigarayla kanser arasında ilişki olmadığını savunanların inandırıcılığından birazcık daha yüksek. Ama medyada onlara verilen önem, sadece otomobil sanayicilerinin taleplerini yansıtmıyor. Biz onlara inanmak istiyoruz. Çünkü mantığımızla, kurduğumuz düşleri uzlaştırmak istiyoruz.
Son yüzyılda küresel ısınma, iklim değişikliklerinden kaynaklandığı sanılan olağandışı olaylar yüzünden 0.6 derece arttı. İklimbilimciler 21. yüzyılda sıcaklıkların 1.4 ila 5.8 derece arasında artacağı konusunda fikir birliği içindeler; bir başka deyişle şimdiye kadar katlandığımız artışların on katı. Bazı iklimbilimciler, artık azalmaya başlayan endüstriyel kirliliğin küresel ısınmayı geciktirdiğini dikkate alarak, 21. yüzyılda 7-10 derece arasında ısınma bekliyorlar. Burada Sevilla'da geçirilecek tatillerin akıbeti üzerinde kafa yormuyoruz. İnsanlığın büyük bir çoğunluğunun yeryüzünde var olabilmesini mümkün kılan ortamın akıbeti üzerinde düşünüyoruz.
Bu boyuttaki bir iklim değişikliğiyle yeryüzünün üretkenliği harap olacaktır. Avustralya'da yapılan son araştırmalara göre nehirlere ulaşan yağmur sularındaki azalma, kurak bölgelerde yağan yağmurdaki azalmadan dört kat daha hızlı olacaktır. Buzulların yokolması ile birlikte bu durum, sulu tarımın sonu anlamına geliyor. Kışın yaşanan seller ve topraktaki nemin buharlaşması, yağmura dayalı tarımda da benzer sonuçlar doğuracaktır. Dünyanın daha sıcak yerlerinde, insanlar da ürünler gibi düpedüz kuruyacaklar: Bu yaz Hindistan'da sıcak çarpmasından kaynaklanan 1.500 ölüm, tahliye edilmesi gereken insan sayısı ve şu anda yaşanacak nitelikte olan ama ileride boşaltılması gerekecek alanların büyüklüğü hakkında fikir verebilir. Hayatımızı bu şekilde sürdürmemiz mümkün değil; hayalci benliğimizi, hayatın sonu anlamına gelen bu durumla bir şekilde yüzleştirmeliyiz.
Paradoksal olarak bu krizle birlikte yaklaşan bir başka kriz var. Dünya petrol talebi, önümüzdeki 10 veya 20 yıl içinde dünya petrol arzını geçecek. Bazı jeologlar bunun şimdiden başlamış olabileceğini öne sürmekteler. Yaklaşan bu iki krizi birlikte ele alıp, ikinci krizin birinciyi çözeceğini söylemenin çekiciliğine kapılabilirsiniz. Ama bu bir hüsnükuruntu. Toprağın altında bütün gezegeni pişirmeye yetecek kadar petrol var. Yükselen petrol fiyatları, toprağın altındaki petrolün çıkarılmasını teşvik edecektir. İş çevreleri enerji elde etmek için katran, petrol şisti , "yeraltı kömürlerinin gaz haline getirilmesi" (kömür damarlarını yakmak) gibi çevreyi daha da kirletici yöntemlere başvuracaklardır. Fakat ilk ağızda çıkarılan petrol en ucuz ve en verimli yakıt olduğundan, daha sonra üretim zorlaşıp kalite düştüğünden, enerji maliyetleri patlayacaktır. Bu da klimalara, sulamaya ve seracılığa para harcayarak sorunlardan kaçma imkânını ortadan kaldıracaktır.
Yine de teknolojiye iman ediyoruz biz. Bilimin çoğumuza tanrı kadar otoriter, ama bir zamanlar tanrının olduğu kadar da esrarlı geldiği bir çağda, bilimin ortaya koyduklarına, ortaçağdaki insanların takdir-i ilahiye baktığı gibi bakıyoruz. "Onlar" her iki krizi de çözecek gerekli araçları üretip kuracaklardır- rüzgar tirbünlerini, güneş panellerini veya sel barajlarını. Bizim yaşam biçimimizi değiştirmemize gerek kalmaksızın.
Ama bu teknolojilerin yaygın kullanımı, fiyatlar iyice artıp kârlar garanti altına alınmadan gerçekleşmeyecektir. O zaman da çok geç olacaktır. Bu teknolojiler kullanılsa bile bütün toprak ve denizi jeneratörlerle kapatmadıkça, bugünkü tüketim düzeyini sürdüremeyiz. Bir başka deyişle eğer politikayı piyasa güçlerinin eline bırakırsak işimiz bitiktir. Ancak ekonomik hayatlarımızın kontrolunu kendimiz ele alıp, enerji tüketimimizi mevcut düzeyin %10 veya %20 altına indirebilirsek, akılcı benliklerimizin algıladığı felaketi önleyebiliriz. Bu çok ağır düzenlemeler, karne ile satış ve yasak anlamına gelir. Yani düş kuruculuğumuzdan güç alan mevcut politikaların yasakladığı tedbirler.
Krizi uyuyarak geçireceğiz. Uyanmak demek, bilincimizin düzenini bozmak, derindeki akılsızlığımızı tahttan indirmek, ve yerine akılcılığı ve öngörüyü koymak demek. Bunu yapabilecek yeteneğimiz var mı, yoksa soyumuzun tükenişine doğru ilerleyen uyurgezerler miyiz?
Çeviren: İnci Ötügen