Eşitsiz denklemler çağı

-
Aa
+
a
a
a

6 Ağustos 2006Hasan Bülent Kahraman

İçinden geçmekte olduğumuz her dönemi öncekilerle karşılaştırmak ve bugünü dünden daha karmaşık, güç anlaşılır, zor bir zaman parçası diye nitelendirmek genelgeçer bir alışkanlıktır. Lineer bir gelişme mantığından hareket eden insan için, bu durumu açıklayacak somut kanıtlar bulmak bir iş değil: Zaman daima ilerleme demektir ve doğal olarak bugün dünden daha fazlasına sahiptir. Bu genellikle kabul edilmiş, dolayısıyla da bütün genellemeler gibi içinde epey yanlış barındıran, 'gerçek' tarihin dönemeç noktalarında özgül bir anlam kazanabilir. Zamanın devrimci hamlelerle yırtıldığı ve yerleşik değerlerle bütünleşmiş zihinlerin, daha fazlasını taşıyamayarak dizleri üstüne çöktüğü bütün oluşumlar gücünü tam da bu olgudan alır: İçinde yaşanılan örüntü artık bir labirenttir ve onu ancak verili olanın sınırlarını aşan bir bilinç kavrayabilir. Söz konusu sarmaldan ancak, kendisini ve çağının koşullanmışlığını aşanlar, bir yol bularak çıkacaktır. 1980'ler düşünüldüğünde, örneğin, öncekilerden çok farklı, yepyeni, kavranması güç bir çağda yaşadığımızı söylemek adeta bir alışkanlığı yerine getirmekti. Yalan da değildi. Postmodern zamanların açılımları, her şey bir yana, zaman ve mekân ilişkilerini koparmış, insanı noktasal ölçekte dahi boşluğa itmişti. Siyasal planda yaşananlar ise buna bağlı yeni oluşumlara kapı aralıyordu. Ulus-devletin kabullerini tartışmaya açtığı andan itibaren insan/lık kendisine yepyeni sınırlamalar koyuyordu, çünkü bir sınırsızlandırma çabası içindeydi. Bunda şaşacak bir şey yoktu, çünkü bütün sınırsızlaşmalar bir sınır yaratma sürecidir. Bu yeni sınır etik dediğimiz ve özünde 'yapma', 'etme' gibi olumsuzlamaya dayanan kayıtların ulus ve devlet düzenlemelerinin üstünde bir güç kazanması ve yeni çizgiler çizmesi sonucunda oluşuyordu. 1990'lar bu anlayışı sürdürdü. Siyasal doğruluğun başlı başına bir siyaset ilkesi olduğu düşünüldü bu dönemde ve salt ona dayalı bir siyasal süreç yaratmanın olanakları üstünde duruldu. Kimlik kavramının kurucu ve belirleyici güç kazanması bu gerçeğin anlaşılmasıyla birlikteydi. Öteki, ancak 'bu' dünyanın içinde Nietzsche'nin şeametini aşacak bir anlama bürünebilirdi. Gerçi bütün 80'ler ve 90'lar boyunca dünyanın döktüğü kan ve gözyaşı azalmamış tersine artmıştı. Bosna'da, Ortadoğu'da ve daha nice yerlerde kırımlar ve kıyımlar ardı arkası kesilmeksizin gelişmişti ama gene de mikro düzeylerde etiğin belirleyici olduğu, siyasal doğruluğun egemenleştiği bir düzenin hiç değilse özlemi dile getiriliyordu. Evet, 'yeni zamanlar' eskilerden daha karmaşıktı, daha güç anlaşılıyordu anlaşılmasına fakat, her şeye rağmen anladığımız bir 'şey' vardı ortada. Bu, belki o 'şey'in adının 'insanlık' olmasından kaynaklanıyordu. Sonra ne olduysa oldu ve 2000'li yıllar başladı ve her şey altüst oldu.

Tarihin sonu Yeni bir yüz ve bin yılın ilk altı yılında yaşananlar gerçekten de tarihin sonunu işaret ediyor, hem de tam anlamıyla Fukuyama'nın vurguladığı biçimde. Fukuyama arkasına 80'lerin birikimini alıp onu 90'lar ve daha sonrası için yeniden biçimlendirirken tarihin, ideolojilerin, farklı tasavvur ve umutların, yeni bir dünya kurma inancının bittiğini ilan ediyordu. Onun tarihten anladığı bir tek şey vardı: 'Şimdi ve burada olmak' ve onun gereğini onun gerçeğinden bir parmak şaşmaksızın yerine getirmek. Fukuyama, evet, bir tarihin sonunu ilan ediyordu. Ama şimdi bu tanımı biraz daha ayrıntılı olarak ele alabiliriz ve Fukuyama'nın sona erdiğini söylediği tarih gerçekten sona ermiş midir ve ermişse eğer o tarih hangi tarihtir, kimin tarihidir sorularını daha ayrıntılı olarak ele alabiliriz. Üstelik Fukuyama'nın bir zamanlar parçası olduğu yeni muhafazakârlardan ayrıldığı dönemde bu arayış daha da anlam kazanıyor. Fukyama'nın bitti dediği, genel, kuşatıcı, kapsayıcı, geçmiş bilincinin ve birikiminin altüst edilebildiği bir tarih değildi. O talebe herkes sahip çıkmak isterdi. Oysa Fukuyama çok özgül bir tarihle meşguldü ve onun bitmesini arzuluyor, dahası kurguluyordu: Bu, mağdur ve madunların tarihiydi. 'Bitti' derken onların tarihinin, dolayısıyla bizatihi onların evrensel varoluşlarının sonunu işaret ediyordu. Buna mukabil elbette egemenlerin tarihi yeni/den başlıyordu. Fukuyama bu işin adını açık açık koyan ilk adamdı, ama ondan önce de birileri egemenlerle mağdurların tarihi arasındaki farkı çırılçıplak yazmıştı. Walter Benjamin, 'Tarih Kavramı Üzerine' isimli denemesinde şunları söylüyordu: "Hükmedenlerin hepsi de kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır. O halde galiple duygudaşlık daima hükmedenlerin işine yarar... Bu ana kadar hep galip gelenler bugün hükmedenlerin altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar. Her zamanki gibi ganimetler de alayla birlikte taşınır. Kültürel zenginlik denir bunlara.... bu kültürel zenginlikler hiç istisnasız dehşet duygusuna kapılamadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir. Varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil aynı zamanda, o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere de borçludurlar." Bu meyanda tarihin 'sonu' denilen şeyin aslında belli bir tarihin 'sürekliliği' olduğunu anlıyoruz. İşte 2000'li yılların krizi bu gerçeğin daha fazla hasıraltı edilemeyeceğinin anlaşılmasıdır. Yani, dünyanın belli bir tarihi, bir kez daha bu yıllarda kan ve gözyaşıyla yazılmaya başlandı. Şimdi bu gerçek ağzında emziğiyle ölen çocuk, olanları kınayamayan BM, ateşkes çağrısı yapmamakta direnen ABD ile bir kez daha ayrımsanıyor. Bu iş neden ve nasıl böyle oldu sorusunu ele alalım şimdi.

Eşitsiz denklemler çağı Bütün bunlara bakarak 2000'li yılları 'eşitsiz denklemler' çağı olarak nitelendirmek mümkün. Eşitsizlik kavramı İsrail'in Filistin ve Beyrut'a yaptıklarını tanımlamak için kullanıldı. Ama şöyle bir düşünülünce, bu olgunun sadece bir ülke ve bir savaşla sınırlı olmadığı anlaşılır. Yukarıda da değindiğim üzere bugünün asli meselesi İsrail değildir. Elbette yerden göğe kadar odur. Ama benim iddiam onu o noktada tutan bütün güçlerin bileşkesi olmasıdır bugünün sorunu ve tam da o düzeyde karşımıza kayıtsız şartsız küreselleşme, kayıtsız şartsız liberal siyaset, kayıtsız şartsız piyasa ekonomisi diyen söylem gelir. Madem ki, ideolojiler, yani eleştirel, muhalif söylem sona ermiştir, erdirilmiştir o halde önümüzde monist (tekçi) bir yaklaşımın sahibi olan güç olanca haşmetiyle duruyor. Bu, ABD'dir. Bugün dünya onun buyruğuna göre biçimlendirilmenin sancısını çekiyor. Buna bağlı olarak üç kritik noktadan söz edilebilir. 1. Eşitsiz denklem meselesi, dünyanın her sorunu asimetrik bir perspektifle algılaması gibi çarpık bir sonuç doğuruyor. Çünkü, hegemonyanın kendinden başka her şeyi dışlayıcı pozisyonuna karşı söylem sadece bir başka radikalizmden, İslami terörden türüyor. Eşitsiz denklemin asıl kırılma noktasını doğuran budur ve böyle bir çatışmanın getireceği en önemli sonuç hiç kuşkusuz büyük bir 'kapanma krizi' olacaktı. Bunun Türkçe'deki adı sağırlar diyaloğudur. Ben ona da 'imkansız diyalog' demeyi tercih ediyorum. İki seçeneğin de dışlanması gereken dolayısıyla bir diyalog arayışının daha başlangıçta yok sayılmasını zorunlu kılan bir pozisyon. 2. BM 'rezaleti' bunlara bağlı bir sonuçtur sadece ve 'kapanma krizi' dediğim krizden türüyor. Ne Roma toplantısı ne BM'nin kendisi mevcut 'kapanma krizini' aşmaya yetmedi. Aksine onu besledi, mayaladı ve koyulttu. Oysa biraz geriye bakmasını bilenler için Irak savaşının başlangıcında atılan çığlıklar orada duruyor. Dünya o zaman son bir inanışla Amerika'nın vahşi hamlelerine karşın BM'den gelecek olan sesi beklemişti. BM'nin o günkü işlevi ve Fransa'yla Almanya'nın o yöndeki zorlamaları transnasyonal kurumların son kale, liman veya dayanak olduğunu ortaya koyuyordu. Oysa bugün onun da bir hayal olduğu ortaya çıktı. Kendi iç dağınıklıkları bir yana BM artık egemen devletin dümen suyunda hareket eden bir eşitsiz denklem odağıdır. 3. Son unsur ise Uygarlıklar Savaşı kavramı. 'ABD Bu 11 Eylülü Çok Sevdi' başlıklı kitabımda epeyce tartıştığım bu olgu, gene aynı gerçeğin bir başka cephesi. Dünyanın eşitsizleştirilmesinin bir uzantısı bu değerlendirme. İyi, olumlu ve üstün bir dünyanın karşısında yer alan yokumsanması, unutulması gereken ikinci bir dünyanın bulunduğunu 'a priori' kabul eden bir algılama, o dünyanın kurucu unsuru kabul edilen ve terörle özdeşleştirilen İslam'ın ortadan kaldırılmasını doğallıkla isteyecekti.

Aklın deliliği, deliliğin aklı Bütün bunlar alt alta, yan yana gelince ortaya gerçekten ürkütücü bir görüntü çıkıyor. Tanıdık dünya asıl bugün bitti. Çünkü, artık insanlığın elinde hiçbir dayanak yok. İnsanlık onurunun yeryüzünden hiçbir iz bırakmamacasına silindiğini söylemiyoruz. Ama reel politik denilen ve bazıları tarafından çok makbul bulunan bir çerçeve içinde şimdilik bir çıkış görünmüyor. Tekrar edelim, bunun nedeni eşitsiz denklemlerin ağırlığı. Avrupa ses çıkarmıyor yaşananlara, çünkü çarpışmanın radikal terör İslam'ına dönük olduğuna inandırılmış durumda. Ama o arada Büyük Ortadoğu Projesi, Yeni Ortadoğu Projesi'ne tebeddül etmişse ona da ses çıkarmamak sonu Uygarlıklar Savaşı'na dayanan bir anlayışın nelere kadir olduğunu göstermekten önce nelerin arandığını, özlendiğini göstermesi nedeniyle önemlidir. Bu başlı başına bir sorundur. Dünyanın çivisinin çıkması tarihte ilk kez bu derecede cüretkâr olunmasıyla ilgilidir. Bundan sonra geriye ne kalıyor, acaba yıldırıcı bir umutsuzluk karanlığı mı, yoksa onu hiçe sayacak bir deli cesareti mi? Önce şunu belirtelim; Benjamin andığımız denemesinde Fransız İhtilali'yle birlikte insanların aynı anda ama birbirinden habersiz biçimde, sayısız kentte ve yerde saat kulelerine ateş ettiğini belirtiyor. İhtilalin saatini haber vermek için belki de işleyen saati durdurmak zorunluluğu var. İnsanlık, tarihinin en büyük krizi olan toplama kamplarından bu yana en büyük inkarını yaşıyor bugün. Çünkü, bu dünya insanlık adına ne varsa onu hiçe sayıyor. Aklın sonuna geldik demektir. Bu iyi bir şey. Böylelikle lineer düşüncenin sınırları dışına çıkıyoruz. Ortada onun tarafından gerçekleştirilmiş 'akıllı deliliğe' uzaktan bakabilir ve onun saçmalığını bütün varlığımızla algılayabiliriz. Kartezyen aklın en büyük iddiası buydu: Sınır koymak. Oysa sınırları bizzat sınır koyanlar yıktı. O zaman deliliğin çağı başlıyor demektir. Ama bu defa aklı yerine yerleştiren bir delilik olmalı bu. Ya da 'deliliğin akıllığı' olmalı! Onun da bir tek yolu var: Yeni bir dünya iddiası. Bugünkü dünya anlaşılabilir olmaktan çıktıysa ve bu dünya insan zihninin sonunu işaret ettiyse yeni tassavvurun kaynağını insanın soyut erdemlerinde, örneğin, aşkınsal bir ahlak arayışında, arayamayız. Oyunu baştan yitirmek demektir o. Öylesi bir tavrın içe dönük, edilgin ve eylem dışılığını öne alan ataleti ancak etkin politik çıkış ve ona yüklenmiş bir momentumla sağlanabilir. İnsanlığın, Le Rochefoucauld'nun kötümserliğini haklı çıkaran bir travmasına şahit olmamız gerekmezdi gerçi, yanlışı (evet, doğruyu değil yanlışı) bulmak için ama eğer gerçek buysa cevap, insanlığın kurtuluşunu Mesiyanik vurgularda değil şimdi ve burada olmanın bilinci ve kararlılığında aramalıdır. Bugünü yaratanları kendi silahlarıyla vurarak yani, kitlesel ve eylemsel politikanın kılıcını kınından çekerek! Evet, her zamanki gibi belki imkansız ama hiç değilse gerçekçi...

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6115