Ertuğrul Özkök'e açık mektup

-
Aa
+
a
a
a

2 Şubat 2007Ferhat Taylan

Aslında bu yazıyı hiç yazmayacak, sizinle hiç ilgilenmeyecektik. Sizi zararsız, kendine özgü, holding patronu bir başyazar olarak görüp ciddiye almayacak, okumayacak, kendi halinize bırakacaktık. Hangi şarabı içtiğiniz, hangi mankeni beğendiğiniz gibi önemli konular üzerine yazdığınızda bile, sizden ve temsil ettiğiniz her şeyden uzak duracaktık.

Bunun ne kadar saf bir istek olduğunu görmemiz için yazık ki bir cenaze gerekti. Yıllardır merkez bayiliğini yaptığınız, toplumun her katmanına, bedava tencereler, arabalar vererek, çıplak kadın resimleri yayınlayarak pazarladığınız, ırkçılığının farkında bile olamayan o sözde pozitif milliyetçilik, sonunda gelip Hrant Dink'in canını aldı. Ya sonra ne oldu?

Bu olayın 17 yaşındaki o katilin çok ötesinde olduğunu elbette bildiğinizden, cinayetin sorumluluğunu aramak için etrafa baktınız. İş hayatının size unutturduğu sosyoloji bilimine bir dönüş yaparak, "Ülkemizde insanları böyle pespaye katiller haline getiren sosyal ve siyasi iklimi kim, kimler yaratıyor ona bakalım" iyi niyetiyle, varoşlarda okey oynayan psikopat gençleri, onlara akıl veren kabadayıları suçlamaya başladınız.

Kendinize soramayacağınız şu soruları soramaz mıyız size: Varoşlardaki o gençlerin okey oynadıkları masaların üzerinde duran gazeteyi yöneten kim? O kahvelerde açık duran televizyonların çoğunu yöneten, nefretten para kazanan ve kazandıran kim? Milliyetçiliği her insanda doğuştan varolan, "ermeni" ve "kurt" sözcükleri duyulduğunda harekete geçen bir tür kimyasal tepki olarak sunan kim? "Kanlarına dokunduğu" için adam öldüren insanların damarlarına muhtaç oldukları nefreti aşılayan kim? Bir bebekten katil yaratan karanlığın medyadaki patronu kim?

BAŞYAZARIN GÜNLÜĞÜNDENYasınız bir hafta sürmedi. 23 ocak salı günü "nefreti yenmek için kaybedecek bir saniyemiz bile yokken", 25 ocakta Hürriyet'in çok okunması dolayısıyla kıvanç duyarak, popülizmin güzellikleri hakkında nutuklar attınız. Hayran kaldık. 26 ocakta ise Davos'ta Claudia Schif-fer'le bir gece geçirerek, "Şeffaf kadın güzelliğinin ne olduğunu bir kere daha yakından hissetmeye" nail oldunuz. Varoşlarda okey oynayan psikopat gençler ve biz, diğer marjinaller, sizi çok kıskandık. Hem kabadayı, hem de ünlü ve iktidar sahibi abimizi, varoşlarda, siyasi partilerde aramayı bıraktık. O abinin sizden başkası olmadığını biliyoruz artık.

27 ocakta Cengiz Çandar'a eli silahlı günlerini hatırlatarak, hiç kimsenin o kadar masum olmadığını, okey oynayan çocuklara yardım elinizi uzattığınız bugünlere kolay gelmediğinizi, "kardeşim sen kaç şehit cenazesine gittin?" meselesini de araya katarak gözler önüne serdiniz.

Göğsünüzü gere gere Türklüğünüzle, milliyetçiliğinizle gurur duydunuz. Gurur, iktidar ve cüzdan arasındaki o eşsiz aynadan yansıyan narsislik gölgenizin, "ne mutlu Türk'üm diyene" deyişini Claudia'ya da öğretmiş olacağını düşünüp kendimizi avuttuk.

Hrant Dink'in cenazesi kalktıktan beş gün sonra, 28 ocakta, "bir şişe muhteşem Sciassia" açtınız. Zevkler hızla demokratikleştiğine göre, her şey yolundaydı: "İçinizdeki ben, narsisizmin dayanılmaz davetine icabet edip kendini çırılçıplak aynada seyrediyordu. Ve halinden çok memnundu."

Sizin ne olduğunuz sorusu, yalnızca Türk antropolojisini değil, dünya antropologlarını yıllarca meşgul edecektir. Ne var ki bu soru ve yönetiminiz altındaki gazetenin genel tutumu yalnızca onları değil, Türkiye'deki bütün vicdan sahiplerini de ilgilendiriyor artık. Kürtlere, Ermenilere ve daha birçoklarına karşı yıllardır "Sabrımızı taşırmayın!" manşetleri atan gazetenizdeki "Türkiye Türklerindir" ibaresi, "Türkiye bütün Türk vatandaşlarına aittir" anlamına değil, bu ülkenin, başka kimliklere karşı nefret kusmakta birleşen "ya sev ya terket"çilere ait olduğu anlamına gelebilir ancak.

Ama hakkınızı yemeyelim. Birkaç ay öncesine geri gidip, Irak'ın işgaline verdiğiniz desteği, Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy'yi "şımarık mağreplilere ayaktakımı diyebilme cesaretini gösterdiği için" kutladığınızı hatırlayarak, sizdeki sendromun esasen Türk milliyetçiliği ile değil, ezilenlere karşı sistemli bir biçimde iktidarı elinde bulunduranların yanında olmakla ilgili olduğunu görebiliyoruz.

BİR DÜŞÜNCE EGZERSİZİ!"Kenan Evren bir lokantada kimseden korkmadan yemek yiyebildiğine göre, bu halk 12 Eylül darbesini desteklemektedir" gibi mantık derslerinde okutulan bir tümevarımın mucidi olarak, bizim gibi ayaktakımının, bir avuç psikopat ve marjinalin isteğini kırmaz, büyüğümüz olarak bize yol gösterirsiniz diye, sizi o çok sevdiğiniz "düşünce egzersizlerinden" birini yapmaya davet ediyoruz.

Haydi, bugün, bütün önyargılarınızı bir kenara bırakın ve kendinize şu üç soruyu sorun:

1. "Türkiye'nin en büyük ve en etkili gazetesinin genel yayın yönetmeniyim" ve "Ülkemizde insanları böyle pespaye katiller haline getiren sosyal ve siyasi iklimi kim, kimler yaratıyor ona bakalım" cümleleriniz arasında bir ilişki görebiliyor musunuz?

2. Sözlükte "sorumluluk" kelimesinin anlamını aradığınız zaman karşınıza çıkan tanımla, bu yukarıdaki ilişki arasında bir bağlantı var mı?

3. "Sorumlu olmak" ile "istifa etmek" eylemi arasında bir ilişki var mı?

Doğru sonuca varmak için, şoförlü araba, Doğan Holding hisseleri, Claudia Schiffer'le gece geçirebilme, Sciassia şarabı gibi dikkatinizi dağıtabilecek imgelerden kaçının.

Cenazeden hemen sonra, böyle bir egzersizi yapmış olduğunuzu sanmıştık:

"Dün buralardan taşınmaya karar verdim.

Başka bir muhite, bir başka denize.

Artık kimsenin beni öldüremeyeceği, kimseyi öldüremeyeceğim bir yere.

İçimdeki son beni de öldürüp gömeceğim huzur vahasına.

Biliyorum, öyle bir yer var ve bir gün mutlaka gideceğim..."

Gerçekten, narsistik egonuzu da bavulunuza koyarak, artık kimseyi öldüremeyeceği-niz bir yere gidip, kâh Claudia Schiffer'le kol kola, kâh Thomas Mann'ın şezlongunun üzerinde, belki de Picasso kadar iyi resimler yaparak, huzur içinde yaşamınıza devam etmeniz en büyük arzumuz. Tony Blair ile konuşacak bolca ortak mevzunuz da eksik olmayacaktır.

Medyanın tamamına hükmeden bir yerli Berlusconi değil, herhangi bir köşe yazarı olsaydınız, "benim gitmemi istemekle ifade özgürlüğümü kısıtlamak istiyorsunuz!" diye haykıran bir demokrasi kahramanına da dönüşebilirdiniz kuşkusuz. Gerçek şu ki, iktidarınızdan gelen ve patronunuz dışında kimsenin zaten sınırlandıramayacağı o engin özgürlüğünüz, bir ifade özgürlüğü değil, gerçek bir toplum mühendisliği özgürlüğüdür. Yaratılmasına bunca emek verdiğiniz bu toplumun aynasından bakınca nasıl gözüküyorsunuz kendinize? Hrant Dink'in cenazesinde yürüyen yüz binlerin aynasından bakınca, Sciassia içmeden, ne düşünüyorsunuz kendiniz hakkında? Bayraklar arası güzellik yarışmalarını, Cameron Diaz'ın "küçük bikinisinin içinde hakikaten güzel gözüken gövdesi" ile yan yana koyarak yarattığınız o erotik ve milliyetçi estetiği "halk bunu istiyor" diye pazarlarken, aynalarınızın çoktan kırılmış olabileceği geldi mi aklınıza?

Sizin kuşağınızdan pek çok insan, bıkmıştır artık size söz söylemekten. Yıllardır yaydığınız nefretin katlettiği güzel bir insanın cenazesinde bir araya gelenler olarak bizler ise daha başındayız yaşamın. Bizim için yıllardır özenle hazırladığınız nefret iklimine karşı ne yapmalı, onu düşünüyoruz. Sizin ağza alınamayan isminiz, köşeleriniz, medya imparatorluğunuz bu düşünme çabasının zorunlu duraklarından. Başka cenazeler gelmeden, iktidarın sonsuz aynalarından yansıyan değirmenlere karşı, bıkmadan soracağız artık:

Sahi, ne zaman gidiyorsunuz?

http://www.birgun.net/bolum-64-haber-34699.html